1892 tarihli bir Amerikan dergisinde;
“İstanbul sıradan bir şehir gibi görünse de, Osmanlı Devleti’nin idare merkezi ve dünyadaki diğer şehirlerden çok farklı bir nüfusa sahip olması bakımlarından, bütün Osmanlı İmparatorluğu’nun tümüne değer bir kıymettedir” şeklinde tarif edilmiştir.
Philip Mansel ise İstanbul’dan bahsederken:
“İstanbul Basra'dan Bosna'ya ve Trablus'tan Trabzon’a uzanan bir imparatorluğun başkenti, Balkanların ve Yakın Doğu'nun siyasi, ticari ve entelektüel merkeziydi. Yunanlılar, İtalyanlar ve Ermenilerin yanı sıra Türkler, Kürtler ve Arapların yaşadığı, dünyanın en büyük ve en kozmopolit şehirlerinden biriydi. Paris ve Viyana'dan gelen en son moda, Kafkasya ve Arnavutluk'un geleneksel kostümlerinin yanında görülebilirdi. Türk nüfusunun yarısı, türban ve diğerleri ise fes ve Stambouline giyerdi. Modernleşmenin sembolü olan Osmanlı frakı ceketti. İstanbul, onu ziyaret eden her sanatçının ve yazarın hakkında yazı yazdığı, mazi ile halin, Doğu ve Batı'nın bir karışımıydı.” demektedir.
Lale Devri’nin meşhur şairlerinden Nedim ise İstanbul’un kıymetini daha o vakitler idrak etmiş olmalı ki:
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
diyerek adeta bugünlere seslenir gibiydi.
Yakın zaman şairlerimizden Yahya Kemal ise İstanbul’u Aziz yani Yüce olmakla meth ü sena etmişti.
İstanbul’u ziyaret eden bir Batılı ise sonradan kaleme aldığı notlarında:
“Genç bayanlardan biri beni temin ederek; Rusya Büyükelçiliği mensupları iki hafta önce ülkelerine dönerken, Boğaziçi’nin güzelliklerini bir daha göremeyecekleri için İstanbul’a gözyaşları içinde veda ettiler, dedi. Ben de; Rusların tümü Boğaziçi’ne hayrandır ve kalmak üzere buraya gelmektedirler diye kendisini teselli ettim.” diye belirtmişti.
Hakikaten Rusya’nın İstanbul aşkı hiçbir zaman bitmemiş, sonraki zamanlarda da hep devam etmişti.
Büyük Petro’nun kaleme aldığına inanılan vasiyetinde:
“Madde 9: İstanbul ve Hindistan'a mümkün olduğunca yaklaşmalıdır. Zira İstanbul’u yöneten dünyayı yönetir.” diye hedef gösterilmişti.
Karadeniz ve Karadeniz ticaretini kontrol etmeyi mümkün kıldığı için İstanbul’a sahip olmak Rusya açısından adeta hayati bir zorunluluk arz etmekteydi.
Rusya, büyük Petro ve II. Catharine zamanından itibaren İstanbul’u hâkimiyeti altına alarak denizlere serbestçe açılmak istiyordu. Onun Osmanlı ile yaptığı neredeyse bütün savaşların gerisinde hep İstanbul’a sahip olabilme emeli yatmaktaydı.
93 Harbinde aslında çok büyük bir fırsat yakalamış, Rus kuvvetleri Yeşilköy’e kadar ilerlemişti. İstanbul’un elden çıkmasına hakikaten ramak kalmıştı. Şükür ki İngiltere, kendi menfaatleri gereği de olsa, imdada yetişmişti.
Avusturya-Macaristan ile İngiltere ise Rusya'nın İstanbul özlemine her zaman karşı çıkıp direnmişti. Ancak Rusya’nın İstanbul aşkı hiçbir zaman bitmemişti. Zira Sazonov 1921 yılında yaptığı bir konuşmada İstanbul’un aşktaki vefasızlığından bahsetmişti.
Evgraf Kovalevsky ise; “Boğazlar evimizin anahtarıdır. Bize verilmelidir” demişti.
I. Miliukov da zamanı gelince gerek diplomatik gerek askeri yollarla İstanbul ve Boğazların bizim olacağından eminiz” şeklinde açıklamalar yapmıştı.
İstanbul tarih boyunca stratejik ve ekonomik açıdan hep önemli oldu. Bunun idrakinde olan I. Napolyon;
“İstanbul’a sahip olan millet, dünyaya hâkim olmuş demektir” diyerek biraz abartılı da olsa esasen bir gerçeğe işaret etmişti.
Napolyon Bonapart, sürgünde bulunduğu St. Helen adasında, hayatının sonuna doğru bir itirafta bulmuş ve İstanbul’a dair bir başka hakikati ifşa etmişti:
“Türkiye'yi Rusya ile paylaşabilirdim; bu konuyu Çar I. Alexander ile uzun bir süre müzakerede bulundum. Fakat her defasında müzakeremiz İstanbul yüzünden tökezleyip sekteye uğradı. Çar I. Alexander İstanbul’un Rusya’da kalması konusunda her defasında ısrar etti. Ben de kabul etmedim. Çünkü İstanbul son derece kıymetli bir anahtar ve hakikaten bir imparatorluğa bedeldir.”
İstanbul sadece Rusya’nın değil, adeta bütün dünya devletlerinin elde etmek için oldukça arzu duydukları bir şehirdi.
İngiltere öteden beri İstanbul ve Çanakkale boğazlarına sahip olmayı gündem konusu etmişti. Ancak o İstanbul ve Boğazları tek başına elde etmesinin oldukça riskli olduğunun da fazlasıyla farkındaydı. Zira Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun bu önemli parçalarını istila etmeye kalkışmasında kendisine müttefik olacak devlet bulamayabilirdi. Dolayısıyla İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını ele geçirmek amacıyla tek başına hareket etmesi oldukça riskliydi. Böyle bir girişim en başta Rusya tarafından kendi güvenliği ve çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görülebilirdi.
Mağlup olan Osmanlı karşısında galip olan İngilizler adına Lord Robert Cecil 23 Şubat 1920’de Evening Standard’a bir demeç vermiş ve:
“İstanbul, bir ulusun başkenti değil, zaferlerin bir ödülüdür.” demişti.
Arthur Balfor imzasıyla İngiltere tarafından müttefiki devletlere sunulan bir notta ise Türklerin İstanbul’da neden kalmaması gerektiği izah edilmeye çalışılmıştı. Ancak İngiltere İstanbul’u işgal etmeye muvaffak olmuşsa da Türkleri oradan atma emelinde başarı gösterememişti.
İstanbul’a göz koyanlardan birisi de Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa olmuştu.
Paşa isyan etmiş ve Mısır idaresini eline geçirmişti. Sonra da isyanını savaş dönüştürerek Filistin ve Suriye’yi geride bırakarak Anadolu’ya girmiş, Nizip ve Kütahya’ya kadar ilerlemişti. Daha ötelere gitmek ve İstanbul’a özlemle ulaşmak istemişti. Oysaki İstanbul’a Rusya da âşıktı ve Mehmet Ali Paşanın o sevgiliye erişmesine kesinlikle müsaade etmemesi gerekmişti.
Birinci Dünya Savaşı çıktığında şehirlerin kraliçesi İstanbul yine herkesin ne olacağını merak ettiği bir yer olmuştu.
Uluslararası platformda zaman zaman İstanbul ve Boğazların Yunanistan veya Bulgaristan'a verilebileceği şeklinde haberler söz konusu olmuşsa da bu durum hiçbir zaman için mümkün olmamış ve olma şansı da bulunmamıştı.
Hal böyle olmakla birlikte Yunanlılar İstanbul’a yönelik taleplerini çeşitli vesilelerle dile getirmeye devam etmişlerdi.
Yunan Yüksek Komiseri M. Canilopulos Başbakan Venizelos’un müttefiklerin İstanbul’un işgalini Yunan ordusuna devretmeleri ve Anadolu’da ilerlemelerine müsaade buyurmaları talebinde bulunduğunu belirtmişti.
İstanbul’a sahip olma tutkusu Yunanlılarda o kadar fazlaydı ki bir Yunan papazı 1921 Kasımından önce Yunan kuvvetlerinin İstanbul’a gireceği kehanetinde bulunmuştu. Yunan halkı, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden haber veren, savaş sırasında ve sonrasında olacakları daha vuku bulmadan kendilerine bildiren kehanetleri ile meşhur bu papaza samimiyetle inanmışlardı.
Türkiye’nin kaderi Pomeranlı bir askerin tek kemiği bile etmez diyerek Rus dostluğuna önem veren Bismarck konu İstanbul olunca Rusya’ya sırt dönmüş ve bu inancından vazgeçmişti. Fransa ve İngiltere gibi o da İstanbul’un Rusya’ya kaptırılmaması gerektiğini savunmuştu. Bismarck’ın kafasının gerisindeki asıl niyet ise Berlin-Bağdat arasında bağlantı noktası olacak İstanbul’un Almanya’nın mülkü olması gerektiğiydi.
Bismarck’ın bu yöndeki inancı İmparator William tarafından da sürdürülmüş, daha 1913 yılında İstanbul’un bağımsız bir şehir olması düşünülmeye başlanmıştı.
ABD’de 200 din adamı “adalet ve medeniyet adına” diye yazıp imzaladıkları dilekçelerini Beyaz Saray’da Başkan Wilson’a sunmuş ve kendisinden bütün siyasal gücünü kullanarak Sultan Vahdeddin’in Avrupa’nın herhangi bir yerinde yönetimde bulunmaktan ebediyen mahrum kılınmasını talep etmişlerdi.
Savaş yıllarında sadece İstanbul arzu edilmemiş, şehrin adeta üzerine titrenilmişti.
Fransız kaynaklı bir telgrafta İttihatçılar İstanbul’u saflarına katılması karşılığında Bulgarlara sattı deniyordu.
Yine Fransızların Matin adlı gazetesinde, Maraşal Von der Goltz’un Asya’da kurulacak geniş bir imparatorluk karşılığında İstanbul’un Almanlara verilmesi teklifinde bulunduğu ama bu teklifin, İttihatçıların bütün ısrarlarına rağmen, Sultan Mehmet Reşat tarafından reddedildiği haberleri yer almaktaydı.
Diğer taraftan Kral Ferdinand’dan, gözleri coşku ve sevinçle dolu bir halde, İstanbul’a büyük bir zaferle gireceği günlerin hülyası içinde bulunmaktadır diye bahsedilmekteydi.
16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilmişti.
İngilizler Pera’da karargâhlarını oluşturmuşlar ve şehri kontrolleri altına almışlardı. Fransızlar ise Yıldız Sarayı’na yerleşmişlerdi. İtalyanlar da Üsküdar’ı sahiplenmişlerdi.
Millerand ve Tittoni hükümetleri, Clemenceau ve Orlando’ya göre daha ılımlı siyasetler izlenmesini savunmuş; Millerand İstanbul’un Türklerde kalmasını belirtmişti. İtalyan Dışişleri Bakanı Nitti ise “siyasi değişiklikler değil, ekonomik avantajları hedeflemenin daha anlamlı olacağını dile getirmişti.
İşgal altında kalan İstanbul Misak-ı Milli kararlarına da konu olmuş ve söz konusu kararlarda:
“İslam Halifeliğinin ve Yüce Saltanatın merkezi ve Osmanlı Hükümetinin başkenti olan İstanbul” şeklinde tanımlanmıştı.
İstanbul’un bu tanımına Ankara’da Mustafa Kemal Paşa tarafından “İslam Âlemine Beyanname” içeriği ile hitap edilmiş ve İstanbul’un işgal edilmesi şiddetle kınanmış, işgalin bütün Müslümanların istiklaline tehdit olduğu belirtilmişti.
Ağa Han da 18 Eylül 1922’de verdiği bir demeçte “İstanbul Türklerde kalmalı, Türkiye’nin merkezi ve hilafet makarrı olmalıdır” demişti.
Kudüs, Roma ve İstanbul Batı’nın gönül ve zihin dünyasında derinden derine yer etmiş şehirlerdir.
Kudüs ve İstanbul, bu iki kutsal şehir, 500 yıl kadar bir zaman ve kesintisiz bir surette Türklerin hâkimiyetinde kalmıştır.
Birinci Dünya Savaşı neticesi Batı’nın bir savaş mağlubu olarak Osmanlı'yı cezalandırması pek tabii ki mümkündü. Ancak Batılı devletleri İstanbul’un geleceği konusunda tek bir uzlaşma noktasında toplamak da adeta imkânsız olmuştu.
İstanbul’u bir şekilde ele geçirmek lazımdı ama nasıl?
Zira kimilerine göre İstanbul Türklerde kalmalıydı. Kimilerine göre ise bu asla ama asla olmamalıydı ve olacak şey değildi.
Yahut bir İngiliz subayı olan David Davis’in önerdiği gibi İstanbul Milletler Cemiyetince uluslararsılaştırılmalıydı. Başına da ABD’li General Leonard Wood atanmalıydı. İslam dünyasının ve özellikle Hint Müslümanlarının tepkisini pasifize etmek için de Osmanlı Padişahı İstanbul’da halife sıfatıyla bırakılmalıydı. Vatikan örneğinde bir uygulama söz konusu edilebilirdi. Halife yine sarayda oturmalı ancak hâkimiyet alanı sadece ve sadece kutsal mekânlar ve camilerle sınırlı bulunmalıydı.
Yine benzer bir görüşe göre; İstanbul sıradan bir şehir değildi. O emperyal ve sembolik bir yerdi. Hiç bir surette bir Yunan kolonisi olamazdı. Avrupa devletlerinin garantisi altında bütün avantaj ve dezavantajlarıyla, belli sınırlar dâhilinde ve seçilmiş üyelerden oluşan senatosuyla bağımsız bir şehir olarak idare olunmalıydı.
Bu da nihayetinde bir görüştü.
İstanbul’u bir şekilde ele geçirmek lazımdı ama nasıl?
Bu Batı’nın kendi kendine tarih içinde sürekli sorduğu bir soru oldu. Bundan dolayıdır ki İstanbul’a hiçbir zaman İstanbul demedi. Ondan bahsederken Konstantinapol demeyi tercih etti.
Oysaki bu sorunun cevabı hiç yoktu ve de olmayacaktı.
Zira dedem Fatih, bir gece ansızın, gemileri karadan yürüterek ve savaşıp yüzlerce şehit vererek orayı fethetmişti.