Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti neden yenildi sorusunun bir zamanlar “Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık” şeklinde ifade edilmiş olması sonraki zamanlarda yadırganan bir cevap olarak karşılık görmüşse de esasen bu tespiti bütünüyle çöpe atmak da yanlıştır. Zira savaş sırasında Osmanlı Devleti’nin siyasi, askeri, iktisadi ve sosyal açıdan nasıl bir durumda olduğu dönemin ABD Yakındoğu istihbarat raporlarında aşağıdaki cümlelerle ortaya konmuştur.
İttihat ve Terakki Partisi idaresindeki Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girme kararından Merkez Komitesi'nin haberi olmadığı gibi kabine üyelerinin de bilgisi yoktu. Zira Talat ve Enver Paşa planlarını en yakın arkadaşlarından bile gizli tutmayı uygun görmüşlerdi.
Balkan Savaşları sonrasında Türkiye'nin yalnızlaşması üzerine Mahmut Paşa kabinesi Türk-Alman yakınlaşma politikası izlemiş, Said Halim Paşa kabinesi de, genel olarak tasvip görmese de, az çok aynı politikayı sürdürmek zorunda kalmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetim gücü savaş öncesinde olduğu gibi savaş sırasında da sayıları ancak bir elin parmakları kadar olan bir grubun elindeydi.
Talat Paşa Sadrazam ve Dahiliye Nazırıydı. Enver Paşa ise Harbiye Nazırlığını yürütmekteydi. Bahriye Nezareti’ni ise Dördüncü Kolordu Komutanı ve Suriye Askeri ve Sivil Valisi de olan Cemal Paşa üstlenmişti.
İttihat ve Terakki'nin komite başkan yardımcılarından Midhat Şükrü Beyi de bu noktada unutmamak gerekir.
Zikri geçen isimler İttihat ve Terakki’nin gerçek liderleriydi.
Diğer taraftan bir Osmanlı Meclisi’nin varlığından söz edilebilirse de meclis İttihat ve Terakki Partisinin mutlak kontrolü altındaydı. Dolayısıyladır ki Meclis’ten habersiz bir surette savaş girilebilmiş ve savaşın bidayetinden nihayetine kadar da meclisteki İttihatçı hakimiyetini devirmeye yönelik herhangi bir girişimde bulunulmamıştı. Gerçi böyle bir girişime mevcut liderler ve iktidar tarafından hiçbir surette müsamaha gösterilmeyeceği muhakkaktı. Oysaki söz konusu Komite, kabine bakanlarından kaymakamlara kadar, çoğunluğu devlet dairelerinde görev yapan, ülke geneline dağılmış birkaç yüz üyeden oluşmaktaydı.
Komite üyeleri arasında siyasi açıdan en güçlü olanı sadrazam ve dahiliye nazırı Talat Paşaydı. Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın ise Talat Paşadan sonra ikinci sırada geldiği görülmekteydi.
Talat Paşa, imparatorluğun Türk unsuru arasında daha popülerdi. Böyle olmasının nedeni ise büyük ölçüde, onun “ülke çıkarlarını her şeyden önde tuttuğu” inancına dayandırılmıştır. Enver Paşanın Talat Paşaya göre dezavantajlı olması ise “güç” uğruna iktidara talip olması ve “Almanların çok fazla etkisi altında görülmesi” gerçeğinden kaynaklanmaktaydı. En azından aralarındaki fark bu suretle değerlendirilmişti.
Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise güç ve nüfuz açısından Talat Paşa ve Enver Paşa'nın gerisinde kalmıştı.
İttihat ve Terakki Başkan Yardımcısı Midhat Şükrü Bey ise İttihat ve Terakki'nin idarî başkanıydı ve göreve atamalarda ve memleketin iç işlerinde hatırı sayılır derecede nüfuz sahibi biriydi. Ancak uluslararası ilişkilerde önemli bir faktör değildi.
Maliye Bakanı Cavid Bey, Kabine’nin en yetenekli üyesi olarak kabul edilmekteydi. 1914 sonbaharında Türkiye'nin savaşa girmesi sırasında Maliye Bakanı olarak görevinden istifa etmiş, fakat iyi bir finansör olduğuna olan inançtan ötürü Talat Paşa tarafından Maliye Bakanı olarak Kabine'ye yeniden girmesi için ikna edilmişti.
Türkler, Araplar, Osmanlı Rumları ve Ermenilerden oluşan Türk Ordusu, orduların askerî harekâtını yönetmenin yanı sıra birliklerin örgütlenmesi, donatılması ve eğitimi amacıyla hükümetleri tarafından Türkiye'ye gönderilen Alman ve Avusturyalı subayların kontrol ve idaresi altındaydı.
Osmanlı Devleti’nin savaş sırasında sahada Almanya ve Avusturya tarafından sağlanan silah ve giysilerle donanımlı yaklaşık iki buçuk milyon askeri olduğu tahmin edilmekteydi.
Ordudaki Rum ve Ermeniler genellikle Alman ve Avusturyalı subaylar için tercüman, Türk subaylar için sekreter ve emir subayı, büro ve departman yardımcıları, askere alma bürolarının başkanları şeklinde hizmet vermişlerdi. Daha iyi eğitim görmüş olmaları bu tür görevlere getirilmelerini sağlamıştı.
Silah altına girmekten kaçındıkları için özellikle Araplar arasında firar oldukça yaygındı. Diğer taraftan pek çok Osmanlı Rum ve Ermenileri de askerden kaçmak için İstanbul'da ve diğer büyük şehirlerde saklanmayı tercih etmişlerdi.
Bu sınıfın mensupları askerlik için kayıtlarının yapılmaması için askere alma bürolarının bir kısım müdürlerine rüşvet olarak günde 1 ila 3 Türk lirası arasında para ödemeyi sürdürmektelerdi. Öte yandan Türk sağlık teşkilatı görevlisi olsa da bazı tabipler de askere çağırılan kimselerdeki fiziksel kusurları keşfetme becerisi sergilediklerinden rüşvet çarkının bir parçası haline gelmişlerdi.
1 Kasım 1917 tarihine kadar askerlik yapmaya elverişli görülen 17 ila 50 yaş arasındaki her erkek Türk ordusuna nefer olarak kaydedilmişti.
Erkekler genel olarak iyi giyimli ve silahlı olsalar da köylü kıyafetleri içinde çorapsız ve çizmeleri çok kötü olanlarına da tanık olunabiliyordu.
Türk Topçu sınıfının eğitimi ağırlıklı olarak Avusturyalı subayların elindeydi. Süvari ve piyadeler ise Alman subaylarının kontrolü ve yönetimi altındaydı.
Bağdat demiryolu hattı bütünüyle Almanya'nın kontrolü ve yönetiminde bulunmaktaydı. Bunun dışında, Suriye ve Filistin'e giden yollarda bulunan birkaç bin askeri kamyon da yine Alman ve Avusturyalı şoförlerin idaresindeydi.
Daha kötü olan husus ise toprak mahsullerinden beklenen hasılat gerçekleşmediği için ordunun kışın hatırı sayılır acılar yaşayacağının muhakkak olmasıydı. Bu durumun nasıl düzeltilebileceği İstanbul'daki askeri yetkilileri ciddi şekilde endişelendiren en temel sorunlardan biriolmuştu. Fazla stok yapmadıkları için Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'ın da Türkiye'ye gerekli gıda maddelerini sağlaması mümkün değildi.
Bu arada İngilizlerin Filistin ve Suriye cephesine yönelik taarruzları ve bu bölgelerdeki başarıları İstanbul ahalisinin Rum, Ermeni ve Arap unsurları arasında büyük bir sevinç ile karşılanmıştı. Halep ve İzmir'den de benzer haberler gelmekteydi. Diğer taraftan Almanya'nın savunduğu her şeye gizlice karşı çıkan ve Doğu'da İngiliz ve Fransız ilerlemesinden ve hakimiyetinden yana olan bir kısım Türkler de mevcuttu.
Rumların ve Ermenilerin İngiliz dilini öğrenme arzularının ve İstanbul'daki İngilizce öğretmenlerine yönelik büyük talep söz konusu unsurların iç dünyalarını ortaya koyması bakımından ilginçti.
15 Kasım 1917 itibarıyla Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu borç miktarı 300.000.000 Türk lirası (1.320.000.000 Dolar) civarındaydı. Bu meblağın açık ara büyük bir kısmı Türkiye'nin savaşa girmesinden (29 Ekim 1914) sonrası gerçekleşmişti.
Bu borcun önemli bir kısmı Alman savaş bonolarıydı.
Alman Hükümeti tarafından bu şekilde verilen krediler veya avanslar, Osmanlı Hükümeti tarafından, Alman ve Türk Hükümeti arasındaki borç anlaşmalarına bağlı olarak, savaştan yirmi yıl sonra muayyen dönemlerde, kısmen altın olarak, geri ödenecekti.
Avusturya ve Almanya'nın Türkiye'ye verdiği savaş ikmalleri, ilgili iki hükümet tarafından doğrudan kendi imalatçılarına ödenmekte olduğundan ve kredi bakiyesi hazine bonosu şeklinde daha sonra ülkenin ihtiyacı için dolaşıma sokulduğundan Türk para piyasasının kâğıt parayla dolmasına neden olmuştu.
Savaştan önce Osmanlı Hükümeti'nin Fransız bankerlerle kredi pazarlığı yapmak zorunda olduğunu düşündüğümüzde, Türk Hükümeti'nin (Türkiye için çok büyük) bu muazzam borçtan nasıl kurtulacağını öngörmek oldukça zordu.
1915'in başlarında altınla aynı seviyede olan Türk kâğıt parası giderek değer yitirmiş ve 27 Kasım 1917'de bir Türk Lirası altın, 5.5 kâğıt lira veya yüzde 550 lira değer kaybetmişti.
Altının ve kâğıdın değeri arasındaki fark imparatorluğun çeşitli yerlerinde değişiklik gösterdiğinden birçok tüccar altın alım satımı konusunda spekülasyon oluşturmaya başlamış ve muayyen kimselerin mübadele işlemleri yoluyla önemli servetler edinmesine sebebiyet vermişti.