Sultan Mehmed Reşad’ın vefatı üzerine Vahdeddin’in tahta geçmesi Birinci Dünya Savaşı’nın gidişatı ve Osmanlı Devleti’nin izlemiş olduğu harici siyaset noktasında önemli hiçbir değişikliğe sebebiyet vermedi. Yeni bir padişah olsa da Vahdeddin de Mehmed Reşad gibi İttihatçıların elinde bütünüyle bir maşa halinde kalmaktan kurtulamadı. Reşad’ın ferdi surette karar almasına izin verilmediği gibi Vahdeddin’in de en ufak bir tasarrufta bulunmasına İttihatçılarca şiddetle karşı çıkıldı. Ayrıca Yusuf İzzettin Efendinin şüpheli surette vuku bulan ölümü üzerine 57 yaşında tahta geçmiş olan Vahdeddin’in zaten öteden beri İttihatçılar ile arası da yoktu. Netice itibarıyla Vahdeddin iktidar olmuş, fakat muktedir olamamış, dolayısıyla da mevcut kabineyi dahi değiştirememişti.
Oysa ki Dünya Savaşı her geçen gün aleyhimize gelişmekte ve hemen her alanda şartlar giderek daha da kötüleşmekteydi…
Rusya, 1917 Bolşevik İhtilali dolayısıyla savaştan çekilmişti. Ancak söz konusu ihtilal tabii bir gelişimin mi eseriydi yoksa savaştan çekilmek için bir kurmaca mıydı belli olmayıp esasen bu durum üzerinde durulmaya değer bir konuydu. Örneğin o tarihlerde murakabe altında tutulan Sultan İkinci Abdülhamid’e göre Bolşevik İhtilali muhtemeldir ki savaştan çekilmek için Ruslarca dizayn edilmiş bir kurguydu. Osmanlı Devleti’nin de biran evvel savaştan çekilmesi en doğru harekete olacaktı. Gerçi savaşa hiç girilmemesi kadar savaştan bir an evvel bir şekilde çıkılması sadece Abdülhamid’in fikri de değildi; başta Yusuf İzzettin, Selim Efendi ve Vahdeddin olmak üzere bir kısım Osmanlı şehzadeleri ve bürokratları da aynı kanaatteydi. Osmanlı Devleti münasip şartlar dahilinde savaştan çekilmeli, kuvvetlerini birleştirilmeli, ülkede düzeni sağlayarak hayat pahalılığını gidermeli, siyasi suçlular affedilmeli ve üretim artırılarak ekonomik yapının düzeltilmesine çalışılmalıydı. Ancak İttihatçılar açısından durum farklı surette değerlendirilmekte ve onlara göre ülke menfaati merkezi devletler ve Bulgaristan ile tam bir ittifak içerisinde olmayı gerektirmekteydi. Tabii ki Almanya’nın arzusu da Osmanlı Devleti’nin kendi yanında saf tutmaya devam etmesi yönündeydi. Almanya sadece Osmanlı Devleti’nin savaşa devam etmesinden yana değildi; “Stuttgarter Neue Tageblatt”ın ifade ettiğine göre, Almanya aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin taksim edilmesi planlarına da karşıydı. Ancak onun bu yöndeki muhalefeti Bağdat Demiryollarını önemsemesinden ve Filistin ve Mezopotamya’ya ilaveten “Deniz İmparatorluğu” mesabesindeki Mısır, Tripoli ve İran Körfezi’ni kaybetmek istememesinden kaynaklanmaktaydı. Almanya ayrıca Türkiyesiz bir surette İtilaf devletlerini her alanda alt edebilecek durumdaydı da denilemezdi.
Diğer taraftan Osmanlı kuvvetlerinin Karadeniz kıyılarında ilerlemesi önemliydi ve hedefin Novorossisk olduğu söylenebilirdi. Oraya ulaşılması halinde hem Rus Karadeniz filosu hem de Kırım tehlike altına girmiş olacaktı. Osmanlı kuvvetlerinin Kafkaslardaki söz konusu mevcudiyeti Türkiye’nin tarihsel misyonunu yeniden inşa etmeye, Doğu’daki Müslüman ahaliyi tekrar birleştirmeye başladığı şeklindeki değerlendirmelerde bulunulmasını sağlamışsa da gerek Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu askeri, mali, siyasi ve sair durum gerekse İkinci Abdülhamid gerekse daha başka isimler tarafından yapılan savaştan bir vesile ile çıkılması yönündeki telkinler ve ayrıca Rusya’nın Bolşevik İhtilali neticesi savaştan çekilmiş olması İttihatçıları da etkilemiş ve bu yönde kendilerini ciddi bir arayışa sevk etmişti.
Dönemin basın organlarında çıkan haberlere bakıldığında İttihatçıların savaştan çekilme arayışı içerisine olduklarından söz edilebilir izler mevcuttur.
“İkdam” gazetesi örneğin sayfalarında, barış yolunda nihai uzlaşmaya varılabilmesi için Rusya’nın Karadeniz Filosunu Türkiye’ye teslim etmesi gerektiğini ve Karadeniz’in tarafsızlığını öngören, ticari serbesti garantisi sağlayan ve Rusya’ya Karadeniz’de donanma bulundurma yasağı getiren 1856 Paris antlaşması esaslarına Rusya’nın geri dönmesi icap ettiğini, Karadeniz’de sükunun ancak bu suretle hâkim olabileceği görüşüne yer vermişti.
“Âti” gazetesi de sütunlarında neşrettiği bir yazıda savaş vesilesi ile İttihatçıların ulaşmak istedikleri hedefleri şu surette sıralama gereği hissetmişti:
Ancak İttihatçıların basın yoluyla sulh şartı olarak ileri sürdükleri söylenebilecek olan bu talepler İtilaf devletleri tarafından tam bir saçmalık olarak görülmüş ve “dünyanın Türk megolamanisinden korkması gerektiğinin bir örneği” şeklinde değerlendirilmiştir.
“Tribune de Geneve” gazetesi de İttihatçıların sulh aramadaki tavrını sayfalarında değerlendirirken:
“Türklerin kayıtsızlığına ve aptallığına hala inanan varsa saftır; artık bu yanlış düşünceden uyanmanın vakti gelmiştir. Günümüzde Türkler zeki ve aktiftir, ancak ne yazık ki tüm bu zekâ ve faaliyetler medeni dünyanın entelektüel ve ahlaki güçlerine tamamen zıt olan kaba içgüdülere ve geri zihniyete tabidir.” ifadelerine yer vermiştir.
İkdam yahut Âti gazeteleri ve basının sair organlarında İttihatçıları savaştan ve yayılmacılıktan yana bir siyaset içinde gösteren yazılar çıkmış olsa da anlaşılan o ki bu tür yazılar İttihatçıların bilgi ve irade ve muayyen suretteki planlarının bir parçası olmuş ve Türkiye’nin her halükârda sonuna kadar savaşacağı ve bu yönde büyük bir azim içerisinde olduğu izlenimi verilmek istenmiştir.
Sahnenin yahut basın yolu ile İtilaf devletleri üzerinde oluşturulmak istenen böylesi bir algının gerisinde ise yine farklı bir kurgu ile İtilaf devletleri ile uzlaşılarak savaştan çekilme emeli güdülmüştür.
ABD Yakındoğu İstihbarat raporlarında yer alan bilgilere göre bu yöndeki planın uygulanmasında öne çıkan isim ise meşhur İzmir Valisi İttihatçı Rahmi Bey olmuştur.
İzmir Valisi Rahmi Bey, Atina'ya bir heyet göndererek oradaki İngiliz temsilcisine yazdığı bir mektupta kendisine, İtilaf devletlerinden olumlu bir yaklaşım görmesi halinde İttihat ve Terakki Hükümeti'nin devrilebileceğini mesajını iletmiştir.
Rahmi Bey aynı zamanda 10 Ekim'de yapılacak Mebuslar Meclisi toplantısında söz konusu hükümeti devirmek için hazırlıklar yapıldığını da belirtmişti. Yine Rahmi Beyin delegeleri vasıtasıyla ifade ettiğine göre Sadrazam Talat Paşa kendisine muhalif olup hayatına son vermek üzere fırsat kollamaktaydı…
Bu minvaldeki beyanlarından sonra Rahmi Bey Amerikan, İngiliz ve Fransız Hükümetlerine aşağıdaki şartlar dahilinde bir anlaşmaya varılması halinde İstanbul’da yaşanacak bir hükümet darbesi sonrasında Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilebileceğini teklif etmişti:
Ancak Rahmi Beyi temsilen görüşmede bulunan ve fazla zamanları olmadığı için biran evvel geri dönmeleri gerektiğini ve dolayısıyla kendilerine süratle cevap verilmesi icap ettiğini belirten delegelere İngiliz temsilcisinin cevabı İngiliz hükümetinin Türk hükümeti dışındaki kişilerle herhangi bir müzakerede bulunmayacağı şeklinde ve oldukça kısa, kat’i, ivedi ve fakat menfi surette olmuştur.
Rahmi Bey her ne kadar Osmanlı Meclisi’nin toplanacağı ve teklifinin İtilaf devletlerince kabul edilmesi halinde İttihat ve Terakki Hükümeti'nin devrileceğini belirtmişse de ret cevabının şekillenmesinde birçok unsurun yanında Meclis’in toplanmasından bir gün önce 9 Ekim'de Londra basınında çıkan bir haberde Talat Paşanın istifa ettiği ve yerine sadrazam olarak Tevfik Paşanın geçtiği haberleri belirleyici olmuştur.
Yine Mahmud Muhtar Paşanın tüm İttihat ve Terakki rejiminin ortadan kaldırıldığına dair yeterli güvence alana kadar İstanbul’a dönmeyi ve Tevfik Paşa Kabinesi’ne girmeyi reddettiği bilgisi de söz konusu ret cevabının verilmesini gerekli kılmıştır.
Rahmi Beyin teklifinin reddedilmesinde öne çıkan bir diğer önemli unsur ise Tevfik Paşa kabinesinde ilan edilen nazırlar arasında, özellikle savaş zamanlarında önemli olan Bahriye ve Dahiliye, Evkaf, Ticaret ve Ziraat, Posta, Telgraf ve Telefon nezaretlerine kimin getirildiğinden bahsedilmemesi olmuş ve bu durum İtilaf devletlerinin, İttihatçı Komite’nin mevcut kabinede hala güçlü bir şekilde yer aldığı ancak bu durumun kamufle edilmeye çalışıldığı şeklinde bir değerlendirmede bulunmalarına sebebiyet vermiştir.
Savaşı sürdürmenin yaklaşmakta olan tehlikesini ve beyhudeliğini gören ve bu nedenle barışı sağlamayı gerçekten arzulayan Türklerin İtilaf devletlerinin sempatisini ve iyi niyetini yeniden kazanmak için hep birlikte hareket etmekte oldukları, kendilerinin sebebiyet verdiği savaştan çekilerek kurtulmak istedikleri, ancak bu durumu doğrudan ve aşikar bir surette değil de görünüşte Rahmi Beyin bir başvurusu ve hükümet darbesi şeklinde gerçekleştirmeye çalıştıkları, fakat işin özünde ve gerisinde İttihat liderlerin yer aldığı İtilaf devletlerinin değerlendirmeleri arasında yer almış, Rahmi Beyin teklifine itibar edilmemiştir.
Rahmi Bey, Talat, Halil ve Cemal ile birbirlerine sadık bir ilişki içerisinde olan İttihat ve Terakki liderlerinden biriydi. O, bu isimlerle görüşmek üzere İstanbul gitmiş ve 4 Ekim'de de İstanbul’dan İzmir’e geri dönmüştü.
Delegelerinin beyanına göre Rahmi Bey İstanbul'da iken 10 Ekim'de yapılacak Mebusan Meclisi toplantısında İttihat ve Terakki hükümetini devirmek üzere her türlü hazırlık yapılmıştı. Ancak İtilaf devletlerinin değerlendirmesine göre Rahmi Beyin sulh için ileri sürdüğü şartlar incelendiğinde teklifin kendisinden değil, bilakis Komite'den geldiği aşikardı. Dolayısıyla da Rahmi Bey Komite’yi devirmeyi planlayan biri değil, onların amacını gerçekleştirmek için gayret sarf etmekteydi.
Diğer taraftan Talat Paşanın kendisini etkisiz hale getirmek üzere fırsat kolladığı şeklindeki naif bir ifade içeren beyanları esasında Rahmi ile İstanbul'daki İttihat ve Terakki liderlerinin konuyu müzakere ettiklerini ve sulh şartlarını birlikte uydurduklarını ve ardından da Atina'ya sevk ettikleri bir heyet/delege ile kurgularını İtilaf devletleri temsilcilerine sundukları yargısına varılmasını sağlamıştı.
Yukarıda da belirtildiği gibi, İstanbul’da yaşanan Kabine değişikliği, İttihatçıların İngiltere, Fransa ve ABD'yi söz konusu şartları kabul etmeye ikna etmeyi umdukları tarihten önce gerçekleşti. Eğer Rahmi Bey tarafından sunulan şartlar İtilaf devletleri tarafından kabul edilmiş olsaydı, Talat Kabinesi memnuniyetle geri çekilecek ve bu çekilme bir hükümet darbesi biçiminde gerçekleşecek ve İttihatçı Komite tarafından daha önceden belirlenmiş bulunan başka bir İttihat ve Terakki Kabinesi yeni bir parti şeklinde iktidara geçecekti. Ancak olaylar biraz farklı bir seyir izledi.
Hal böyle olsa da İttihatçı liderlerce savaş sırasında gerçekleştirilmeye çalışılan sulh şartları ile savaş sonrası zamanlarda gerçekleştirilenler arasındaki çağrışımların varlığı üzerinde durulması gereken ilginç bir husus olsa gerekir.