Ben söz dağarcığım geniş zannederdim cahil aklımla; oysa anladım ki değilmiş.
Bütün evetlere, tamamlara, olurlara dönermiş dilim de; bir tek hayıra vakıf değilmiş.
Kimse incinmesin diye kendimi kanatmayı her seferinde becerirmiş yüreğim ama başkasını üzmek, ona olmaz diyebilmek diye de bir ülke varmış, fakat bana çok uzak, ta Kaf Dağı’nın ardında bir yerlerdeymiş...
Yapmam yapamamlar, vermem verememler, istemesem de yok diyemememler kuşatmış etrafımı bunca sene zihnimin esaretinde, bak ama gördüm artık şimdi, meğer buna gönlüm hiç razı değilmiş.
Ben, aklımdaki adını – sanını – yerini hiç bilemediğim o tuhaf kabul etme coğrafyasının sanrısında kendime kızıp dururken nedenini bilmeden, onlar bakıp bu çaresiz halime ne acı meğer hep gülüp, neşelenip, sevinirmiş.
Kimisi buna bir çocukluk hastalığı diyor. Kimisi kendindeki öz güven noksanlığı; bilemiyorum adını.
Ama her seferinde beni kendime mağlup etti – ediyor; karar verdim kıracağım içimdeki adını koyamadığım bu insana esir yanımı.
Çünkü azalmıyor, artıyor istekleri; her seferinde daha da büyüyor benden bekledikleri; taşıyamıyorum.
Ben gönlümün sesine kulağımı kapatıp her defasında bir daha evet dediğimde, o gidiyor yeni, yepyeni beklentilerle çıkıyor karşıma; inanamıyorum.
Azaldıkça ben, verdikçe kendimden, çoğalıyor – çoğaltıyorlar kendilerini.
Hayır demeyi beceremedikçe alıyorlar, alıp kaçıyorlar içimdeki bütün yaşama sevincini.
Madem karar verdim, kendi ruhumun heykelini yeniden inşa edeceğim bu yaştan sonra bir daha yine kendi ellerimle.
Tüm evetleri, pekiyileri, olurları lafa kaldırdım, şifresi – mührü yüreğimde o sırlı kapının.
Ve artık sadece gerçekten hak edene, kıymet bilene, ancak ona açacağım gönlümü, yalnızca hak edene, hak ettiğini bilene, bildirene…
Hoşça kal içimdeki hayır demeyi asla beceremeyen çocuk, seni tarihimin tozlu raflarının arasına kaldırıyorum.
Yeni bir sayfa açıyorum artık ömür defterimde ve kapılarını iyi niyetimi suiistimal etmek isteyen herkese ardına kadar kapatıyorum.
Haydi hoş çakalın…