"Atatürk’ün sandalına takılıp yüzen veletlerden biriydim…"
Duayen foto muhabiri Ara Güler, 90 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bütün ezberleri bozan, bunu sadece söyledikleriyle değil, hayatıyla da ortaya koyan, kendisini asla bir sanatçı olarak görmeyen Güler'in SuperHaber yazarı İzzet Çapa'ya 2014 yılında verdiği röportaj...
Koca bir çınardı Ara Güler. Gölgesinden istifade etme şansı bulduğum bir çınar… Bir kaç kez röportaj yaptık, aynı masa etrafında onun muazzam bilgeliğine tanık olup, unutulmaz anlar yaşadık.
Bugün, aramızdan ayrılmış olması vesilesiyle, 28 Eylül 2014’te Hürriyet Gazetesi’nde yaptığımız ve iki gün art arda yayınlanan bir röportajı paylaşıyorum. Hatırası önünde saygı, hasret ve rahmetle eğilip…
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
- Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.
Annen zengin bir ailenin kızı yani...
- Evet öyleydiler.
Peki ya baba tarafı?
- Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.
Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim...
- Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.
Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama...
- Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılara büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.
Nasıl bir ortam vardı evde?
- O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.
Sen kaç lisan biliyorsun peki?
- Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.
SINIFTA KALMAYAN HERİF ADAM OLAMAZ
Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
- Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.
Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
- Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.
Ne iş yapıyordun film şirketinde?
- Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.
Çekirdekten sinemacısın yani...
- Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu ama benim macera yarım kaldı.
O niye?
- Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.
Sen de “sinema olamazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
- Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.
Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla...
- Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya... Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.
Neden takma isim kullandın Ara Abi?
- Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.
1950’DE MUHABİR OLDUM 64 YILLIK MUHABİRİM’
Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
- Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir, denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçücüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.
Sonra tanıştın mı bari?
- Ulan ne tanışması? Küçücüğüm diyorum, kafan mı basmıyor. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben de o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret!
Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
- Sinema şirketi yanınca babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da boku yedim; işte bugüne kadar geldim.
6-7 Eylül Olayları sırasında muhabirdin öyleyse...
- Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösterileri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraflarını çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.
Ne yaptın peki?
- Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor, anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp, yeni elbiseleri giyip çıkıyordu.
Kocaman herifler üç paltoyu birden üstlerine geçiriyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!
Tam bir rezillik...
- Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.
Aklın sizin eczanede kalmıştır...
- 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.
Şanslı adammış baban...
- Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilkyardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!
ADNAN MENDERES, O DÖNEM CANIMA OKUDU
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin...
- Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.
Hayrola niye?
- İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.
Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki...
- O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt ta Macaristan’dan geliyor.
Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de...
- Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.
O çalkantılı dönemde meslektaşlarının çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?
- Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var sanki? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan... O sırada Time Life, Stern ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiyim.
Hemen içeri aldılar tabii...
- Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?
Tamam hocam sustum, dinliyorum.
- Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim. Filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım, yurtdışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırdım. Filmleri gören gümrükçü “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza s*çarlar” dedi.
Sen ne yaptın peki?
- Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp “Bunlar ne?” diye sordu. Ulan sanki p*zevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem, dünyanın hiçbir şeyden haberi olmaz” dedim, o da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu ib*eyi” diye bağırdı.
Nereye götürdüler seni?
- Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa “Bana sigara ver ulan” falan diyorum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.
Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları...
- Yolladım yollamasına da bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.
SOPHIA LOREN BENİ ARKADAŞI SANIP POZ VERDİ
Biraz havayı yumuşatalım... Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?
- Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.
Sophia Loren’den de mi güzeldi?
- Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.
Sophia’yı da çektin ama değil mi?
- Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i... Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?
Albay Kenan mı?
- Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.
Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
- Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin” dedim, o da “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).
Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz...
- Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?
FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN AKIL HASTANESİNE YATTIM
Her ünlü bu kadar kolay “Çeeek” dememiştir herhalde...
- Ne kolayı? Resim çekmek uğruna akıl hastanesinde bile yattım.
Neden, yaşadıkların yüzünden sinirlerin mi bozuldu?
- Yok ulan o kadar da değil! Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardı ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, “Hastayım” falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!
Çekebildin mi bari?
- Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı, feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’in korumaları “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.
İçinde ukte kalmış, fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?
- Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.
Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?
- Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin, benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam... O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da Amerikalı ünlü tiyatro yazarı Eugene O’Neill’ın kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demeden bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş ama resim çekme” dedi.
E yine de çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafları olurdu...
- Adam yürüyen iskemlede felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımaz olduğunu biliyordu.
Objektifinden kaçan diğer isim kimdi?
- Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıkta benzetsem şu pezevengi diye içimden çok geçirdim ama yapmadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için... Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’ın ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.
Sağlık olsun, sen de gidip koskoca Picasso’yu çektin!
- Ulan çektim ama çekene kadar neler çektim sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun ama o beni hiç sevmez” dedi.
Neden sevmezmiş?
- Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede herkese atlamış durmuş işte. Antika bir herif...
Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?
- Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini kaptım.
Tehditle ulaştın Picasso’ya yani...
- Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye başladım etrafta boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de “Nasıl olsa sonra sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.
Sözünü unutmadan, çizdi mi resmini?
- Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.
Kitabını geri verseydin bari adamın?
- Ulan sonra baktım kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp yanımda getirdim.
DALİ 10 DAKİKALIK POZ İÇİN 25 BİN DOLAR İSTEDİ
Ressamlarla devam edelim... Salvador Dali desem...
- Herif Dali değil bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı; “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.
Pamuk eller cebe...
- “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.
Neymiş derdi?
- Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.
Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
- Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.
Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama...
- Bu aldı gazetecileri karşısına; “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!
Tamam tamam son bir soru... Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var.
- Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?
Yok devamı yarın... Senin hikayen bir güne sığmaz...
- (Gülüyor)...
Tek fotoğrafa koca bir “ömür” sığdırabilen adamla muhabbete koyulunca, anlattıklarını bir güne sığdırmak da mümkün olmuyor haliyle...
Üstelik röportaj sırasında, masada daha mürekkebi kurumamış yeni kitabı “Best of Ara Güler/ Ara’dan Yetmiş Yedi Yıl Geçti” de vardı. Kitabının girişinde fotoğrafçılığı şöyle tarif etmiş büyük usta: “Fotoğrafçının geldiği fark edilmemeli... Zaten böyle bir hava yaratılırsa gerçek duruşlar bozulur. Ortalıkta pek görünmemeye çalışırım. Fotoğrafçı sessiz dolaşan bir şahit gibi çalışmalıdır.” Şimdi sessiz şahitlik sırası bizde. İşte dünkü sayfalardan taşıp bugüne akanlar... Ara Güler’in 77 yıla sığdırdığı fotoğrafları bir kitapta toplandı.
Biraz da özel hayattan bahsedelim... 3 kere evlendin bildiğim kadarıyla...
- İlk eşim Perihan’la evli değildim. Amerikan Haberler Merkezi’nde çalışıyordu. Dört sene birlikte yaşadık. Karıştırmayayım diye, ikinci eşimin adı yine Perihan’dı (gülüyor). Son olarak da Suna Hanım’la evlendim. Suna, Redhouse’un yayın yönetmeniydi.
Suna Hanım’ın iki de çocuğu vardı değil mi?
- Evet, biri Kurtalan Ekspres’in gitaristi Ahmet. Diğeriyse Ayşe. O da filarmoni orkestrasında bilmem ne şefi...
Hâlâ görüşüyor musun onlarla?
- Tabii görüşüyorum ulan, neden görüşmeyeyim?
Hiç kendi çocuğun olmadı diye pişmanlık duydun mu?
- Olsaydı iyi olurdu. En büyük hatalarımdan biri budur. İngiliz kız arkadaşım hamile kalmıştı, onu da aldırmıştık. Çocuğumun olmamasının acısını çekiyorum açıkçası. Şimdi anlıyorum ki çocuk olsa miras bırakacak bir halt olurdu. Benim mirasım, arşivim kime kalacak?
Ahmet’le Ayşe ne güne duruyor?
- İkisinin de gazetecilikle uzaktan yakından alakası yok. Kiloyla satarlar ulan benim malları. Düşünsene beş kilo Ara Güler fotoğrafı terazide satılıyor. Sami Güner’in başına gelen benim de başıma gelir. Onun çocuklarının biri müzisyen diğeri mankendi. Her şeyini sattılar herifin. Adamın fotoğraflarını arasan bulamazsın şimdi. Hoş zaten hiçbiri 10 para etmezdi, reklam fotoğrafçısıydı. Benim resimlerimin içinde tarih var, yaşam var, Türkiye’nin geçmişi var. Ötekiler karı bulunca çekmekten başka bir iş yapmamış.
Bu kentin kaybolan çehresi var senin fotoğraflarında...
- İstanbul var yahu İstanbul! Ben o kitaplardaki resimleri çekmeseydim bok çekerlerdi. Bu şehir benim canım, benim memleketim. İstanbul’un işemediğim köşesi yoktur.
Peki İstanbul’da çekmediğin bir yer kaldı mı?
- Yer değildi zaten benim çektiklerim, hayatın parçasıydı. Dünyada her şey insanlar için yapılır. İnsan olmadığı zaman hayat olmaz. Onun için benim fotoğraflarımda hep insan vardır. Ayasofya Camii’nde bir şey çekerken benim için önemli olan önünden geçen insan, yani hayattır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun da fotoğrafını çektin...
- Evet çektim... İyi adam... Hoş iyi olsa ne olur olmasa ne olur... Başbakanı da Kılıçdaroğlu’nu da severim. Fert olarak hepsini severim. Bak, dünyada iki tertip adam yaşıyor; geçici ve daimi meşhurlar... Ben daimi meşhurları tercih ederim. Politikacı olmak bir şey mi? Bir gün varsın, ertesi gün yoksun. Olsana Picasso göreyim! Olsana Einstein! Deli ol da Dali ol!
Senin en güzel fotoğrafını kim çekti bugüne kadar?
- Süleyman Gündüz... AK Parti milletvekili... Arkadaşımdır benim, çok güzel resim çeker.
(Ara Güler'in bahsettiği o fotoğraf)
Bir dönem “Kargalarla insanların benzer yönlerini sergilemeyi düşünüyorum” demişsin...
- Kesin atmışımdır ne bileyim ben...
Neredeyse sigaranın olmadığı hiçbir kareniz yok.
- Günde dört paket içiyordum, hatta zincirleme içiyordum. O zamanlar benim kıçıma pervane bağlasaydın vapur diye adaya giderdim be...
Fotoğraf sanatı günümüzde hak ettiği yerde mi sence?
- Fotoğraf sanat falan değildir. Bir boku beceremeyen herifler iki resim çekip kendilerini sanatçı diye yutturuyorlar. Onlar ha burunlarını çekmiş ha resim çekmiş.
Peki kendini de fotoğraf sanatçısı olarak görmüyor musun?
- Fotoğrafçı değilim, kati suretle sanatçı da değilim. Gördüğümü çekerim, sanat yapmam. Bunun adı foto muhabirliğidir.
Dijital makineler gerçek fotoğrafçılığı öldürüyor mu peki?
- Fotoğrafçılık ölmez, sadece ilerler. O makineler bugün var yarın yok. Fakat sonuçta anı yakalayıp zaptediyorlar. Önemli olan da bu!
Cep telefonu “fotoğrafçılarına” ne diyorsun?
- Çocuk oyuncağı gibi o telefonlar. Ama iyi çekiyorlar doğrusu.
BENDE ŞEYTAN TÜYÜ VARDIR
Daha neler neler anlattı “yaşayan tarih” Ara Güler... “Konstantre” halde bu kadarını paylaşabildim sizlerle. Peki nasıl ikna etmişti bunca dev ismi ve isimlerinden daha dev egoları ona teslim olmaya? Bu soruya kısa ve net bir cevap verdi Ara Abi; “Bende şeytan tüyü vardır. Bu işler çabuk olur...”
ÇEKTİĞİM NAZIM FOTOĞRAFLARINI VE EVDEKİ TÜM KİTAPLARINI YAKTIM
Demokrat Parti hükümetinin af kanunundan yararlanarak Nazım Hikmet hapisten çıkmıştı. Hayat Mecmuası’ndan “Git Nazım’ın resmini çek” dediler, ben de gittim. Etraf sivil polis kaynıyor. Ben kimin polis, kimin ne halt olduğunu hemen anlarım. Sonuçta muhabiriz, hepsini tanıyoruz. Nazım’ın elini sıktım, çabucak bir iki fotoğrafını çektim sonra pırrrr hemen toz oldum. O zamanlar Nazım’ı okumak bile suçtu abi! İşimi yapıp kaçmak zorundaydım. İktidar Nazım’ı askere almayı kafayı koyunca her şey iyice sarpa sardı. Sağlık durumu kötü olduğundan Nazım’ın askere gitmesi ölmesi demekti, o da yurt dışına kaçtı. Vatandaşlıktan atılınca, onunla en ufak ilgisi olan hatta selam veren herkes için soruşturma açılıyordu. Ben yedek subaylığa gitmeden Nazım’ın bütün resimlerini ve evdeki solcu kitapları sobada yaktım. Soranlara da tüm kopyaların kaybolduğunu söyledim. Birkaç sene sonra Cannes Film Festivali’nde Abidin Dino’yla karşılaştım. Abidin “Nazım Paris’te, istersen gel resmini çek” dediğinde hemen yanına gittim. Kaldığı otelde fotoğraflarını çektim fakat ne olur ne olmaz diye uzun süre hepsini gizledim. Bugün piyasada dolanan Nazım Hikmet fotoğraflarının neredeyse tamamı bana aittir.”
ONASSIS’İN DEV YATININ FOTOĞRAFLARINI ÇEKERKEN GÜVERTEDE CHURCHILL’I GÖRDÜM
1959 yazında Yunan armatör Aristotle Onassis, Christina adlı savaş firkateyninden bozma o muhteşem yatıyla İzmir’e gelmişti. Onassis orada sürekli dünyanın en önemli isimlerini ağırlıyordu. Christina’nın İzmir’den İstanbul’a doğru yola çıkacağını öğrenir öğrenmez bir balıkçı motoru kiralayıp beklemeye geçtim. Yat Büyükada yakınlarına demirlediğinde balıkçı teknesinin direğine çıkıp deklanşöre bastım. O sırada güverteye gelen kadın masaya oturdu ve rujunu sürmeye başladı. Kadını önce tanımadım. Elinde purosuyla bir de yaşlı adam oturuyordu. Birden kafama dank etti. Şişman adam Winston Churchill, ruj süren kadın da Maria Callas’tı. Ben yine kendimi kaptırmış fotoğraf çekiyorum. “Ne yapıyorsun?” diye birinin bağırdığını duydum. Baktım Onassis’in ta kendisi. “Paris Match’ın muhabiriyim fotoğraf çekiyorum” diye cevap verdim. Aristotle “Akşam üstü 4:30’da Adnan Menderes Bey gelecek. Sen de gel. Hem fotoğraf çeker hem de röportaj yaparsın” diye beni tekneye davet etti. Fakat ben bu davete icabet etmedim, alacağımı almıştım ne de olsa.”
ÖYLE ESPRİLER YAPTIM Kİ İRAN ŞAHI 6 YAŞINDAN BERİ BÖYLE GÜLMEMİŞTİ
İran Şahı Rıza Pehlevi ile röportaj yapmak istiyordum ama bir türlü randevu alamıyordum. Araya yakın arkadaşı Dışışleri Bakanı Çağlayangil girdi. Neyse randevuyu aldık, Tahran’a gittim. Yanımda kız arkadaşım Perihan ve Ayşegül Dora da vardı. Bizi Niyavaran Sarayı’na götürdüler. Orijinal bir şey olsun istedim. Şah Elbrus Dağları’nda kayak yaparken resimleri çekmeye karar verdik. Pistlerden birini kapattılar. Zirveye çıkmak için teleferiğe bindik. Şah benim önümdeydi. Birdenbire dengesini kaybetti ve düştü. Müthiş bir kareydi. Elime makinemi aldığım an Şah bana doğru döndü. Gözlerimin içine baktı. Makineyi elimden bıraktım. Bu davranışım Pehlevi’nin çok hoşuna gitmişti, derken samimi olduk. Herifi güldürmek için espriler yapıyordum. O gece yemek sırasında İran Başbakanı Ayşegül’ün yanına gidip; “Ara’ya söyleyin, Şah 6 yaşından beri böyle gülmedi” demiş.