Görev başında olan kişilerle ilgili olarak yazı yazmaktan çok hoşlanan bir kişi değilim. Bu tercihimin hem etik hem de kişisel nedenleri var. Bu sefer bir istisna yaparak görev süresinin son günlerini geçiren bir komutanımız hakkında yazı yazacağım. Bu tercihten dolayı da bir çok eleştiri alacağımı bile bile yapacağım.
Millet olarak kendi yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatanlardan çok hoşlanırız. Mütevazi olanları "sessiz durma seni cahil sanırlar“ atasözünde olduğu gibi niteler ve hiç iş yapmıyor sanırız. Yaptıklarını öne çıkaranları, ‘ben’ lafını ‘biz’ lafına tercih edenleri çok severiz. Nedense de bu tercihimiz kişilerden bağımsız olarak hiç değişmez.
Bu komutanımız yaşanan sürecin kendine özgü durumu nedeniyle, göreve sizlerin değimiyle üç sıfır yenik başlamıştı. Düşünsenize Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere üç kuvvet komutanı istifa etmiş, bir tek o Jandarma Genel Komutanı olarak görevinin başında kalmıştı.
İstifa kararlarının açıklandığı anda Habertürk televizyonunda canlı yayındaydım. Olayın sıcaklığında şahsıma sorulan ilk soru bundan sonra neler olacağıydı. Söylediğim sözü bugün gibi hatırlıyorum: “Sayın Necdet ÖZEL sanırım en zor Genel Kurmay Başkanlığı yapan kişi olacak. Bundan sonra yaptığı ve verdiği kararların her biri, AK parti yandaşı olmak ile tam tersi darbe yanlısı olmak arasında değerlendirilecek. Moral ve motivasyon olarak zor bir dönem geçiren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tekrar rehabilite ederken aynı zamanda bölgesel ve iç sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak. Bunları başarmak için çabalarken de hep yalnız olacak“ demiştim.
Yaşananlar ve gelen tepkiler beni yanıltmadı. Kendisinden önce başlayan Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve benim bile hatırlamakta zorlandığım onlarca davanın omuzlarındaki yükü ile göreve başladı. Emekli ve muvazzaf bir çok TSK mensubu silah arkadaşının kendileri ve ailelerinin sorumluluğunu da üzerine aldı. Kendi döneminde de muvazzaf personel tutuklanmaya devam etti. Bir çoğunuz hatırlarsınız, o dönemde “terör örgütü mensupları“ olarak görülenlere daha iade-i itibarları yapılmamıştı. Bırakın adlarını anmayı, onları cezaevinde ziyaret etmeye Genelkurmay’dan bir yetkili gönderildiğinde, basın ‘darbeye destek mi veriyorsunuz’ diye manşet atıyorlardı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ bir Korgeneral’i cezaevine silah arkadaşlarını ziyarete gönderdiğinde ilk darbeyi buradan almıştı. işte ahval ve şerait bu durumdayken siz öncelikle bu göreve talip olur muydunuz, yok eğer olurum diyorsanız süreci nasıl yönetirdiniz? Genelkurmay Başkanı olsanız süreci tersine değiştirecek nasıl hamleler yapardınız? Durun ve biraz düşünün!
Ben olsaydım diye başlayan önerileri bir bir yazmaya başlayalım isterseniz? Toptan ilişkileri koparır süreç nereye giderse gitsin kavga ederim diyenleri zaten baştan eleyerek konuya girmek istiyorum. Sorun demokratik süreç içinde nasıl çözümlenebilir onu tartışıyoruz. Yok başka bir tezi savunuyor iseniz yazıyı burada terk edin.
İcraata komplolar ile cezaevine gönderilmiş silah arkadaşlarımla başlarım diyenlerin sayısı sanırım oldukça fazladır. Çünkü acil olan onların ve ailelerinin durumudur.
Konu bu olduğuna göre, sizce o ve ekibi nasıl bir yöntem izledi. Tutuklu ailelerinin lojmanlardaki evlerinin bile kapılarının çalınmadığı bir psikolojik ortamda, işe önce tutuklu personeli cezaevinde ve ailelerini evlerinde ziyaret edecek bir ekip kurmakla başlandı. Bu ekipler her hafta düzenli olarak görüşmeler yaptıktan sonra Genelkurmay’a rapor sunmaya başladı. Karşılayabildikleri ihtiyaçları kendileri karşıladılar, yoksa üst makamdan istemeye başladılar. Bu konuyu takip eden bir birimle hukuki süreçler de takip edildi. Yüzlerce sorun kimsenin rencide olmaması amacıyla sessiz sedasız bir şekilde çözümlenmeye çalışıldı. Bu arada basında bu konunun aleyhine yazılar yazılmasına rağmen yapılan faaliyetler dışarıya hiç yansıtılmadı. Önemli olan kahraman olmak değildi, önemli olan içerdeki silah arkadaşlarının ve dışarıdaki ailelerin durumunun düzeltilmesiydi. Bu anlattıklarıma itiraz edenler muhtemelen olacaktır. Bir istisna konuda onlara hak da verebilirim, “O insanlar için ne yapılsa az kalırdı” denmesine. Unutmayın ki bu işler personelle ilgili terörist veya vatan haini diye manşetler atıldığı dönemlerde yapıldı.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaşanan süreçler nedeniyle oldukça yıprandığı, moral ve motivasyonun dip yaptığı ve komutanlarının terör örgütü mensubu olarak içerde olduğu, ordudan ayrılanların sayısının arttığı veya katılımın olmadığı bir durumda siz Genelkurmay Başkanı olsanız ne yapardınız? Ben soruları sordukça yavaş yavaş "ben bu işten vazgeçtim " diyenlerin sesini duyar gibi oluyorum.
Açıkçası yukarda saydığım sorunların çözülmesi ile ilgili bir lokman hekim reçetesi olduğu zannetmiyorum. Hatta bu hastalığa teşhis bile konulmakta zorlanıldığını düşünüyorum. Çünkü sayın İlker Başbuğ başta olmak üzere, önlerinde buldukları bu soruna bildikleri yöntemlerle çözüm bulmaya çalıştılar. Bazen kendilerine konjonktür yardımcı olmadı, bazen de her şey aleyhlerine çalıştı. Kimsenin bilmediği bir tedavi yöntemi için bu süreçlerin içinde çabalayanlara söz sözleme hakkımızın olmadığı düşünüyorum.
Sayın Necdet Özel ve ekibi bildikleri yöntemlerle önce istifaların önüne geçmeye çalıştılar, teşvik edici yasal düzenlemelerle tekrar kurumun cazip hale gelmesi için siyasileri ikna etmeye ve birliklerin içindeki kaynaşmayı tekrar oluşturmaya çalıştılar. Bunu yaparken de aynı anda PKK terör örgütünün saldırıları ve Suriye iç savaşı ile boğuşmaya başladılar.
Kendi dönemlerinde Uludere olayına kadar hava kuvvetlerinin de etkin kullanılmasıyla PKK’nın kaybına göre en az şehidin verildiği bir süreci yönettiler. Çözüm süreci gibi her an provoke edilmeye uygun bir zeminde hata yapmamaya çalıştılar. Açıkçası bıçak sırtında dört sene geçirdiler.
17 Aralık ve 25 Aralık süreci, MİT krizi, Suriye iç savaşı nedeniyle yaşanan onlarca sınır problemi, konsolosluğun basılmasıyla yaşanan rehine krizi, Süleyman Şah Türbesi nedeniyle krize dönen geceler, paralel yapılanma nedeniyle ordu içinde başlatılan soruşturmalar, askerlik süresinin kısaltılması, bedelli askerliğin arka arkasına uygulanması, İŞİD ve Kobani olayları, Güneydoğu’da yaşanan 6-7 Ekim olayları ve benim artık hatırlamakta zorlandığım onlarca problem... Siyasal bölünmüşlüğün ve kutuplaşmanın ortasında alınan yüzlerce karar. Bölünmüşlüğün sonucu olarak devamlı eleştirilen bir kişi. Siyasal nezaketsizliğin arttığı bir düzlemde ortada kalan bir kurum.
Sabır çatlatacak olan onlarca olayda sakinliğini koruyan ve kendini ön plana taşımayan bir kişi. O kişinin nezdinde beraber çalıştığı karargahı. Elinizi biraz vicdanınıza koyarak düşünün isterseniz, siz olsanız ne yapardınız? Ya da daha zor bir soru, siz olsanız bu zamanda bu görevi yapmak ister miydiniz?
Ben kendi adıma hakkımı helal ediyorum bu ekibe. Etmeyenlere de tekrar soruyorum siz olsanız...?