Türk kahvesi
Türk kahvesinin, kendine has tadı, köpüğü, kokusu, sunuluş biçimiyle özgün bir kimliği ve geleneği vardır. Telvesi ile ikram edilen tek kahve türüdür.
Kültürümüzde kendine has bir yeri olan kahve, pek çok kişinin
vazgeçilmezleri arasındadır. Daha önünüze gelmeden kendini
kokusuyla hissettiren kahve, bir dinlenme vesilesi ve sohbet
bahanesidir.
"Türk kahvesi" adıyla ilk milletlerarası markamız sayılabilecek
kahve; güzel bir içecek olmasının yanı sıra pek çok deyime,
atasözüne, şiire ve türküye de konu olmuştur.
Kahve ağacı
Kahve ağacı, kökboyasıgiller (Rubiacceae) familyasına bağlıdır.
Yasemin gibi kokan beyaz çiçeği, kiraza benzeyen kırmızı meyvesiyle
kahve ağacı; bol yağış alan, ortalama sıcaklığın 18-24 °C arasında
bulunduğu ve don hâdisesinin görülmediği Ekvator kuşağında yetişir.
Çalı görünümündeki kahve ağacı; koyu, parlak ve sivri yapraklara
sahiptir; 18 metre kadar uzayabilir; ancak hasadı kolaylaştırmak
için 2-3 metre olacak şekilde budanır. Fidanın meyve vermeye
başlaması için 3-5 yıl gerekir. Kahve ağacı, yılda birkaç defa
meyve verir.
Tarımı yapılan ilk kahve türü, 'Arabistan kahvesi' mânâsına gelen
'Coffea arabica'dır. Bu tür, dünyada üretilen kahvenin % 70'ini
oluşturur. Bu türden sonra, % 29 ile 'Coffea canephora' (robusta
kahvesi) ve % 1 ile geri kalan türler gelir (C. liberica, C.
stenophyla).
Kahvenin tarihçesi
Kahve, Habeşistan'da (Etiyopya) keşfedilmiş ve başlangıçta yiyecek
olarak tüketilmiştir. Daha sonraları, meyvelerinin kaynatılan suyu
tıbbî maksatlarla kullanılmış ve kahve 'sihirli meyve' olarak
adlandırılmıştır. 15. yüzyılın başlarında Yemen'de de tanınan
kahve, yüzyılın sonlarına doğru bu coğrafyada yaygın olarak
kullanılmıştır. 16. yüzyılın başlarında Mekke ve Kahire'ye
götürülen kahve, aynı yüzyılın ortalarında İstanbul'a
getirilmiştir. Kahve İstanbul yoluyla 17. yüzyılın ortalarından
itabaren (İkinci Viyana Kuşatması'nı takiben) önemli Avrupa
merkezlerine ulaşmıştır.
Kahvenin bulunuşuyla ilgili meşhur bir rivayet vardır: Yemen'in
yüksek yaylalarında yaşayan 'Halidi' adında bir çoban, keçilerinin
bir ağacın kırmızı meyvelerinden yedikten sonra dinçleştiğini,
hareketli hâle geldiğini ve geceleri çok az uyuduğunu fark eder.
Çoban, daha sonra o meyvelerden hem kendisi yer, hem başkalarına
verir. Arapçada 'uyaran, dinçleştiren' mânâlarına gelen "kahveh"
kelimesiyle isimlendirilen bu bitki, daha sonraları bir içecek
olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kahvenin, adını ilk bulunduğu yer
olan Etiyopya'nın 'Kaffa' köyünden aldığını iddia edenler de
vardır.
Kahve içme alışkanlığı, ilk olarak Yemenli sûfiler arasında
başlamıştır; uyarıcı tesiri sebebiyle kahve, gece boyunca dua ve
ibadet eden âbidlerin zamanla vazgeçemediği bir içecek hâline
gelmiştir.
Türklerin kahveyle tanışması, Kanunî Sultan Süleyman devrinde
olmuştur. Yemen Valisi Özdemir Paşa tarafından kahve, İstanbul'a
getirilmiş ve Türklerin kendilerine mahsus pişirme usûlünden dolayı
da, 'Türk kahvesi' ismini almıştır. 19. yüzyıl sonlarına kadar Türk
kahvesi, çiğ çekirdek olarak satılıyor, evlerdeki kahve tavalarında
kavrulduktan sonra, el değirmenlerinde çekilerek
içilebiliyordu.
Tiryakileri tarafından 'kara inci' olarak nitelenen kahve, zamanla
saray mutfağının ve evlerin vazgeçilmezleri arasında yerini almaya
ve çok miktarda tüketilmeye başlanmıştır. Türk kahvesinin lezzeti
ve ünü gerek İstanbul'a yolu düşen tüccar ve seyyahlar, gerekse
Osmanlı elçileri sayesinde önce Avrupa'yı, sonra da bütün dünyayı
sarmıştır.
Osmanlı'nın dünyaya hediyesi: Türk kahvesi
Anadolu'dan Avrupa'ya kahveyi ilk olarak 17. yüzyılın başlarında
Venedikli tüccarlar götürür. 18. yüzyılın ilk yıllarından itibaren
kahve içimi Avrupa'da yaygınlaşır. Kahve, İngilizcede "coffee",
Fransızcada "cafe", Almancada "kaffe", Macarcada "kave" olarak
isimlendirilir.
Kahvenin Avusturya'ya giriş hikâyesi de oldukça enterasandır. 2.
Viyana Kuşatması (1683) sonrası Osmanlı orduları geri çekilirken
geride çuvallar dolusu kahve bırakır. Avusturyalılar, çuvalların
içindeki kahveyi, başlangıçta hayvan yemi zanneder. Osmanlıları
tanıyan Georg Kolschitzky, bu çuvalların kendine verilmesini ister
ve bunları sermaye yaparak Viyana'da kahve içilen bir yer açar.
Böylece Avusturyalılar da kahve ile tanışır.
Türk kıyafetlerinin Avrupalı hanımlar için model oluşturduğu,
mehter müziğinin taklit edildiği o günlerde, 1669 yılında, Osmanlı
Sefiri Süleyman Ağa'nın Paris'in mümtaz şahsiyetlerine kahve
davetleri düzenlemesi, Fransa'da kahvenin daha büyük alâka
görmesini sağladı. Hoşsohbet, nüktedan biri olan Süleyman Ağa'nın
elçilik konağına kahve içmeye davet edilmek, Paris ileri gelenleri
için büyük bir ayrıcalık sayılırdı.
18. yüzyıl Fransa'sında, Fransa Kralı XV. Lui'nin yakınlarından
Madam Pompadur, Louvre Sarayı'nın bir odasını Türk odası olarak
düzenler, bu odaya "Ã la Turca" yani "Türk usulü veya Türk üslubu"
adını verir. Bu odanın en önemli özelliği saray hanımlarının Türk
kadınları gibi giyinmesi, zarafet dili olarak Türkçenin
konuşulması, içecek olarak da Türk kahvesinin içilmesidir.
Kahvenin üretildiği yerler
Kahve üretimi, 17. yüzyılın sonlarına kadar sadece Yemen'de
yapılırdı. Kahve tüketiminin yaygınlaşması üzerine kahvenin üretim
alanları genişlemiştir. Önce Seylan'da (Sri Lanka), sonraki
yıllarda Cava Adası (1696), Surinam (1718), Martinik (1723),
Brezilya (1727), Jamaika (1730), Küba (1779), Venezüella (1784),
Meksika (1790) ve Kolombiya' da (18. yy sonları) kahve ziraatına
başlanmıştır.
Kahve üretiminin zirvesinde bugün, bu işe çok sonraları başlayan
Brezilya vardır. Brezilya'yı sırasıyla Kolombiya ve Endonezya takip
etmektedir. Kahve üreten diğer önemli ülkeler ise Meksika, Fildişi
Kıyısı, Etiyopya, Uganda ve Guatemala'dır. Bir zamanlar kahve
üretimini elinde tutan Yemen, günümüzde ilk onda bile yer
almamaktadır.
Kültürümüzde kahve
Kahve ve kahvehanelerin sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası
olmasıyla birlikte, dünyada hiçbir içeceğin sahip olamadığı
yaygınlıkta bir kahve kültürü doğmuştur.
İlk kaynaklarda kahveden; "Türklerin içtiği, siyah renkli,
yemeklere asla eşlik etmeyen, ağır yudumlarla tadına varılan ve
arkadaş toplantılarından eksik olmayan bir içecek" şeklinde
bahsedilir.
Türk edebiyatı ve folklorunda önemli yeri olan kahve ile ilgili pek
çok söz söylenmiş, şiir yazılmış, "Kahve Yemen'den gelir" şeklinde
türküler yakılmıştır. 16. yüzyıl şairleri, kahveyi "bâis-i cem'-i
ârifan" ve "mürde cisme can katan" bir içecek şeklinde tanıttıkları
gibi, Osmanlı tarihçileri de kahvehaneleri "mekteb-i irfan" ve
"mecma-ı irfan" diye vasıflandırmıştır.
İstanbul'da ilk kahvehane Kanunî döneminde Hakem ve Şems adında iki
Suriyeli tarafından açılmıştır. İlk olarak Tahtakale'de açılan ve
daha sonra bütün şehre hızla yayılan kahvehaneler sayesinde halk,
kahveyle tanışmıştır. Kahvehaneler zamanla sadece halkın değil,
müderris ve kadı gibi okumuş kesimin, meşhur şair ve âlimlerin de
buluşma noktası, sohbet yeri olmuştur. Bu yerler, kitapların
okunduğu, şiir ve edebiyat sohbetlerinin, ilmî tartışmaların
yapıldığı mekânlar olması yönüyle aynı zamanda birer "kıraathane"
(okuma evi) idi.
Osmanlı'dan bu yana kız isteme esnasında, gelin adayı, kahveleri
ikram edip elinde tepsiyle kahveler bitinceye kadar bekler; bu
şekilde gelin adayı görücüler tarafından daha iyi görülür. Bazı
yörelerde sabrını ölçmek için damada bol tuzlu kahve ikram
edilir.
Kahve, kültürümüzde mühim bir yere sahiptir. Günün ilk yemeğine
'kahvaltı' (kahve altı) denmesi de, sabahları kahve öncesi yenen
yemek olmasındandır. Dilimizde kahveyle alâkalı "Bir fincan
kahvenin kırk yıl hatırı vardır", "Acı kahvesini içmek", "Gönül, ne
kahve ister ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane" gibi
deyim ve atasözleri vardır.
"Türk kahvesi", klâsik müzikte de unutulmazlar arasına girmiştir.
J. S. Bach, o ünlü Kahve Kantatı'nı bir kahve tutkunu olduğu için
bestelemiştir. Türklere sevgisiyle bilinen Fransız romancı Pierre
Loti, kahveye ve İstanbul'a olan sevgisinden dolayı kahvehanelere
sürekli gitmiştir. En sevdiği semt olan Eyüp'te bir kahvehane bugün
onun adıyla anılmaktadır. 17. yy ve sonrasında Türk kahvesi tutkunu
ünlü isimler arasında Victor Hugo, Alexandre Dumas, Moliere, Balzac
da vardır.
Osmanlı'da kahve ikramı
Osmanlı'da kahvenin ikram edilmesi de, ayrı bir hususiyet arz
ederdi. Bazı yerlerde misafirlere kahveden önce lokum veya
şekerleme türü bir tatlı ikram edilir, onun tadı geçmeden acı bir
kahve sunulurdu. Kahve, bayramlarda, kulpsuz fincanın kendine uygun
bir fincan zarfına konulmasıyla; diğer günlerde ise, tabaklı
fincanlarda ikram edilirdi. Bazen, kahveye farklı bir tat
kazandırmak için, kahvenin içine çiçek suyu, 'ak amber' veya
'kâkule' katılırdı.
Sarayda kahve ikramı ise, çok daha önemli bir işti. Saraya ilk
olarak Kanunî döneminde girdiyse de, kahvenin saray içeceği olarak
itibar kazanması, 4. Mehmed zamanında olmuştur. Sarayda sadece
Yemen kahvesi tercih edilirdi. Kahve ikramı için kullanılan
fincanlar, İznik veya Kütahya çinisinden yapılır; bu fincanların
etraflarında, elin yanmaması için kulp vazifesi gören gümüş veya
altın bir zarf olurdu.
Türk Kahvesi öteden beri çok özel bir içecek konumundadır. Kahve
kavrulma, öğütülme, pişirilme ve ikram edilme usûlleriyle; emek,
temizlik ve dikkat isteyen bir içecektir. Bu usûller, kahvenin
lezzetini artıran unsurlardır. Bunca zahmet biraz da kahve ikram
edilen kişiye verilen değerin bir nişânesidir. İnsanımızın bu
içeceği her hâliyle lezzetli bir kıvama getirmesi, insana verdiği
değeri göstermesinin yanında, meşru dairede kalarak sıhhatimize
menfî tesiri olmayan güzel içeceklerin yapılabileceğinin de
ifadesidir.
Yiyecek ve içecekler, lisân-ı hâlleriyle kendilerini kullananların
hayat tarzını, yeme-içme alışkanlıklarını ve kendilerine nasıl bir
mânâ yüklendiğini söyler. Türk kahvesi, diğer yiyecek ve içecekleri
tüketmede olduğu gibi, insanımızın âdeta 'nimete' bir saygının
gereği olarak lezzetini hissederek tükettiği bir içecektir.