Uludağ
Uludağ’ın tarih sahnesindeki ilk adı “Hep Parlayan” anlamına
gelen Olympos.
Olympos, doruğu bulutların üzerinde kalan, tanrıların ve
tanrıçaların havasını soludukları bir dağ olarak tanımlanıyor.
Kaynaklara göre: Milattan önce 2000 yıllarında, Hititler döneminde
var olan Luvilerden bu yana Uludağ, Olympos adını taşıyor.
Sümerlerde de görkemli, gösterişli dağlar tanrıların yurdu
sayılıyor.
İnsanın ve uygarlığın gelişim sürecinde, dünyanın büyük oranda
sularla kaplı olduğu sanılıyor veya öyle olduğuna inanılıyordu. Bu
nedenle İnsanoğlu yaşamını, suyun erişemediği noktalarda dağlar ve
buralarda ki mağaralarda sürdürüyorlardı.
Ve bu dağların ulaşamadıkları doruklarında tanrılarının yaşadığına
inanıyorlardı... Doğal felaketler, yağmalar ve salgın hastalıklar
yüzünden yaşadıkları kentlerden kaçmak zorunda kaldıklarında daima
dağlara sığınmayı tercih ediyorlardı.
Yunan mitolojisinde Olympos dağında Baba Tanrı Zeus ve diğer on iki
tanrı oturuyordu. Homeros’a göre Baba tanrı Zeus Troya savaşını
Olympos’un zirvesinde, beraberinde diğer tanrılarla birlikte
seyretmişti.
Troya surlarının önünde Akhilleus’un öldürdüğü Habeş kralı
Memnon’un anısına Mısır Luksor’da dikilen anıt kulenin yazıtında bu
dağın görkemini anlatan dizeler bulunuyordu. Bizim Olymposumuzdan
Mysmos olarak bahsediliyor bu yazıtta. Bu arada Memnon yazılı
edebiyata konu olmuş ve kral Priamos’un yanında savaşan ilk
zenci.
Söylencelerde Troya savaşından sonra yenilmeyi hazmedemeyip,
utancından bu dağa kaçan Ajax var, Altın postu aramak için
Karadenize açılan Argonotların gemisinde aşık olduğu savaşçı için
dağlarda kaybolan Heilas var…
Anadolu’ da bilinen ve Olympos olarak adlandırılan 20’dan fazla dağ
vardır. Çıralıdan Nemrut’a, Kaz dağlarından Spil’e ve Uludağ’a
isimler hep Olympos. Ancak bunlar eteklerinde hüküm süren
uygarlıkların adını Olympos'a ek olarak alıyorlardı. Ve bu
uygarlıklar tanrılarının tahtlarını buralara
yerleştiriyorlardı..
Halikarnas balıkçısına göre Uludağ, Anadolu’daki Olympos’lar
arasında en görkemlisi ve kimi araştırmacılara göre mitolojinin
kaynakları arasında gösteriliyor. Cevat Şakir Kabaağaçlı 1954’de
yazdığı “Anadolu Efsaneleri” ve 1955’de yazdığı “Anadolu Tanrıları”
gibi mitoloji kitaplarında bundan bahsediyor.
Ama mitolojideki en ünlü Olympos dağı Yunanistan’da. Teselya’da ki
2911 metre yüksekliğindeki Teselya Olimposu en kutsalı ve
orijinali… Adı da Tanrıların Olimpi yani “Olympes des dieux”
Bilinen tüm güçlü uygarlıklar da kendilerine yerleşmek için daima
dağları seçiyorlar. Pagan inanışından sonra da dağların kutsallığı
binlerce yıl sonra tek tanrılı dinlere sıçrıyor.
Davut peygamber, Sion Dağı'nda, Musa Peygamber Tur Dağı yani Sina
dağında Tanrı ile konuşuyor. Hz. Muhammed Tanrı'dan gelen emirleri
Hira Dağında alıyor... Yani kaynak hep aynı, mekân hep aynı…
Neyse gelelim bizim Olympos’a… Bu topraklarda Mysialılar ve
Bitinyalıların olduğu dönem… Saturnino Ximenez adlı gezgine göre
her iki kavimde uzun yıllar bu dağı paylaşamıyorlar. Her ikisinin
de burada hak sahibi olmak istemelerinden dolayı dağın Bursa’ ya
bakan tarafı Bitinya Olimpi, güneye akan inişi de Misi Olimpi
olarak adlandırılıyor.
Hatta Mysialılar daha da ileri gidip dağın ve bölgenin tanrısallığı
nedeniyle Bithynialılara inat olsun diye ülkelerine “Işık Ülkesi”
demeye başlıyorlar. Tabii dağın adı da Olympos Mysios olarak
anılmaya ve bilinmeye başlıyor.
Dağın eteğindeki şehre ve çevredeki öteki kentlere, Olympos’lu
tanrılar ve tanrıçalar adına tapınaklar, anıtlar inşa edilmeye
başlanıyor. Mysialılar’dan sonra Bithynia ve ardından gelen Roma
döneminde de Mysia Olympos’u bölgedeki en kutsal dağ kalıyor.
Tabi bu sıralamaya bakarsak ve inanırsak şehrin kuruluşuyla ilgili
birçok tarihçinin iddiaları da doğrulanmış oluyor. İddialar ne
diyecek olursanız, birçok kaynakta Bursa’ nın kuruluşu Bithynia
kralı I.Prusias’a dayanıyor. Yazılı kaynaklarda da ilk olarak
coğrafyacı Strabon ve Bizans tarihçisi Etyen'e göre, Romalılardan
kaçarak Bythnia kralı I. Prusias’a sığınan Kartaca’lı ünlü komutan
Hannibal, minnet borcunu ödemek için Olympos’un eteklerine bir
şehir kuruyor.
Bugün tophanede gördüğünüz ve Osmangazi Belediyesinin restore
ettiği ve 67 kulesi olan surların hikâyesi Bithynialılara kadar
dayanıyor. Bizans’a değil…
Dağların, dağın ve şehrin hikâyesi böyle…
Dağın en gerçekçi, bilinen hikayesi ise Roma’nın ve dolayısıyla
Bizans’ın pagan inanışından tek tanrılı inanışa geçmesiyle
başlıyor.. Roma'nın büyük buhranlar içinde olduğu bir dönemde;
insanlar arasında eşitlik, herkese yardım etmek, şefkat göstermek
gerektiğini Hazreti İsa adına söyleyen Aziz Paulus, özellikle
Roma'nın fakir halkı arasında kendine taraftarlar bulmağa başlıyor
ve Hıristiyanlık yeni bir din olarak tüm karşı konmalara rağmen
bütün Avrupa'ya yayılmaya başlıyor.
Roma İmparatoru Constantinus, M.S. 313’de imparatorluğunda yeniden
birlik kurabilmek ve kargaşayı önleyebilmek düşüncesi ile
Hıristiyanlığı, İmparatorluğun resmî dini olarak ilân ediyor. Tabi
bununla birlikte birçok yerde manastırlar ve kiliseler kurulmaya
başlıyor.
Bu arada imparatorluk topraklarında olduğu gibi Keles ve
Orhaneli’de Zeus kültünün yayıldığı önemli tapınaklar kuruluyor. Bu
tapınakların en ünlüsü ve bilineni Orhaneli Göynükbelen köyü
yakınlarında Kayiserapolis antik yerleşimin üzerinde bulunan Zeus
Kersullos tapınağı…
Hıristiyanlığın kabulü ile savaşlardan, yokluktan, imparatorun
baskısından kurtulmak isteyen halk ise ilk zamanlarda her türlü
serbestlik tanınan manastırlara sığınmaya başlıyor. Kiliseler,
manastırlar işinin ustası meslek mensupları ile doluyor… En
ünlüleriyle… Çünkü Manastırlar tam bir kasaba havasında…
Tabi Roma’nın yanında Doğu Roma İmparatorluğu'nda yani Bizans’ta da
aynı tür olaylar sürüyor. Bu arada İkinci yüzyıla değin Anadolu’da
sık aralıklarla tekrarlanan afetlerden yeni dinin mensupları yani
Hıristiyanlar sorumlu tutuluyor.
Bu nedenle yeni dini kabul edenler sürek avlarıyla avlanıyorlar,
kovalanıyorlar, sürülüyorlar ve hatta yırtıcı hayvanlara
parçalatılıyorlar. MS III. yy.da ilk Hıristiyanlar Kapadokya’ya
geliyorlar ve bölgeyi bir eğitim ve düşünce merkezi haline
getiriyorlar.
Bizans başkentine bir hayli uzak olan Kapadokya baskılardan
korunmak ve Hıristiyan öğretiyi yaymak için ideal bir yer oluyor.
Derin vadiler ve volkanik yumuşak kayalarda oydukları sığınaklar
ilk Hıristiyan rahiplerinin Romalı askerlere karşı güvenli bir
sığınağı haline geliyor.
M.S. 303 ve 308 yılları arasında Hıristiyanlara uygulanan baskılar
iyice artıyor. M.S. 4. yüzyılda bazı gruplar bugünkü Uludağ’ın
değişik bölgelerine yerleşerek münzevi bir hayat sürdürmeye
başlıyorlar. Yani mağaralarda veya yaptıkları küçük taş kulübelerde
inzivaya çekilmeye başlıyorlar.
Uludağ ve çevresinde ilk manastırlar 5. yüzyılın sonlarında
kurulmaya başlanıyor. Bizans İmparatoru II. Leon Lezoryen zamanında
da ağır vergiler, savaşlar ve baskılardan kaçınan halkın çoğunluğu
manastırlara sığınmaya devam ediyorlar. Bir zaman sonra Roma ve
Bizans’ta vergi veren ve savaşa gidecek adam sayısı hızla
azalıyor.
Kiliselere Hz. İsa’ya ve Hz. Meryem’e, azizlere ve din şehitlerine
dair resimler yapılıyor, heykeller dikiliyor. Halk dini
heyecanlarını bunlardan alıyordu. 716–741 yılları arasında Bizans
İmparatoru olan Leon Lizoryen İslamiyeti örnek alıyor halkın bu
inanışlarını putperestlik manasına algılıyor ve 726’ yılında İsaya,
Meryeme ve bütün azizlere ait resim, heykel ve diğer yadigârların
parçalanmasını, yakılmasını istiyor. Bu savaş M.S. 846 senesine
kadar tam 116 sene devam ediyor.
Tabi keşiş ve rahiplerde kaçarak Mysia Olympos’unun derin ve
karanlık ormanlarına sığınıyorlar. Bugün Necatibey meslek lisesi
karşısında bulunan ve Osmangazi Belediyesi tarafından restore
ettirilen Fransız Kilisesi rahibi Pierre Bernardin Menthon 1935
yılında Paris’te yazdığı Olympe de Bithynie adlı kitabında Uludağ
manastırları hakkında en ayrıntılı bilgileri veriyor.
Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’larda ileri dereceye
varıyor. En parlak dönemini 8. ve 10. yüzyıllar arasında geçiren
manastırlar, Hıristiyan inancının ilk yıllarında dünya nimetlerini
terk ederek Tanrı’ya ulaşmak arzusu ile şekillenen bir yaşam
tarzının ortaya çıkardığı dini bir müesseseler haline
geliyorlar.
Bu arada 7. yüzyılda Selanik yakınlarında Agion Oros/Aynaroz, 9.
yüzyıl başlarında Bafa Gölü çevresinde Latmos manastırları
kuruluyor.
Tabii ki manastırlar tek bir binadan ibaret sayılmamalı. Bir kasaba
hüviyetindeler. Her manastırın işleri, o manastır bulunan papazlar
tarafından görülüyor. Bunlar arasında çiftçi, bahçıvan, ekmekçi,
terzi, kunduracı, duvarcı, doğramacı, dülger sanatlarına vakıf
papazlar bulunuyordu. Aralarında mimarlar, ressamlarda bulunurdu.
İyi yazı yazan rahipler dua ve dini kitaplar yazarak manastırın
kütüphanelerini zenginleştiriyorlar.
Bu arada Bursa’daki Olimpde ise pek çok manastırlar yapıldığı için
Olympos Mysios’dan aforoza uğrayıp ona sığınan keşişlerle anılan
Oros Ton Kalegeron’a kimi zaman da COLOYERS’a evriliyor…
Rahip Pierre Bernardin Menthon 1935 yılında yazdığı Bithynia Olympi
adlı kitabında Uludağ’da kurulan manastırları; Nilüfer ve Gökdere,
Gökdere Kaplıkaya ve Kaplıkaya-Deliçay arasında olmak üzere 3
bölgeye ayırıyor. Uludağ’ daki manastırlar hakkında bilinen en
detaylı ve tek kaynakta bu…
Türkler, -olasılıkla 6. yüzyıldan itibaren- bölgeye gelmeye ya da
yerleşmeye başladıklarında, dağda münzevi bir yaşam sürdüren bu
insanlar nedeniyle Uludağ’a, “Keşiş Dağı” adını veriyorlar. Zaten
Oros Ton Kalegeron da aynı anlama geliyor. Evliya Çelebi bu dağa
Keşiş Dağı denilmesinin sebebini, Ayasofya’daki patrik ve
rahiplerin, perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” diye
yazıyor, seyahatnamesinde.
Anadolu’nun Aynanoz’u sayılan Keşiş Dağında, Türkler geldiğinde 147
manastır varmış. Uludağ’daki manastırların yönetim merkezi ise
Menthona göre; şuan Kurşunlu beldesinde halen ayakta kalan
kiliseydi. Elbetteki Uludağ Mustafakemalpaşa ilçesinden başlıyor ve
İnegöl’e kadar uzanan bir silsile halinde yer alıyor.
Türklerin gelmesinden sonra manastırların yerini tekkeler,
keşişlerin yerini dervişler alıyorlar. Bu bölgede İslamiyet’in
yayılışının ardından Müslüman sufiler, Hıristiyan keşişlerin
geleneklerini alarak, dağda birçok inziva konutu kuruyorlar.
Bursa’yı fethederek beylikten devlete doğru büyük bir atılıma giren
Osmanoğlu’nun uleması da, Hıristiyanlık karşısında keşişler kadar
uzlaşmacı ve hoşgörülü davranıyor. Onlara bir takım imtiyazlar da
tanıyorlar.
Osmanlı ne kadar da serbestlik tanısa da birçok manastır terk
ediliyor. Birçok keşiş Aynaroz ve Latmos’a kaçıyorlar veya
gidiyorlar. Tabi beraberlerinde de götürebildikleri değerli el
yazmaları ve ikonolar ve diğer sanat eserleriyle birlikte. Başta
Menthon ve Osman Şevki Bey’e göre zaman zaman Bizans
saldırılarından korkan manastır rahipleri bu değerli eşyaların
birçoğunu manastırların yakınlarındaki mağaralarda veya kendi
yaptıkları dehlizlerde saklıyorlar. Çünkü Aynaroz’daki kayıtlarda
bu eserlerin birçoğu bulunamıyor. Her ikiside detaylı inceleme
yapıldığında bulanabileceklerinden eminler.
Burada ilginç olan konulardan bir başkası; manastırlarda yüzlerce
rakip, keşiş yaşamasına rağmen hiç birinin mezarları bulunamıyor.
Bir diğeri bu manastırların ünlü başrahipleri birden bire ortadan
kayboluyorlar. Hiçbir şekilde nereye gittiklerine dair bilgi ve
belge yer almıyor. Abdal Murad adlı derviş Bursa’nın fethinden
hemen sonra terk edilen ve Hıristiyan dönemi için çok kutsal
alanlardan biri sayılan Trikalis zaviyesini tekke haline
getiriyor.
Trikalis zaviyesinin 200 metre üzerinde Aziz Constantin manastırı
bulunuyor. Bu Yahudi dönmesi Hıristiyan papaz’da Hıristiyanlığın
gizemlerini fısıldayan hoş ve gizemli bir ses duymaya başlıyor.
İznik’te gökten kendini çağıran bir ses ve önünde parlak bir ışık
görüyor. Gökten gelen sesin davetiyle ışığın peşine düşüyor. Ve
ışık onu Olimpos dağındaki Phlubute Manastırına götürüyor.
Aynı şekilde Emirsultan’da Pınarbaşı’ndaki Gâr-ı âşıkan denilen
mevkii geldiğinde peşine takıldığı kandiller sönüyor. Burada
kendine bir mekân kılıyor. Bir süre burada münzevi bir hayat
geçiriyor. Daha sonra Tophane’deki Agorlar manastırının olduğu
yerde kendisine bir tekke kurulmasına izin veriliyor. Türkler
gelince, Uludağ’daki tüm keşişlerin kaçtıkları ve yerine
dervişlerin tekke kurduğu söylense de, 15. yüzyıla kadar Uludağ’da
Hıristiyan keşişlerinin varlığı biliniyor.
Tarihçi Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu, Uludağ Üniversitesi Dergisinde
Bursa’nın fethi sonrasını şöyle anlatıyor: "Eski kilise ve
manastırlar yerinde kalmıştı. Örneğin Uludağ’da Alakilise,
Akçakilise, Kızılkilise adı ile anılan köyler oluştu. Geyikli baba,
Baba sultan köyü yakınlarındaki keşişleri ziyaret ediyordu. Daha
sonra Emir Sultan’ın da dağda yaşayan bir keşiş ile sohbet edip
birbirlerini ziyaret ettiği rivayet edilir. Bu dönemden itibaren
Olympos, ‘Keşiş Dağı’ olarak anılmaya başladı. Keşiş dağı böylece
Buhara’dan, Bel’ den, Horasan’dan doğup Bağdat, Şam ve Hicaz’ın
sularında yunup gürbüz bir aşı halinde gelip konanlarla belki de
daha bir doğallık ve inanırlıkla “Ruhban Dağı” olma özelliğini
sürdürdü."
Fatih’in 1453 Mayısındaki fethinden sonra sayısız gezgin adeta yeni
başkente akın eder. Gezip görür, yazarçizer ve sonrasında ille de
imparatorluğun ilk başkentine düşer yolları…“Bu dağa Keşiş Dağı
denilmesinin sebebi, Ayasofya’daki patrik ve rahiplerin, perhiz ile
uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” Evliya Çelebi ünlü
seyahatnamesinin Uludağ’ı anlattığı “Ruhban dağı, yani keşiş dağı
mesiresi” adlı bölümüne böyle giriş yapıyor.
“Ve nice canlar seyishane ve diğer birkaç çadırlarla Bursa’dan
çıkıp güney tarafındaki Pınarbaşı’ndan yokuş yukarı beş saat gidip
Gazi yaylası menziline vardık. Orhan Gazi Bursa’yı bir yıl
kuşattığı vakit, bu yaylada Müslüman gaziler, muhafaza kasdıyla
kaldıkları için Gazi Yaylası derler. (Galiba devetarla altından
bahsediyor. Cilimboz kaynağı) Buradan Bursa şehri baştan ayağa
görünür. Bir küçük halici vardır. İçinde çeşitli alabalıkları
bulunur. Oradan baş yukarı yine 5 saatte Sobran menziline
(Zeynilerin üstü) vardık. Kestane ormanlı büyük bir yayladır. Bunun
göllerinde alabalık vardır. Osmangazinin kırk bin koyununun
dölünden türeyen nice yüzbin koyunun burada yaylanır”. Sabahleyin
yine hayvanlara binip kıble tarafına baş yukarı çıktık ve üç saatte
Bakacak’a geldik.
Lamii Çelebi Kanuni Sultan Süleyman’ın Bursa ziyareti nedeniyle
tahminen 1522 de yazdığı 638 beyitlik şiiri Şehrengiz-i Burusa’nın
uzunca bir bölümünde Uludağ’ı anlatıyor.
İngiltere Elçiliği Kilisesi başrahibi Robert Walsh Bursa, Uludağ ve
Emirsultan adlı eserinde tanrıların dağı Olympos’un eteklerine
tutunmuş Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa ve Uludağ için şunları
yazıyor; Bu kentte daima, gören herkesin gözünde hoş bir yer
olmasını sağlayan bir sürü özgün cazibe ve özellikle Türklere hoş
gelen, kendine özgü bazı nitelikler vardır. Görkemli bir dağın
eteğine kuruludur, ardındaki ulu bir ormanın kucağına yaslanır ve
önündeki tatlı bir eğim üzerinde doğanın en zengin parçası vardır.
Orman görünümünden yukarıya doğru yükselen yüce dağın dimdik,
günışığıyla parıldayan ve aşağıdaki koyu renkli ve sık yapraklı
ağaçlarla tam bir kontrast oluşturan ebedi karlarla kaplı tepeleri
göze çarpar. Sıcak geçen dokuz ay boyunca, donmuş yüzeyler üzerine
düşen yaz ışıkları bin şelaleyle dağın yamaçlarından düşen, hiç
tükenmez saf ve berrak su akıntılarını aşağıya indirir. Hızla akıp
giden bu çağlayanların bazıları kentin içinden akar ve kızgın bir
atmosfer altında, termometre 35 derecedeyken, her caddeden,
kıvrılarak akan buz gibi bir su dereciği geçer. Kente böylesi bir
serinlik ve zindelik veren sular daha sonra aşağıdaki düzlüklerde
akarsular, çaylar oluşturur ve daha ötesi hep sıcaktan kavrulan,
kıraç topraklarla çevrili bu gözde yere inanılmaz bir yeşillik ve
bereket verir. Derler ki, “Doğa Bursa’yı Türkler için
yaratmış”…
1840’lı yıllarda Bernard ve 1880’li yıllarda Bursa’ya gelen Marie
de Launay, birçok Avrupalı gezgin gibi Abdal Murat tekkesinde asılı
bulunan 4 arşınlık kılıcın ünlü Şarlman'ın yeğeni Kont Roland'ın
kılıcı olduğunu iddia ediyorlar. Bu ünlü tahta kılıcın bir kısmı
Sultan I. Ahmet tarafından kestirilip hazineye gelir sağladığını
yazıyorlar.
Tavarih-i Al’i-Osman’a göre; Geyikli Baba Keles’te bugünkü adı
Kemaliye olan Kızıl-Kilise’yi kendi kılıcıyla alıyor. (İbni Kemal,
II-92) Gerçekten de arşivlerde Geyikli Babanın bu savaşa
katıldığına ilişkin bir belge bulunmuş. Geyikli baba hakkında
Amerikalı Türkolog Heath H. Lowry, 1996 yılındaki Uluslararası
Bursa Araştırmaları Kongresi’nde şunları söylüyor; “Tekke önünde,
Bizans döneminden beri kullanıldığı anlaşılan güzel bir çeşme
vardır. Halk arasında bu çeşmeyle ilgili söylentiler olup, yalak
üzerinde el ve ayak izine benzeyen aşıntıları, Geyikli Baba’nın bir
dokunuşuyla yaptığı söylenir. Oysa, olasılıkla Hıristiyan vaftiz
havuzu olan bu kutsal yalağa dikkat edilirse, üzerinde tahrip
edilmiş bir haç vardır. Bizans döneminde Aziz Constantin’in de,
vaftiz yerinden çıkarken havuz üzerinde ayağını bastığı yerde ayak
izleri çıktığı söylenir."
Türkolog Charles Texier, 19. yüzyıl Anadolu’sunu en iyi bilen ve
anlatan yabancılardan kabul edilir. 1834-1837 yılları arasında
Anadolu’yu geziyor. Pek çok bakımdan önemli bir kaynak olan Asia
Mineure (Küçük Asya) isimli kitabında, Bursa ile ilgili
gözlemlerine yer verdiği bölümde şunları yazıyor: “Bizans
İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin gürültüsünden
kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu.” Aynaroz dağı’nda
(Yunanistan) olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva
konutları vardır. “Şehrin gürültüsünden kaçtıkları” doğru olsa
bile, vahşi hayvanlar gibi kovalanıp, avlanıp buralarda yaşamaya,
gizlenmeye mecbur bırakıldıkları da doğrudur. İkon kırıcılığı
devresi, doğu kilisesine karşı sonuçları günümüzde de sürüp giden
bir kıyım ve yıkım dönemidir.
Müslüman halk arasında ise keşişlerin kerametine ve özellikle de bu
dağda, “cidden hikmet” gösterdiklerine inanılıyormuş. Tabi Uludağ
sadece keşişlerin değil Türkmenlerin ve Yörüklerinde yurdu oluyor.
Özellikle dağın güney tarafları… Uludağ manastırların yanı sıra
ticaret kervanlarına da geçiş güzergâhı oluyor. Şimdi kar çukuru
denilen yer başta olmak üzere dağın birçok yerinde Osmanlılar
zamanında buz kuyuları kurulmuş.
Bu dağın karı, Türk imparatorluğunun rahatını ve keyfini yerine
getirdiği gibi, hazinesinin de hatırı sayılır bir bölümünü
oluşturuyor. Bu karlar Osmanlı Padişahlarının öz malıdır ve bunu
her türlü tarım ürününden daha pahalıya satan müstecirlere
kiralıyorlarmış. Bu kişiler şimdilerde Kadıyayla’ya çıkan batı
patikasından katırlarla Uludağ’a çıkıp büyük bölümü saraya ve
kalanı da halka satılmak üzere kar indiriyorlarmış. Hatta bugün
Bursalı Buzcular ailesinin elinde dağın buzlarının bu aileye
verildiğine dair birde padişah fermanı bulunuyor.
Şimdi ki Bakacak o dönemlerde de aynı adla anılıyor. Osmanlı
döneminde görevliler gökyüzünde Ramazan ayının başlangıcını
müjdeleyen hilali görmek için burada konaklarlarmış. Gördüklerinde
de büyücek bir ateş yakıp Ramazan’ın geldiğini duyururlarmış
Bursalılara. Uludağ yamaçlarındaki yaylalarda, mesire yerlerinde
Bursa’lılar günlerini geçiriyorlar. Osmanlı düzeninin 16. yüzyılın
sonlarından itibaren sarsılmaya başlaması Uludağ’da kurulan düzeni
de temellerinden sarsmaya başlıyor. Dağ çetelerin kaynaştığı
tehlikeli bir mekân haline geliyor.
Kervan yolları ve konaklama yerleri yeterince korunamadığından
işlekliğini yitiriyor. Şehirlerarası, bölgelerarası ticaret ve
taşımacılık, kelle koltukta yürütülebilir işler arasına giriyor.
Ticaret sönüyor. Dağiçi köyler, ekip biçtikleri alanları terk
ediyorlar.
Hayvancılık yok oluyor. Yörük pınarları, Yörük obaları ıssız viran
oluyor. Dağdan Padişah sarayı başta olmak üzere İstanbul ve
Bursa’nın gereksinimleri için buz ve kar indiren karcılar bile, bu
görevlerini yapmakta zorlanmaya başlıyorlar.
Öyle ki, eşkıya yollara pusu kuruyor, can alıyor, mallarını gasp
ediyor. Bursa’nın hanlar bölgesi ile çevresini saran mahallelere
korunma amacıyla surlar inşa ediliyor.
Yine eşkıya baskınlarının birinde hanların bir kısmı ateşe
veriliyor. Uludağ’ın bu şekilde bozulan düzeni, dağın orman, bitki
ve hayvan varlığı üzerinde de olumsuz sonuçlar yaratıyor.
Başıboş hale gelen kerestecilik, odun kömürü üretimi ve neden
olduğu yangınlar kent yakınlarındaki orman varlığına önemli ölçüde
zarar veriyor. Uludağ böylece korkulan bir yer haline geliyor.
Sene 1925… Yaz ayları, Bursa Öğretmen okulu müdürü Hakkı Baha
Bey’in önayak olmasıyla Uludağ’a çok sayıda öğrenci ve öğretmenin
katıldığı bir inceleme gezisi yapılıyor. Geziye, Öğretmen Okulu
Öğrencilerinin tümü, İstanbul Öğretmen Okulundan 30, Siyasal
Bilgiler Okulundan 10 ve Bursa Lisesinden 25 öğrencinin yanı sıra,
Bursa’daki ilkokullarda görevli 20 bayan öğretmen ile ortaöğrenim
okullarında görevli Coğrafya ve Tabiat Bilgisi Öğretmenlerinin tümü
katılıyor. Grupta, Harita Müdüriyeti’nin Ankara’dan görevlendirdiği
topograf Dr. Osman Şevki Bey’de bulunuyor…
Kalabalık gezi grubunun dağdaki incelemesi 10 gün sürüyor. Grubun
bir toplantısında –gezi başkanı Baha Bey’in de teşvikiyle- dağın
adının Uludağ olarak düzeltilmesi gereğinde birleşiliyor. Osman
Şevki bey ise Uludağ Mecmuasında çıkan bu tür haberi yalanlıyor ve
Uludağ adının Baha bey değil kendisi tarafından düşünüldüğünü ve
önerildiğini yazıyor.
Dr. Osman Şevki Bey, gezi ve sonuçlarına ilişkin Ankara’ya ilettiği
raporunun sonunda "Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş
Dağı diyoruz. Garbî Anadolu'nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma
baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi
altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi
de halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en
uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ diyelim." şeklinde öneri
getiriyor.
Genel Kurmay Başkanlığı öneriyi olumlu buluyor. O yıllarda Erkân-ı
Harbiye Reisi olan Mareşal Fevzi Çakmak ise cevaben şunları
yazıyor: "Uludağ ismi muvafıktır. Harita dairemize emrettik,
haritalarını bu suretle tashih edecektir. Orduya da tamim
edilmiştir. Ayrıca Dâhiliye Vekâleti nezdinde dahi teşebbüs ederek
Keşiş dağı’na Uludağ denmesi memlekete bildirilmiştir."
1. Coğrafya Kongresinde bu önerisini ısrarla tekrarlıyor. Hatta bu
kongreden çıkan sonuca göre Kuzey Ege’nin iklim özelliklerine sahip
olan Uludağ, Bursa’ nın sembolü olması nedeniyle Marmara Bölgesi
sınırları içerisine dâhil ediliyor. İçişleri Bakanlığı da, dağın
yeni adının Uludağ olmasını ve haritalarla kitaplarda bu şekilde
düzeltilmesini, coğrafyanın değişmesini kararlaştırıyor.
Öneriyi Ankara’ya iletmekle kalmayıp takipçisi de olan Osman Şevki
Bey, soyadı yasası çıktığında Uludağ soyadını alıyor. Osman Şevki
Uludağ’ın bölgeye ilişkin çalışmaları sonrasında 1936 yılında,
Hıristiyanlara ait dinsel yapıları değerlendirdiği, gezip yerlerini
bulduğu ve harita üzerinde işaretlediği 76 sayfalık bir kitap da
yazıyor.
Türkiye’ de atletizm antrenörü olarak görev yapmakta olan Abraham
adlı bir Alman, 1933 kışında Uludağ’da birkaç gün süreyle kalıp
fotoğraflar çektikten sonra dönemin Bursa Valisi Fatin Güvendiren’
le bölgenin bir kayak sporu merkezi haline getirilebileceği
konusunda bir görüşme yapıyor.
Abraham’ın İstanbul’a dönmesinin ardından Galatasaray lisesi
öğretmenlerinden Giyolet adlı kişi de Bursa’ya gelerek tek başına
Uludağ’a çıkıyor ve Bakacak yakınlarında kurduğu çadırında bi kaç
gün konaklıyor. Bu ikilinin verdikleri bilgiler ışığında, dönemin
İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın yeğeni
Bülent Üstündağ 30 dolayında arkadaşıyla birlikte Nisan 1933’de
Bursa’ya geliyor ve Uludağ’a çıkarak bir hafta kalıyorlar. Bu
gelişmelerin özendirmesiyle on kişilik bir girişimci kurul
oluşturularak aynı yıl Bursa Dağcılık Kulübü kuruluyor.
Kurucular arasında bulunan Erkek Sanat Enstitüsü öğretmeni
Selahattin Dacı, Avrupa’dan getirtilen kayaklar örnek alınarak
okulda imalatı gerçekleştiriyor. Batonlar ise bambu kamışlarından
imal ediliyor. Sonraki yıllarda yurt dışından da kayak ve giyim
malzemeleri getirtiliyor.
Bursa’da kayak sporu etkinliklerinin başlangıç döneminde Vali Fatin
Güvendiren (15 Aralık 1926-17 Haziran 1933) Uludağ’ da 17 odalı bir
otel yaptır ise de yeterli donanım bulunmayışı nedeniyle bu otel
ancak yaz aylarında hizmet verebilmekteydi. Bu durum karşısında
dağcılık kulübü, CHP il örgütünün de katkılarıyla Uludağ Cennetkaya
mevkiinde 110 yataklı bir kayakevi yaptırıyor. Bu kayakevi Türkiye
genelinde bir ilk oluyor.
Sömestre tatillerinde Gazi Eğitim Enstitüsü, Yüksek Ziraat ve
Mülkiye mektepleri öğrencileri kalabalık guruplar halinde gelerek
kayak eğitimi alır ve spor yaparlardı. Daha sonraları spor
yapanların güvenlikleri açısından İmdat evi (Doğlubaba), Karabelen
sığınağı ve Otel Gözü (Kirazlıyayla) binaları inşa ediliyor.
1940’ lı yıllara gelinceye değin, köylü ve bazı sporcuların
yararlandıkları patikalar dışında Uludağ’ a iki çıkış yolu tercih
edilmekteydi. Bunlardan birincisi, Kulübün yaz ve kış tarifeli
olarak düzenlediği otobüs seferleri idi. Otobüsler kar durumuna
göre Doğlubaba ve Kirazlıyayla’ ya kadar çıkar; bundan sonra
yürüyerek veya kayak yaparak Kayakevi’ ne veya otele gidilirdi.
İkinci yol ise daha zorlu idi Unçukuru-Karabelen yolundan yaya
veya katırla çıkış yapılırdı. Bu yoldan Uludağ’ çıkacaklar, bir gün
önceden kulübe başvurarak katır kiralardı. Bu ikinci yolda
Karabelen’de ki İmdat Evinde sona erer, buradan yaya veya kayak
yaparak otel bölgesine ulaşılıyormuş.
1939 yılında Uludağ’da İl özel idaresince Büyük Otel yaptırılıyor
ve sonrasında Uludağ’dan öncelikli olarak kayakçılar yararlanmaya
başlıyorlar. Bursa’nın tükettiği yıllık 120 milyon metre küp suyun
neredeyse tamamının kaynağı Uludağ’dır.
1940 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Uludağ’ın suları Bursa
Belediyesinin kullanımına veriliyor. Küçük Zirvenin arka
yamacındaki Agraz pınarından doğan Nilüfer çayı ve Wolfram Madeni
ile Bugünki 2. gelişim bölgesi arasında kalan Kırkpınar kaynakları
Bursa’nın en büyük içme suyu kaynaklarıdır. Sonrasında Kırkpınarlar
Bölgesi, Bursa Hıfzısıhha Kurulu’nun 8.1.1998 günlü kararı ile
“İçme Suyu Koruma Alanı” olarak ilan ediliyor.
1940’ lı yıllardaki yapılaşma ile birlikte otellerin atıkları
Sarıalan deresi yoluyla Kaplıkaya deresine deşarj ediliyor.
Uludağ, tarihsel ve doğal güzellikleri nedeniyle Bursa’ lıların
1960 yılında kurdukları “Uludağ’ı Sevenler Cemiyeti” girişimleriyle
20.09.1961 gün ve 6119-5 sayılı Bakanlık oluruyla 6831 sayılı Orman
yasasının 25. maddesine dayanılarak Milli Park olarak ilan
ediliyor. Milli Park ilanı içinde Bursa’ lılar o tarihteki
koşullarda, günlerce süren gösteriler yapıyorlar, kentin ana
caddelerine “ULUDAĞ’ I KORUMAK İSTİYORUZ, ULUDAĞ MİLLİ PARK
OLMALIDIR” diye pankartlar asıyorlar. Milli Park ilanında yüzölçümü
11 bin 338 Ha’ olarak belirleniyor. Daha sonraki yıllarda bu alan
12.762 ha. çıkarılmıştır.
Botanikçi Mayer’in fark etmesi ve sonrasında yaptığı araştırmalar
sonucunda Uludağ, farklı yükseltilerin farklı orman topluluklarıyla
karakterize edilmesi ve 45 dakikalık bir araç yolculuğuyla bu
alanların görülebilmesi nedeniyle bilimsel ve görsel açıdan özel
önem taşıdığı gerekçesiyle dünya ormancılık literatürüne
giriyor.
1962 yılında Bursa Uludağ karayolu üzerinde 80 hektarlık bir alan
üzerinde kurulan Yeşil tarla geyik üretme istasyonunda geyik üretme
çalışmaları yapılma başlanıyor.
1963 yılında İsviçreli Won Roll firmasınca yapılan teleferik,
teferrüç-Kadıyayla ve Sarıalan arasında seferlerine başlıyor.
1983 yılında Milli Parklar Kanunu çıkarılıyor.
Bu güne kadar yapılan çalışmalarda Uludağ’da 108’i endemik 791
bitki türünün yayılış gösterdiği tespit edilmiş. Uludağ dünyada
sadece Uludağ’da yaşayan 78, ve sadece Uludağ’ da yaşayan 30 bitki
türüne de ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca endemik olmayan ancak
nadir bitkiler listesinde yer alan pek çok türde Uludağ’da
bulunmaktadır. Aynı zamanda dünya ölçeğinde nesli tehlike altında
olan 3, Avrupa ölçeğinde nesli tehlike altında olan 54 bitki
türünün yaşam alanlarını oluşturmaktadır.
Bu arada bilindiğinin aksine Parnassius Apollo kelebeği Uludağ’a
özgü değil. 2 bin metrenin üzerindeki dağlarda yaşıyor. Yalnız pek
de bilinmeyen şu ki Küçük zirvenin güney yamacında, Aras vadisine
kadar olan bölgede yaşayan 3 tür kelebek, Apollodan daha değerli
olduğu biliniyor.