Sultan II. Abdülhamid 22 Eylül 1842 Çırağan Sarayı’nda doğdu.
31 Ağustos 1876’da padişah oldu.
27 Nisan 1909’da saltanatı sona erdi.
Gerçek bir imparator olarak 33 sene hükümran oldu.
10 Şubat 1918 Pazar günü öğleden sonra saat 15.00’te dar-ı bekaya irtihal etti.
Mekanı cennet olsun.
Öldüğünde 76 yaşındaydı. Oldukça sıkıntılı idari ve siyasi bir hayat sürdü.
Ahir ömründe Selanik ve Beylerbeyi Sarayı’nda kendisini tedavi eden, vefatı öncesi ve sırasında yaşananlara da bizzat şahit olan Doktoru Âtıf Hüseyin Bey Hakan-ı Sabık’ın Hakk’a yürüyüşünü şöyle hikâye eder:
08 Şubat 918: (Akşam saat 8-9)
Alışıla geldiği üzere:
- Karnımın burası biraz ağrıyor. İdrarım da bugün biraz az. Belime doğru da bazen ağrıyor. Fakat şiddetli değil dedi.
Nabızlar 80, hararet 36,5 idi. Karnında gazdan dolayı hırıltı duyuluyordu. Mademki idrar azdır, her ihtimale karşı bol süt, yoğurt, muhallebi tavsiye ettim.
- Süt gaz yapıyor, dedi.
İçine karboniyet, süt, Keşişdağ maden suyu ve biraz tarçın suyu koymasını tavsiye ettim.
- Peki, yarın öyle yaparım, dedi.
Göğsünde hafif bir nezle hali mevcuttu.
- Genel siyasi durumun karışık, hele Rusya’nınkinin fazlasıyla bozuk olduğunu söyledi.
09 Şubat 918: (Öğleden sonra)
Her zamanki gibi içeriden bir şey isteyip istemediklerini ağalar vasıtasıyla sordum. Gelen cevapta:
- Efendimiz selam söylüyor. Bugün iyiyim. Kendileri de gitsinler. Bu gece evlerinde rahat etsinler diyor dediler.
Öğleden sonar iki buçuk vapuruyla Kuzguncuk yoluyla İstanbul’a geçtim. Akşam beş vapuruyla Kadıköy’ündeki evime geldim. Kapıdan yaklaşık 17.45’te içeriye girdiğim sırada yukarıda telefonun çaldığını işittim. Kız kardeşim seslendi.
- Saray’dan sizi istiyorlarmış. Soyunmasın. Araba geliyor dediler, dedi.
Bekledim. Araba 19.30’da geldi. Bindim. Gece 20.30’da saraya ulaştım.
09 Şubat 918: (Gece saat 20.30’da yatak odasında)
Hakan-ı sabık Abdülhamid’i yatağının paravanası dışında ayakucuna paralel olan şezlongda limon sarısı bir renkte, alnından soğuk terler döküyor, şiddetli bir nefes alıp verme zorluğu çeker ağır bir halde, yanında Beylerbeyi Hastanesi’nde gece nöbetçi tabibi İhtiyat Yüzbaşı Nikolaki Efendi ile İhtiyat Yüzbaşı Veliaht Vahdeddin Efendinin hususi doktoru Alekyopadis Efendiyi kuru hacamat yaparken gördüm. Saray muhafızı Kaymakam Rasim Bey de bir kenarda duruyordu. Hakan-ı sabık beni görünce elini uzattı:
- Pek rahatsızım. Nabızlarıma bakınız, dedi.
- Efendim, bakınız ben hiç telaş etmiyorum. Korkmayınız. Ehemmiyetli bir şeyiniz yok. Geçer dedim.
Fakat tehlikeli bir vaziyette bulunduğunu takdir etmemek de mümkün değildi. Nabızları saydım 145, nefes 65’i aşkın.
- Korkmayınız diyorsunuz. Evet korkmuyorum. Fakat ıstırabım var.
Midesini göstererek:
- Buradan çok mustaribim. Bakınız, elinizi koyunuz… Orası çop çop çarpıyor. Ağrıyor, dedi.
- Saat dörtte pisboğazlık ettim. 5 adet maydanozlu köfte, iki kotlet, balık, börek çıtırık ile (…) tatlısı yedim, dedi.
Saat beşte sıkıntı başlamış.
- Müsaade buyurunuz bir kere de kalbinizi, göğsünüzü dinleyeyim, dedim.
Muayene ettim. Kalp atışı o kadar hızlı ki gürültüden başka bir şeyi duymak kabil değil. Sırtın sol tarafında, sağdan daha ziyade bir kan toplanmış. Adeta zatürrenin başlangıcında işitilen sesler (râles crepitantslar) işitiliyor…
Müşavere neticesinde teşhisi: Kan toplanması ve zatürre. Hararet 36,7. Duyulan heyecandan kaynaklı vaziyet biraz azalmış olduğundan biraz rahatlama var. O sırada Doktor Nikolaki Efendinin yazdığı reçete ile hastaneden yapılan ilaç geldi.
- Reçeteyi okuyunuz. İlaç nasıl?, dedi.
- Okudum. Pek güzel. İçebilirsiniz, dedim.
Yarım saatte bir küçük fincan. İlacı tarifesine uyarak fincan ile almağa başladı. Bir iki fincan bizim yanımızda içti. İlaç içmeyen hakan-ı sabık nasıl oluyor da ilaç içiyordu. Gözüme inanmak istemiyordum. Istıraptan olacak.
Verilen ilaca rağmen genel durumu aynı vahim bir durumu vardı. Saat 10’da:
- Artık ben biraz rahat gibiyim. Yatağa gireyim. Siz de dışarı çıkınız. Fakat Nikolaki Efendi burada kalsın, dedi.
- Merak buyurmayınız burada, dedim…
Âkil Muhtar, Neşet Ömer, Selanikli Doktor Rıfat beyleri istedik. Biz her yarım saatte içeriye girip yatağında yatmış olduğu halde muayene ediyoruz. Kâh hardal kâğıdı gezdirerek; kâh midesi üzerine lapa (keten tohumu) koymak gibi kabul edeceği şeyleri yapıyorduk. Ağrıyı teskin için morfin yapalım dedik.
- Hayır! Morfinden ölenleri bilirim. İstemem, dedi.
Sabaha karşı saat 04.00’te ilaç bitti. Bizi yine çağırdı.
- İlacım bitti. Istırabım daha devam ediyor. Bu ilaçtan daha yazınız, dedi.
İlacı tekrar ettik ve yalnız Sulf de Spartein (İspartein) miktarını 0,01 santigram yazdık. İlaç geldi. Bir fincan içti. İlaç yaramadı dedi. Bir daha içmedi.
Sabahleyin banyoya yapmaması tavsiyesine:
- Banyo medar-ı hayatımdır. Beni ondan kimse men edemez, dedi. (Banyosunu da yapmış.)
10 Şubat 918: (Sabah saat 10.00)
Ben başında oturuyorum. Nuri Ağa geldi. Doktor Rıfat Bey ve Doktor Âkil Muhtar Beyler geldi.
- Git söyle yalnız Rıfat Bey gelsin. Diğerini istemem, dedi.
Nuri Ağa çıktı. Gitti. Bana:
- Siz gidiniz, yalnız Doktor Rıfat Beyi alınız. Sonra hakkımı helal etmem, dedi.
Ben çıktım. Rasim Beyin odasında doktorlara ulaştım. O sırada Nuri Ağa Rasim Bey tarafından tekrar Hakan’a gönderilmiş. Zat-ı şahane tarafından gönderildiğinden doktorların hepsini kabul etmezlerse ayıp olur denilmiş. Biraz sonra Nuri cevap getirdi.
- Buyurunuz, dediler.
Beraberce içeri girdik. Âkil Muhtar Bey, Rıfat Bey, Nikolaki Efendi, Alekyopadis Efendilerden oluşan bir heyet tarafından bir tıbbi müşavere yapıldı. Evvela Âkil Muhtar Bey, sonra Rıfat Bey tarafından muayene edildi. Dışarıdaki salona çıkıldı. Özima ile birlikte ciğerde kan toplanması ve kalp yetersizliği vardı.
İlaçlar yazıldı.
Hakan-ı sabıkın yanına gidilerek ilaçların kullanım şekli tarif edildi.
Ayrıca kanlı hacamat yapılması teklif edildi. Muvafakat etti. Arkasına 9 adet kanlı hacamat yapıldı. İcap ederse gece saat 20.00’de ön tarafa da kâfi miktar yapılsın diye karar verildi. Kendisine biraz ciğerlere kan hücum etsin denildi. Müsaade alınarak dışarı çıkıldığı sırada saat 00.30 olmuştu. Eczaneden kaim güllaçlar geldi. Digalen bulunamamış. Bir adet güllaç verildi.
- Ben güllaç sevmem, dedi.
Öyle ise bir kahve kaşığı içine güllaç muhtevisi boşaltılarak içilebilir denildi. O yolla verildi. Biz dışarı çıktık. Doktorlar gitti…
Saat 02.45
Beni çağırdılar. Hakan’ın yanına gittim.
- Istırabım geçmedi. Göğsüme kanlı hacamat yapınız. Hadi çabuk diğer doktorla kesiniz, dedi.
Ben dışarı çıktım. O sırada şehzade Selim Efendi geliyor dediler. Bir taraftan doktorları hastaneden çağırmaya haber gönderdim. Diğer taraftan da Şehzade Selim Efendiyi karşıladım.
- Pederim nasıl, sualine,
- Ağırdır, cevabını verdim.
- Nesi var söyleyiniz! Tafsilat veriniz...
İçeriden beni istedikleri haberi geldi. Efendimiz bayıldı... sözleri de kulağıma çalındı. Harem dairesine gittiğim vakit orada bir fevkaladelik, bir heyecan, bir karışıklık başlamış idi. Alelacele hakan-ı sabık Abdülhamid-i Sânî’nin yatak odasına ulaştığımda Abdülhamid’in korktuğu başına gelmiş... Tabii bir hadise vuku bulmuş. Tam zevâlî, öğleden sonra üçte Abdülhamid-i Sânî irtihal etmiş bulunuyordu.
Gözler açık, gözbebeği genişlemiş, nabız ve nefes alma kesilmiş. Etraf zaten akşamdan beri soğuktu. Fakat yüzü, vücudu henüz daha sıcaktı.
Suni teneffüs maksadıyla kolları aşağı yukarı kaldırılıp usulü dairesinde hareket ettirildi. Göğsünün yakınına baskı yapıldı. Bir faydası olmadı. Dil çekilip bırakıldı. Hepsi boş! Sultan Abdülhamid-i Sânî’nin geriye yalnızca ruhsuz cesedi kalmıştı.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.