Eski Türk inanışına göre taht, Kağan’a Tanrı tarafından ihsan olunmuş bir makamdı. Bir insanın Kağan olması Tanrının ona “Kut” yani devlet, saadet, ruh, baht ve ikbal verdiği anlamına gelirdi. Ancak verilen bu “Kut” Kağan’a ömür boyu bağışlanmış da değildi. Kağan’ın başarısız, adaletsiz ve kötü idare sergilemesi halinde kendisine ihsan olunan “Kut” elinden alınabilir mahiyetteydi.
Türk tarihinde Türkün liderini ifade etmek üzere Kağan/Hakan, Hünkâr, Sultan, Padişah, Melik… gibi bir dizi ad ve unvan kullanılmıştır.
Kağan/Hakan: Göktürklerden itibaren "gökteki güneş gibi" tek olarak addedilen ve dolayısıyla da “en büyük hükümdar” için kullanılan bir sıfattı.
Hünkar ise Batılı idarecilere verilen İmparator sıfatından daha üstün ve daha büyük bir unvan olarak benimsenmişti. Osmanlı Padişahları fermanlarda özellikle unvanlarını sayarken “Hünkar” unvanını da kullanmışlardı.
On dokuz ve yirminci yüzyıllar gibi daha yakın zamanlara kadar Doğu’da olduğu gibi Batı ve Uzakdoğu’da da toplumların başlarında bulunan idarecilerini değişik unvanlarla anmaları yahut idarecilerin kendilerini muhtelif ve mutantan sıfatlarla adlandırmaları söz konusuydu.
Söz konusu nitelemeler zaman zaman hayal gücünü aşacak derecede öylesine mübalağalı bir surette olmuştur ki İngiltere Kralı ve Hindistan İmparatoru olan VII. Edward bile sıfatları itibarıyla aynı heybete sahip olamamıştır.
"Çağın En Güzel İncisi”, “Tacı Adalet ve Merhamet Saçan”, “Evrenin En Muhterem Merkezi", “İki Kıyının Sultanı”, “İki Denizin Yüce Kralı”, “Asırların Tacı ve Bütün Ülkelerin Gururu”, “Halifelerin En Büyüğü”, “Allah'ın Yeryüzündeki Gölgesi”, “Alemlerin Rabbinin Elçisinin Yeryüzündeki Halefi” ve “Muzaffer Fatih” akla gelebilen nitelemelerden sadece birkaçıdır.
“Kut”lu olma ya da kendilerini üstün kılma noktasında “Ava” ve “Seylan” kralları daha bir ileri gitmişlerdi. Bunların her biri, gayet tabii bir surette, adları ve varlıklarını tanrısallık nitelikleri ile donatıp kendilerini nihayet "Tanrı" ilan etmişlerdi.
Ava kralı kendisini ayrıca "Tüm Hayvanların Koruyucusu” olduğu için diğerler kralların itaat etmesi gereken “Kralların Kralı" olarak görmüştü.
“Mevsimlerin Düzenleyicisi”, “Denizin Gelgitinin ve Akışının Mutlak Belirleyicisi” ve “Güneşin Kardeşi” nitelemeleri Doğulu krallara özgü taşkınlık unsurlularıydı.
Pers Şahının unvanı "Şahin Şah"tı, yani "Kralların Kralı."
İran Şahı “Zevk ve Lezzetin Gülü”, "Şerefin Şubesi" ve daha başka nitelikleri haizdi. Gerçi “Monomopotapa” kralı ad ve vasıfları itibarıyla Pers Şahından pek de geri olmayıp “Güneşin ve Ayın Efendisi”, “Büyük Büyücü” ve “Büyük Hırsız” olarak adının anılmasını sağlamıştı.
Türk tarihinde sultan ve hükümdarlar, medh ü senaları, kendilerine karşı sergilenen yaklaşımlar ve kendileri için kullanılan sıfatlar bakımından kendi içlerinde, öncekiler ve sonrakiler, makul olanlar ve olmayanlar ve daha başka biçimlerde kategorize edilebilirler.
İlk dönemde hükümdarlara yakıştırılan sıfatlar ilahilik yahut kutsiyet arz etmezken sonraki zamanlarda aksi yönde bir kullanımın ağırlık kazanmaya başladığından yahut kişi kültünden söz edilebilir (gibidir).
Bu durumun en belirleyici ve en basit sebepleri arasında siyasal ayrışmalar ve yönetsel felsefenin temel prensiplerinin ne olması gerektiği konusundaki ihtilaflara ilaveten koyu ve kara cehalet sayılabilir.
Taşıdığı anlam itibarıyla tamamen değilse bile kısmen de olsa kutsiyet ihtiva ettiği/çağrıştırdığı söylenebilecek olan “Yüce” ve “Ulu” kavramları son dönem Osmanlı sultanları için olduğu kadar Cumhuriyet dönemi idarecileri için de kullanımdaki geçerliliğini, bu sıfatların kendilerine atfedildiği isimlerin aksi beyanlarına rağmen, büyük oranda korumuştur.
Bu noktada öne çıkan son dönem hükümdarlarından birisi olarak Batı siyasilerinin dilinde ve yabancı basının sayfalarında Sultan İkinci Abdülhamid olumsuz anlamdaki hemen her türlü sıfatla tavsif edilmişken Yıldız Sarayı’nda ve Osmanlı coğrafyasında ise aksi suretteki nitelemelerin muhatabı olmuştur.