Osmanlı tarihinde yer alan ve başlangıç tarihi 1535’lere kadar uzanan kapitülasyonlar, Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancılara verilen ekonomik, adli, idari vb. hak ve ayrıcalıklardır.
Birinci Dünya Savaşı ortamında Enver Paşa ve arkadaşları bu tarihi musibetten bir an evvel kurtulmak üzere kapitülasyonların lağvedildiğini beyan etmişlerse de en başta Almanya böyle bir karara karşı çıkmıştı. Almanya söz konusu kararın geçerli olabilmesi için Türk hukuk sisteminin bütünsel olarak değişmesi gerektiğinden dem vurmuş, fakat Enver Paşa ve arkadaşları böyle bir değişikliğe gitmeyi kabul etmemişlerdi. Dolayısıyla da kapitülasyonların nihai surette kaldırılması için Lozan Konferansı’nı beklemek gerekmişti. Lozan Konferansı'na katılan TBMM Hükümeti’nin en temel hedeflerinden birisi kapitülasyonların kaldırılmasını sağlamaktı. Konu, Ankara açısından oldukça önemli görülmekteydi. Öyle ki Mustafa Kemal Paşa 7 Şubat 1923’te, Lozan konferansının inkıtaa uğramasının nedenlerinden birisini oluşturan Kapitülasyonların ehemmiyetine işaretle:
Osmanlı devletinin inkırazından sonra bir Türkiye devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil ve Müslümandır. Maatteessüf kapitülâsyonlar meselesinde muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişler ve Lozan Konferansı tevakkuf etmiştir. Kapitülâsyonlar milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir. Kapitülâsyonlar bir devleti behemehal münkariz eder
beyanında bulunmayı gerekli görmüştü.
Ancak Batılı ülkelere tanınmış olan imtiyazların lağvedilmesi, bahşedildiği kadar kolay olmadı. Kapitülasyonlar konusunda uzun ve çetin görüşmeler gerçekleştirildi. Aralarında kapitülasyonların da yer aldığı bazı meselelerde anlaşma sağlanamaması nedeniyle müzakereler duraksamaya bile uğradı.
Müzakereler sırasında Mr. Child başkanlığındaki ABD heyeti iki tarafı da incitmeyecek surette bir politika izlemişti. Mr. Child, bir taraftan Türkiye’nin kapitülasyonları lağvetme hakkının olduğunu beyan ederken diğer yanda da yeni bir anlaşma için olasılıkların araştırılması teklifinde bulunmuş, imtiyazların uygun bir zamanda revize edilebileceğinden söz etmişti.
İngiltere ve Fransa ise kapitülasyonların lağvına şiddetle karşı çıkmışlardı.
Fransa’yı temsilen müzakerelerde söz alan M. Barrere kapitülasyonların antlaşma esaslı haklar olduğu konusunda ısrarcı bir tutum sergilemiş, İngiltere adına Lord Curzon ise kapitülasyonlara dair 1871 ve 1878’de olmak üzere iki mutlak antlaşmanın var olduğunu, bu antlaşmalara göre ilgili tarafların tümünün rızası olmadan kapitülasyon antlaşmalarının lağvedilemeyeceğini dile getirmişti.
23 Nisan 1923'te tekrar başlayan ve 24 Temmuz 1923'e kadar devam eden Lozan müzakereleri nihayet barış antlaşmasının imzalanması ile sona erdi.
Varılan antlaşma itibarıyla müttefik devletlerin genel olarak mali ve iktisadi kapitülasyonlardan vazgeçtikleri kabul edilebilirse de adlî kapitülasyonlar noktasında anlaşılamayan noktalar mevcuttu.
Türk heyeti barış görüşmeleri sırasında adlî yapıda yeni düzenlemelere gideceğini, dolayısıyla Batılıların endişe edecekleri bir durumun söz konusu olmadığını ısrarla beyan etmişti. Ancak Müttefik Devletler söz konusu tarihi haklarından feragat edebilmeleri için Türkiye'deki vatandaşlarının geçmişte sahip oldukları kapitülasyon ayrıcalıklarından yararlanacaklarına dair Türk heyetinin Türk Hükümeti adına bazı garantiler vermesi gerektiği konusunda ısrar etmişlerdi.
Nihayet Türk Heyeti, yapılan beyanlar yeterli görülmediğinden, Türkiye'nin mevcut yargı sisteminde bir reform başlatmak niyetinde olduğunu tekraren ifade etmenin ötesinde müzakereler sırasında imzalanan sair belgelere ilaveten bir de “Adli Yönetiminde Yapılacak Reformlar ve Hukuk Müşavirleri Atanması Hakkında Beyanname” imzalamıştı.
Amerikan delegesinin teklifi üzerine Türkiye Cumhuriyeti tarafından Batılı hukuk müşavirlerinden faydalanılması ve hazırlanacak kanun komisyonlarında ve adlî yapının düzenlenmesinde bunların istihdam edilmesi karşılığında adlî kapitülasyonların kaldırılmasını öngören ve Türk heyeti başkanı İsmet İnönü ve Rıza Nur tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmış bulunan söz konusu beyannamede Türk hükümetinin uygarlıktaki gelişmenin gerektirdiği bütün reformları yapmaya hazır olduğu, bu sebeple beş yıldan az olmayan bir süre için Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetinde bulunduğu, bu danışmanların hukuk reformlarını hazırlayacak komisyonlara katılacakları ve Türk mahkemelerinin işleyişini izlemekle ve Adalet bakanına gerekli görecekleri bütün raporları göndermekle görevli bulunacakları beyan ve taahhüt edilmişti.
Söz konusu beyannamenin maddeleri şöyledir:
1. Türk Hükümeti, beş yıldan az olmamak üzere, gerekli göreceği bir süre için, Uluslararası Daimî Mahkeme (Lahey) tarafından hazırlanan listeden seçeceği bir dizi Avrupalı hukuk müşavirini derhal hizmetine almayı teklif etmektedir.
2. Bu hukuk müşavirleri Adalet Bakanına bağlı olarak görev yapacaklar; bazıları İstanbul ve diğerleri İzmir’de hizmet vereceklerdir. Müşavirler yasama komisyonlarının çalışmalarına katılacaklardır. Türk hukuk, ticaret ve ceza mahkemelerinin çalışmalarını, sulh hakimlerinin görevlerini yerine getirmelerine müdahalede bulunmadan, gözetmek ve gerekli gördükleri raporları Adalet Bakanına iletmek görevleridir.
Türk hukuku hükümlerine sıkı bir şekilde uyulmasını sağlamak için medeni, ticari veya cezai konularda adaletin idaresinin, cezaların infazının veya kanunun uygulanma biçiminin yol açabileceği tüm şikayetleri Adalet Bakanı’na bildirmek amacıyla takibe yetkili olacaklardır.
Benzer şekilde, ikametgâh ziyaretleri, hacizler veya tutuklamalardan kaynaklanabilecek şikayetleri izlemeye yetkili olacaklar; ayrıca bu tedbirler, İstanbul ve İzmir yargı bölgelerinde, icralarından hemen sonra, Adalet Bakanının mahalli temsilcisi vasıtasıyla hukuk müşavirine iletilecektir. Bu görevliler bu gibi durumlarda hukuk müşaviri ile doğrudan yazışmaya yetkilidirler.
3. Küçük suçlarda kamu güvenliğini tehlikeye sokmadıkça veya bu tür bir geçici salıverme olayın soruşturmasını engelleyeceği hesaplanmadıkça her zaman kefaletle salıverme emri verilir.
4. Hukuk ve ticarî konularda tahkime yapılan her türlü atıflara ve bunu öngören sözleşmelerdeki hükümlere izin verilir ve buna istinaden verilen tahkim kararları, kararın kamu düzenine aykırı olmaması halinde onaylamayı reddedemeyecek olan Asliye Hukuk Mahkemesi Başkanı tarafından imzalanmak suretiyle yürütülür.
5. Bu Bildiri, beş yıllık bir süre için yürürlükte kalacaktır.
24 Temmuz 1923'te Lozan'da imzalanmıştır.
Büyük Millet Meclisi yukarıdaki Beyanname'nin taahhütlerini yürürlüğe koymak üzere 8 Nisan 1924'te hukuk ve ceza muhakemesini ayrıntılı bir yasa ile değiştirdi, 22 Nisan 1924'te de söz konusu değişikliği yeni yargı sistemine uyarlayan Adliye Reformu Yasası'nı onayladı. Türk Hükümeti ayrıca, Beyanname’de belirtilen koşullar çerçevesinde, Hollanda, İsveç, İsviçre ve İspanya'dan hukuk danışmanları istihdam etti. Hollandalı ve İsveçli uzmanlar olan Dr. Goeman-Borgesius ve Dr. F. Stergel Türkiye'ye gelerek çalışmaya başladı.
İdari açıdan bakıcı bir karaktere sahip olan yargıdaki bu reformun en dikkat çekici ya da kilit noktası, Şer’i mahkemelerin yeni kurulan mahkemeler ile birleştirilmesi ve laikleştirilmesi ve tek bir birleşik sistemin oluşturulmasıdır. Diğer bir ifade iler şer’i hukukun sona erdirilmiş olmasıdır.
Lozan Antlaşması sonrası hemen her alanda olduğu gibi hukuk alanında da Batılılaşma azmi had bir safhada ve büyük bir azimle sürdürülmüştür. Bu anlamda Lozan’da yapılacak değişiklikler konusundaki beyanını İsmet İnönü Lozan sonrasında bir kez daha teyit etme gereği hissetmiş ve meramını en anlaşılır ve en kat’i surette şu suretle dile getirmişti:
Türk ihtilalinin kararı Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar.
Gerçi İsmet Paşanın yapılacak değişiklikler konusundaki azminin ne derece tabii olduğu tartışılabilirse de yukarıdaki beyanının hiçbir surette özgünlüğü yoktu. Zira İsmet Paşanın sarf ettiği yukarıdaki sözleri, daha yarım asır kadar önce Alman Şansölye Otto von Bismarck’ın, Alman birliğinin kurulması ile ilgili olarak 30 Eylül 1862 tarihinde Prusya Eyalet Meclisi’nde yaptığı konuşmasındaki; Alman birliği konuşularak değil ancak kan ve demir (Eisen und Blut) ile gerçekleştirilecektir şeklindeki ifadelerinin tekrarından başka bir şey değildi.
Lozan’da yazılı olarak taahhüt edilen ve 1924’te hukuk reformunu sağlayan adımlar nihayet Lozan sonrasında atılmaya başlanmıştı. Öncelikli olarak uygulamaya konan karar ise 1921 Teşklat-ı Esasiyesinde “TBMM’nin görevi ahkam-i şer’iyyenin tenfizini sağlamaktır” diye belirtilmiş olduğundan yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde bu yönde uygulanacak olan kanunları hazırlamak üzere 1923’te oluşturulmuş bulunan;
Mecelle-i Vacibat,
Mecelle-i Ahval-i Şahsiyye,
Usul-i Muhakeme-i Hukukiyye ve Şer’iyye,
Ticaret-i Bahriyye ve Berriye,
Usul-i Muhakeme-i Cezaiyye,
Kanun-ı Ceza
komisyonlarının çalışmalarına son verilmesi olmuştu.
Şer’iyye mahkemelerinin lağvedilmesini adli teşkilatın Batı modeline göre düzenlenmesi takip etti. İsviçre’den Medeni Kanun; İtalya’dan Ceza Kanunu; Almanya’dan Ceza Usul Kanunu ve Almanya’dan Ticaret Kanunu alındı. Müslüman, Musevi ya da İsevi, artık herkes tek bir hukuk sistemine tabi oldu. Esasen atılan bu adım çok da garipsenecek bir durum da değildi. Zira daha Tanzimat Döneminde muhtevasını daha ziyade Fransız kanunlarının oluşturduğu:
1840 tarihli Ceza kanunu
1848 Ticaret Mahkemesi
1850 tarihli Ticaret Kanunu
1851 tarihli Kânun-i Cedid (Ceza kanunu)
1858 Arazi Kanunnamesi
1858 tarihli Ceza Kanunname-i Hümayunu
1861 tarihli Usul-i Muhakeme-i Ticaret Nizamnamesi
1863 tarihli Ticaret-i Bahriye Kanunnamesi
1864 Bidayet ve İstinaf Mahkemeleri
1868 Divan-ı Ahkâm-ı Adliyenin teşkili
1879 tarihli Usul-i Muhakemat-i Cezaiye Kanunu
1880 tarihli Ususl-i Muhakemat-ı Hukukiye Kanunu
şeklinde bir dizi mahkemenin kurulması ve kanun ve nizamnamenin ithal edilmesi söz konusu olmuştu.
Diğer bir ifade ile Lozan sonrası yaşanan gelişmeler, başlangıcını, Hamidiye Dönemi ile inkıtaa uğramış bulunan Tanzimat Döneminin oluşturduğu, bilahare 1908 Jön Türk iktidarı ile yeniden uygulanma şansı bulan ve nihayet Cumhuriyet Dönemi ile iktidarını kökleştirmiş olan Batı düşüncesinin Anadolu topraklarındaki hakimiyetiydi.
Düşman Anadolu topraklarından atılmışsa da hukuku ve kültürü geriye miras olarak kalmıştı.
Batı hukukunun geçerli olduğu bir yerde şer’i hukuka müstenit bulunan hilafetin devamından söz etmek ise artık mümkün olmadığı gibi çok mantıklı bir durum da değildi.