Düşün, Contact filmindeki Jodie Foster’sın. Evrenin sırrını çözüp dünyaya gelmiş bir kadınsın ve medeni olduklarını düşünen insanlar ilkel mahkemelerinde henüz erişemedikleri, belki de hiçbir zaman erişemeyecekleri bir bilinci anlayamadıkları için seni yargılıyorlar. Senin tek arzun ise o deneyiminin birazını olsun o yüreği kaba insanlarla paylaşmak. Ama dinlemiyorlar! Ama olsun… Kiremit rengi şalı en estetik olmayacak biçimde paltosunun üzerine iliştirilmiş, başkanın inanç danışmanı olan dinsiz bir din adamı seni çıkışta karşılıyor ya… O sana inanıyor. Saçları da dağınık ama olsun; güzel bakıyor. Zaten gözlerine bakmadığın kimseye âşık olmazsın.
Ah şu lanet olası WhatsApp grubunda kavgalar bitmiyor!
Şehirde, haberciliğin klişe tabiriyle “Sanat rüzgârı esen” günlerin içine düştük. Rüzgârın ‘a’sında şapka var; unutulmasın lütfen. “Yedinci Kıta” başlığını taşıyan İstanbul Bienali başlamak üzere. Contemporary İstanbul kapılarını açmak üzere… O güzelim binasıyla Arter açıldı bile… Galeriler dolup taşıyor, e-mail kutumda daha bakamadığım davetler, partiler, etkinlikler bir çağdaş sanat eseri gibi anlaşılmayı bekliyor. Akıllı telefonuma düşen bildirimler aklımı başımdan alıyor. Kültür ve sanata böylesi ilgi yürekleri yumuşatmalı, insanları olgunlaştırmalı diyorsun ama hayır, kafa kafaya geliyor egolar.
“Sen kimsin, lan” diye bağırıyor biri aşağılamak için ötekine.
Öteki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun, ulan” diyor.
Ah şu eziklerin kendini ispat ve gösteriş çabası! Duyan sanır ki birbiriyle tanışmak için yanıp tutuşan insanlar bunlar ama hayır, kavga var.
Beriki küfrü basıyor, taksi şoförü kornaya arsızca asılıyor.
Daha yağmurlu günlere var, ne bu yazı bitirme telaşı. Sokağa çıkıp kuru yaprak aramayın. Sabır, az sabır!
Önce kadınlar ve çocuklar!
Batan gemilerden ilk tahliye edilenlerden değil, ilk kurban edilenlerden söz ediyorum.
Her gün ortalama 4 kadın ölüyor bu güzel ve yalnız memlekette.
Ve her toprağın altına koyduklarımızın ardından türkü yakan mezarlık bekçisi gibi hissediyorum kendimi.
Daha ağıt yakamadıklarım var; yetişemiyorum çünkü.
Emre Yıldır var! Yıllarca akrabasının cinsel istismarına uğrayan, gizlice aldığı ses kaydıyla savcılığa suç duyurusunda bulunan, suç duyurusuna yanıt verilmeyince “Bu pislikten arınamıyorum” deyip intihar eden, öldükten sonra suç duyurusu dikkate alınan 25 yaşındaki Emre Yıldır…
Halit Ayar var! Gasptan mahkum Ebra Yaşar’ın iyi halden bir hafta izinli olarak geldiği İstanbul’da, herkesin gözü önünde İstiklal Caddesi’nde bıçaklayarak öldürdüğü, 23 yaşındaki İTÜ Elektrik Mühendisliği mezunu Halit Ayar…
Ah daha yazamadığım niceleri var! Borçlu listesi hep kabarık.
Kimileri silahlanıp yaralıyor, öldürüyor insanları; kimileri kötü söz ile, habis bir bakış ile…
Şiir okuyun, Allah aşkına. Bir çiçek koklayın. Bir ağacın gölgesinde oturun, gövdesine sarılın. Bir kap ılık aşure verin komşuya…
Hangi kıtaya kaçmalı günün sonunda, yaşamak ve yaşatmak için?
Dünya yaşamı kutsar çünkü. Doğum-ölüm-doğum-ölüm döngüsünde doğa yaşamı kutsar.
Dişi kaplanların, aslanların hamile avlarını öldürürken dünyaya gelen yavru karşısında donup kaldığını, daha zayıf yavruyu yemek varken onları korumaya aldıklarını izledim. Yemeğinden vazgeçiyor yırtıcı… Avını evlat ediniyor. Bu yaşamı kutsamak değil mi?
Bazı yunus türlerinde dişi doğum yaparken, ortaya saçılan kan kokusuna köpek balıkları gelip anneyi ve yavruyu yemesin diye, diğer dişiler canlarını tehlikeye atıp annenin etrafında bir kalkan oluştururlar. Bu yaşamı kutsamak değil mi?
Moğolistan’da ağlayan develer var. Bu yaşamı kutsamak değil mi?
Oysa “Annelik matah bir şey değil” diye buyurdu zat-ı şahaneleri. Sanki tek bir anne tipi var! Matah olup olmaması anneye, onun nasıl davrandığına bağlı değil mi? İnsana ve doğanın tamamına bakıldığında bir annelik yazılımı olduğu görülür ve bunun tüm evrence kutsandığı da. Bilmiyor mu? Biliyor. Pek çoklarının sevdiği “aykırı ol ilgi çek” düsturuyla hareket ediyor.
Ve anne annedir! Evladını arayan her anne yaralıdır.
Ben ne yazıyorum Tanrı aşkına? Zihnimde uçuşan düşüncelere yetişemiyorum.
Ne çok deli var, ne çok taş atılıyor kuyulara. Mezarlıklarda söylediğim türkülere ara verip kuyulardan taş çıkarmaya çalışırken buluyorum kendimi. Bir toplumun tolere edebileceği maksimum meczup oranı nedir?
Mor Dayanışma, “Bir kadın daha eksilmeye tahammülümüz yok” diyerek erkek arkadaşının ‘Emine Bulut gibi öldürmekle’ tehdit ettiği Mersin’deki E.P.’ye dikkat çekiyor.
İran’da bir seher kararıyor. Sahar Khodayari… Hani 29 yaşındaki futbolsever kadın… Erkek kılığında stadyumda yakalanınca hapsedilen, mahkemede kendini yakan kadın… Ailesi “Kızınız İran’a yeterince sorun çıkardı. Konuşmayın” diye tehdit ediliyor, ölümü üç gün gizleniyor. Fakat şimdi tüm dünya ‘mavi kız’a selam çakıyor. Dünyada kurulmuş en eski devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkiye, yaptığı zulme bak! Kadının ölümü bile yasaklanmış, arkadaş! Koskoca devlet sadece kendi itibarını düşünüyor.
Olmayacak böyle çıkıp hava alayım, diyorum. Yürürken burnunu 75 derecelik açıyla yukarı kaldırmış bir kadına denk geliyorum. Küçük dağları yaratmaya ara vermiş sanırım. Ne oluyor? Markete gidip alışveriş yapacak. Peki, bu afra tafra ne? Gören sanır ki Roma’da taç takma töreni tertipleniyor. Dört kıtada 100’den fazla ülke gezdim, Türkiye’deki kadar kibirli insanlar hiçbir yerde görmedim. Monako Prensi II. Albert’in masasında oturdum, böylesi böbürlenme görmedim. Hani o hep “Ego! Ego” diyoruz ya, ego değil o, kardeşlerim, kuşku götürmez bir aşağılık kompleksi duygusu… Şems-i Tebrizi’ye kulak verirsen…
“Anladım ki derin ve esrarengiz olan her şey susuyor.
Anladım ki susan her şey derin ve heybetli.”
Bu ülkenin makulleri de hep suskundur. Ama bu ülkenin en büyük sorunlarından biri medeni insanlarının da medeni olmamasıdır.
Peki, diyorum kendi kendime, eve gidip şiir okuyorum. Ruhuma iyi geliyor. Ara vermezsem mezarlık türkülerine, kuyu başı nöbetlerinedelireceğim. Ve fakat WhatsApp mesajları bitmiyor. Bitmiyor!
Cesaret üzerine yaptığı konuşmalarla bilinen Ruhan Maral’ın Instagram’da paylaştığı bir videoyu izliyorum. Orta yaşlı bir adam, derenin kenarına çekmiş aracını, eşiyle piknik yapıyor. Kanoya hava basıyor, şişiriyor. Sandalyedeki bacakları tutmayan kadını kucaklayıp kanoya oturtuyor, başındaki şapkayı çıkarıp başına takıyor. Küreklere asılıyor.
Ruhan, paylaşımında “eğer” ve “çünkü” ile sevgiyi neden ve koşullara bağlamayı eleştirmiş. O iki insanın birbirini koşulsuz sevmelerine hayranlık duydum; birbirlerinene güzel eşlik ediyorlar. Biz hep elimiz ayağımız tutuyor mu, ona bakarız. Oysa yüreği de tutmalı bir insanın. Sevgi kötürümü olmak en kötüsü.
Aklıma Hüsamettin Koçan geliyor. “Konular arası geçişlerine, köprülerine hayret ediyorum” der bana hep. Bu yazıyı okurken ağzı açık kalacak, net! Bir yazının bir konusu olur, değil mi? Konusuzum bugün. Meseleleri mesele etmezsek ortada mesele kalmaz bir Türk büyüğünün dediği gibi ama çok meseleyi çok mesele ettim ben, kusura bakmayın.
Düşün, Contact filmindeki Jodie Foster’sın ve dünyaya geri dönmeden önce evrenin sırrını keşfettiğin o yerde sana şöyle deniyor:
“İlginç bir türsünüz. Çok ilginç bir karışım. Çok güzel düşler kurabiliyorsunuz ama korkunç kâbuslarınız da var. O kadar kayıpsınız ki… O kadar yalnız, terk edilmiş… Ama sen değilsin. Dinle, tüm arayışlarımız içinde boşluğu biraz olsun katlanabilir yapan tek şey birbirimiziz.”
Her ne kadar birbirimize katlanamasak da!
Olsun! Kiremit rengi şalı kötü bağlanmış, saçları dağınık ama güzel bakan adam mahkemenin sonunda seni bekliyorsa…