Midhat Paşa'nın kafatası

Mithat Paşanın akıbetini belirleyen gelişmeler Batı dünyasında ve sonraki zamanlarda da Osmanlı ve bugünkü Türk toplumunda Abdülhamid’i lanetlemenin ve kendisine bir takım olumsuz sıfatlar atfetmenin bulunmaz bir vasıtası kılınmıştır.

Paşa’nın ölüm şekline dair türlü türlü rivayetler yabancı basının sayfalarını donatmış, dilden dile dolaşmış ve nihayet Paşa’nın koparılmış kafasının bir kutu içerisinde Abdülhamid’e sunulduğu iddia edilebilecek derecede hakikat dışı anlatımlar kazanmıştır.

Mithat Paşanın anlatılagelen hikâyesinin oluşmasında hiç şüphesiz ki Jön Türklerin de hatırı sayılır derecede katkısı olmuştur.

Bu anlamada The New York Times gazetesi, Jön Türk Cemiyeti’nin Paris'te basılan bir yayın organı olan Meşveret’ten alıntılayarak, Türk Ordusu'nda görev yapmış olup Midhat Paşa suikastına tanık olduğunu söyleyen eski bir çavuşun şu suretteki ifadelerine yer vermiştir:

Midhat Paşa, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesine vesile olmuştur ve kendi adını taşıyan Türk Anayasası'nın yazarıdır. Bu anayasa önce kabul sonra da şimdiki Sultan Abdülhamid tarafından reddedildi.

Midhat Paşa'nın kurucularından olduğu Jön Türk Cemiyeti oldukça zayıftı ve edindiği düşmanlarının sayısı hem çok hem de güçlü ve çetindi.

Midhat, Türk İmparatorluğu'ndaki en yüksek bürokratik mevkilerden birkaçında bulunduktan sonra, sözde vali olarak Arabistan'daki Taif'e sürgün edildi. Ancak kısa bir süre sonra onun yerine Mehmed Nuri Paşa geçti ve kendisi de bir müddet fiilen esir tutuldu.

Hikâyeyi anlatan çavuş, bir gün İstanbul'dan bir subayın Midhat Paşa'yı boğarak öldürmesi için sözlü emirle geldiğini söyler.

Bu emirler doğrudan Mehmet Nuri Paşa'ya verilmiş, o da yaverlerinden birini Vali’nin makamında kendisini beklediğini bildirmek üzere hemen Midhat Paşa'ya göndermiştir.

Yaver Midhat Paşa'yı davet etmek için ayrılınca Vali, Çavuş'a altı asker getirmesini ve kendisi Midhat'ı onlarla birlikte terk eder etmez onu boğmalarını emretti.

Yaver, Midhat Paşa'nın dairesine vardı ve ona, Vali'nin makamında kendisini beklediğini bildirdi.

Reformcu Türk, davetin ne anlama geldiğini tahmin etmiş gibiydi, çünkü ayağa kalkmış ve Müslümanların sıkıntılı anlarında yaptıkları gibi yapmış: “Yüce Allah'tan başka yardım ve kuvvet sahibi yoktur” diye mırıldanmıştı. Sonra da sükûnet içerisinde, Vali'nin huzuruna varıncaya kadar, yaveri takip etti.

Valinin odasına girdiğinde cellatlık yapacak askerler oradaydı.

Vali ayağa kalktı, onu selamladı ve odadan çıktı. Muhafızlardan biri derhal kapıyı kilitledi. Midhat Paşa, cellatlarına dönüp:

  • Demek beni öldürmeniz emredildi, çocuklarım! dedi.

Paşa’nın asil duruşu ve sakin tavrı askerleri derinden etkiledi ve Çavuş'un gözlerinden yaşlar süzüldü. Askerler:

- Evet, efendim, diye yanıtladılar. Midhat Paşa;

- Nasıl öleceğim?, diye sordu.

- Emir boğma yoluyladır, diye yanıtladılar. Midhat Paşa:

- Size, çocuklarıma ve imparatorluğun tüm insanlarına daha fazla özgürlük vermek için verdiğim çabalar için ölüyorum. Çocuklar, size verilen emri yerine getirebilirsiniz, dedi.

Anlatıya göre, askerler gözlerinden yaşlar akarken tereddüt ettiler; Çavuş emri yerine getirmeyi reddetme ve kasabadaki askerler arasında bir isyan başlatma eğilimindeydi. Ancak padişah Abdülhamid bir halifeydi ve emri kanundu. Bunun üzerine askerler Midhat Paşa'nın elini ayağını bağladılar. Paşa sırtüstü yatırıldı, diğer askerler kendisini sıkı sıkıya tutarken iki asker de onu boğarak öldürdü. 

Meşveret’ten iktibasla The New York Times gazetesinde neşredilmiş olan Jön Türk icadı hikâye işte böyleydi. Anlatı, okuyucunun hislerine hitap eden bir üslupla kaleme alınmış, Paşa, kendisini toplum adına feda eden ve fedakârlığından hiçbir surette pişmanlık duymayan tam bir özgürlük savaşçısı olarak takdim edilmiştir. Abdülhamid ise tam aksine, dindar bir insan ve Müslümanların halifesi olmasına rağmen acımasız bir figür şeklinde betimlenmiştir. Amansız ve acımasız bir zalim ile anayasa, hak, hürriyet ve toplumsal adanmışlık timsali bir masumun hikâyesinin yer aldığı bu anlatıyı okuyan hemen herkesin zihninde canavar ve müstebit şeklinde bir Abdülhamid imajının kökleşmesini beklemek ise pek tabii ki kaçınılmaz bir neticeydi.

Meşveret’ten nakille The New York Times gazetesi Midhat Paşanın her ne kadar, ikisinin boğduğu, diğerlerinin ise sıkıca tuttuğu, toplamda altı asker marifetiyle öldürüldüğünden söz etmişse de, The Pall Mall Magazine’de Türkiye Dışişleri Bakanlığı Eski Ataşesi sanı ile kaleme alınmış olan Abdul-Hamid başlıklı yazıda, sadece Midhat Paşayı değil, Mahmud Celaleddin Paşayı da hayattan koparan kişinin tek başına Nebi Ağa olduğu ifade edilmiştir. Vakit bulup daha başka kaynaklara bakıldığında her bir kaynağın kendisine özgü cellatları olduğunu keşfetmek ise hiç de zor bir durum değildir.

The Pall Mall Magazine’deki yazısında söz konusu ismi meçhul, Eski Ataşe’nin, birçok kaynakta olduğu gibi, daha enteresan keşiflerinin olduğunu görmek de hiç şaşırtıcı değildir.

Geçen asırda yazılı basının birbirinden alıntılayıp az farklılıklarla neşrettiği söz konusu enteresan keşfin özgün biçiminin kim veya kimler tarafından kaleme alındığını anlamak zor olsa da ne maksatla icat edilmiş olduğunu tahmin etmek ise gayet aşikardır.

The Pall Mall Magazine sayfalarında yer verdiği ilgili yazısında, Abdülhamid’den söz ederken onu; davranışlarına bakılırsa doğası nazik değil, diye belirtmişken Midhat Paşanın katlini ve sonrası gelişmeleri ise şu suretle ifade etmiştir:

Nebi Ağa, zavallı Sadrazam Midhat Paşa ile Mahmud Celalaeddin Paşanın Taif'te hayatlarına son verdiğinde, Abdülhamid kurbanlarının başlarını görmek isteyerek mumyalanmalarını ve İstanbul'a gönderilmesini emretti. Onun bu talebinin, iki düşmanının öldüğünden emin olmak isteyen Abdülhamid'in, güvensizlikten kaynaklanan bir tedbirden ileri geldiği göz ardı edilmemelidir.

Poverty Bay Herald, 21 Haziran 1909 tarihli nüshasında ya da Grey River Argus’un 3 Ekim 1911 tarihli sayısında, bir İstanbul gazetesine atıfla, Yıldız'daki bir karakolun mahzeninde, Midhat Paşa'nın kafatası olduğu iddia edilen bir kutunun bulunduğu bilgisine yer verilmiştir. Gazete de ayrıca Midhat Paşa'nın kafasının da benzeri bir kutuda Taif'ten Abdülhamid'e mutlak surette gönderilmiş olduğu hatırlatmasında bulunulmuştur.

Bu yöndeki haberler daha başka yazılı basın unsurları tarafından da söz konusu kılınmıştır. Bu anlamda örneğin Avusturya gazete ve dergileri, sonraki tarihlerde de olsa, İstanbul’daki İngiliz postanesinde korkunç bir keşfin hikâyesine sayfalarında yer vermişlerdir.

Söz konusu haberlere göre:

Teslim edilmeyen bir yığın koli arasında, sabık Sultan Abdülhamid adına gönderilmiş olan ahşap bir sandık da bulunmuştu. Sandık içinde daha küçük kurşun bir kutu olduğu görülmüştü. Kurşun kutu açıldığında ise onun da içinde buruşmuş ve pörsümüş bir insan kafası ile karşılaşılmıştı.

Viyana dergilerinde yer alan haberlere göre, Midhat Paşanın öldüğüne Abdülhamid’in kani olabilmesi için, verilen talimat gereği, kendisine gönderilmiş olan kutunun içine, kutudaki başın Midhat Paşaya ait olduğunu belirten, bir de kısa bir nota yer verilmişti. Ancak Viyana dergilerinde yer alan bilgilerde bir problem vardı. O da bir dönemin büyük Liberal Sadrazamı 1884'te Arabistan'da Taif'te infaz edilmişti ve infaz tarihi de gayet iyi bilinmekteydi. Ancak yayın organlarında çıkan haberlerdeki ifadeler ile söz konusu gerçek eşleşmemekteydi. Zira İngiliz postanesinde bulunan kafanın Trablus'tan 1909 yılı Nisan ayında gönderildiği belirtilmişti.

Viyana dergilerinde yer alan böyle bir hadisenin doğruluğu kabul edilse dahi 1884’te öldüğü bilinen bir Paşa’nın kellesinin yıllar sonra, 31 Mart hadisesinin patlak vermesinden hemen önce postaya verilmiş olması oldukça anlamsızdır. İddianın doğruluğunun kabul edilmesi halinde belki en makul izah şekli, söz konusu kafanın, Abdülhamid’e korku ve vicdan azabı yaşatmak amacıyla bir Jön Türk tarafından Midhat Paşanın kafasıymış gibi kendisine gönderilmiş olmasından ibaret olabilir.

Yukarıdaki haberin benzer bir versiyonuna sayfalarında yer vermiş olan bir başka gazete de The Washington Post ya da West Gippsland Gazette olmuştur. Şu farkla ki, The Washington Post’un haber kaynağı Viyana değil, İstanbul’dur. Gazeteye göre kutudaki kısa notun sahibi de bir Topçu subayı olan Mahim Ağa’dır. Pek tabii ki Mahim Ağa daha evvelce Midhat Paşanın celladı diye zikredilmiş olan Nebi Ağa’dan ayrı biridir.

Midhat ve iki arkadaşının ücra sürgün yerindeki ölüm nedeni, resmî açıklamaya göre, humma kaynaklıydı. Pek tabii ki böyle bir açıklama hakikati olduğu gibi yansıtmıyor olarak değerlendirilebilir. Ancak Paşa’nın ölüm öyküsünün, Jön Türk Hükümeti'nden emekli maaşı alan ve İstanbul'da yaşayan oğlu tarafından yazılan Midhat Paşa'nın Hayatı adlı eserde anlatıldığı biçimiyle olmadığı da muhakkaktır.

Mithat Paşanın isminin hep yüceltilmesi ve yüceltmek için de türlü türlü ve son derece renkli iddialar ortaya atılarak Abdülhamid’e katil sıfatının uygun görülmesinin temel esprisi, iddia edildiği gibi, Abdülhamid’in Paşa’nın katlini istemesi ile ilgili değildir. Esasen Batı’nın Midhat Paşayı her fırsatta yücelterek zikretmiş olmasının temel nedeni de Midhat Paşanın şahsiyetinden kaynaklanmış da değildir. Bilakis Batı’nın kendine özgü bir sistemi Midhat Paşa ve benzerleri aracılığı ile Doğu’da hâkim kılma fırsatını, belli bir süreliğinde de olsa, elinden kaçırmış olmasından ileri gelmekteydi.

Esasen bu durum Fortnightly’da J. L. Garvin imzası ile kaleme alınan bir yazıda bir anlamada ifade edilmiş olup şu ifadelere yer verilmiştir:

Anayasa ilkelerini getireceği ve Anayasa danışmanlarının rehberliğinde olacağı anlayışıyla kendisini (Abdülhamid’i) tahta çıkaran Midhat'ın ölümünü düşünüyoruz. Bu ilk ünlü kurbanın kaderini, acımasız ve bitmeyen bir karakter ve yetenek yasağı izledi.

1876'da Balkanlar ayaklanma ve dolayısıyla Türk İmparatorluğu savaşın eşiğindeydi. Pratik olmayan bir parlamento bu krizle başa çıkacak durumda değildi. Sıradanlık içinde uysal biri olması beklenen genç Sultan Abdülhamid birkaç ay içinde yönetimin tüm iplerini eline almıştı. Yıldız, hükümetin gerçek makamı haline gelirken Babıali ise sadece başvuru şubesine dönüştürüldü.

Batı’nın Midhat Paşayı neden fazlaca önemsediğini yahut Abdülhamid’e mukabil onu neden her daim savunma gereği hissettiğini ortaya koyması bakımından The Times gazetesinde yer alan şu ifadeler de önem arz etmektedir:

Abdülhamid, tam olarak Midhat ve yandaşlarının istediği gibi, genelde liberal görüşlü, orta zekâlı, iyi niyetli ve zayıf karakterli bir adam olarak zannedilmişti. Gerçekte ise o çok kurnaz bir olup tam bir diplomattı.

Tahta geçmesinden birkaç ay sonra, Mithat'ı aniden tutuklatıp Avrupa'ya göndererek ve ardından amcasının tahttan indirilmesinde başrolde yer alan diğer tüm şahsiyetleri sürgün ederek tebaasını ve genel olarak dünyayı şaşırttı.

The Times gazetesinin beyanından da anlaşılacağı üzere Batı’da mutlak surette bir Midhat Paşa sevgisi yoktur, bilakis dünden bugüne kendisine karşı gösterilen iltifat bütünüyle siyaset esaslıdır. Abdülhamid’in karakteri, şahsiyeti ve izlemiş olduğu siyaset Batı’nın umduğunun hilafına tecelli etmiş ve dolayısıyla da onun Osmanlı tahtında bulunması siyasi, iktisadi, askeri ve sair açılardan Avrupa’yı hiç de memnun etmemiştir. Dolayısıyla da Midhat Paşanın akıbeti Abdülhamid’in katil olarak ilan edilmesi için tam bir vesile sayılmış, olumsuz bir şahsiyet olarak tanımlanması suretiyle var olan olumlu imajının izalesine çalışılmış ve nihayet kendisini kara, karanlık ve kirli bir propagandaya tabi tutabilmek adına dünden bugüne eşsiz bir fırsata dönüştürülmüştür.

Batı’nın kendi siyasi emellerine ulaşmak maksadıyla bu türden hikayeler icat etmiş olması bir dereceye kadar tabii karşılanabilirse de memleketin Midhatçılarını anlamak ise nakabil bir haldir. 

Tüm yazılarını göster