1922 yılı Kasım ayı başlarında İstanbul’da bulunan işgalci müttefik güçler temsilcisi bazı isimler, Müttefik Yüksek Komiserleri ve Generallerinin yapacağı toplantıya arz etmeden evvel, siyasi bir konuyu kendi aralarında masaya yatırmışlardı. Konu oldukça önemli olup Sultan Vahdeddin’in güvenliğinin sağlanmasını ilgilendirmekteydi. Ama bu nasıl olacaktı? Her şeyden önce İtalyan General, Sultan'ın himaye edilmesi konusunda sorumlu olmakta isteksiz görünmekteydi.
Sir Horace Rumbold, İstanbul’dan 11 Kasım 1922’de Marquess Curzon of Kedleston’a gönderdiği telgrafta, yapılan müzakerelerin bir özeti şeklindeki, şu kısa malumatı arz etmişti:
Huzursuz olduğum için. . . özellikle, eski İçişleri Bakanı ve Peyam-ı Sabah gazetesi editörü, anti-Kemalist, Ali Kemal'in götürüldüğü İzmit’te halk tarafından linç edilerek öldürülmesi hadisesini göz önüne alarak, dün müttefik kuvvetlerden meslektaşlarım ve kendi adıma, İstanbul müttefik devletler tarafından işgal etmiş olmasına rağmen, Sultan'ın herhangi bir şiddete maruz kalabilecek olmasından üzüntü duyduğumuzu General Harington'a resmi surette ifade ettim.
Sultan'ın güvenliğinin sağlanması sorumluluğunun bütünüyle İngiliz askeri makamlarına bırakılmasının adil olmadığını düşündüğümü de ilave ettim ve icap ederse müttefik generallerle konuşulmasını ve Sultan’ın güvenliğinin sağlanması sorumluluğunun ortak bir muhafız birliği ile temin edilmesinin ele alınmasını önerdim.
Bu mesele, akşamki müttefik Yüksek Komiserler ve Generaller toplantısında ele alındı. Toplantıda ayrıca Sultan'ın mutlak surette can güvenliğinin sağlaması yolundaki zorluklar üzerinde duruldu. İtalyan General, Sultan’ın emniyetinin sağlanabilmesi için gerekli olan kuvvetin doğuracağı yükten bahsetti. Onun argümanlarından hiç etkilenmedim ve Sultan'ın korunmasına ilişkin sorumluluğu paylaşmaya istekli olmadığı izlenimini edindim.
Sultan’ın şahsi emniyeti konusu işgalci devletler arasında sıkıntı oluşturmuşsa da o tahta geçmesinden sonra idare ve ikamet yeri olarak Yıldız Sarayı’nı tercih etmiş ve İstanbul’un işgal edilmesi sonrasında da orada kalmaya devam etmişti.
Nihayet Sultan Vahdeddin’in kişisel güvenliği Müttefik İşgal Orduları tarafından oluşturulan özel bir kuvvet tarafından sağlanmaya çalışılmıştı. Zira işgal altındaki İstanbul ve çevresinin tüm idari kontrolü işgalci güçlerin elindeydi ve Türk jandarması ve hatta Vahdeddin’in özel korumaları dahi, yanlışlıkla bir kazaya sebebiyet verebilecekleri gerekçesiyle, silahtan bütünüyle arındırılmışlardı. Ayrıca örf-i idare uygulanması kararı da icra halindeydi.
Hal böyle olsa da Sultan Vahdeddin’in Yıldız Sarayı’ndaki can güvenliği, müttefik devletlerin sağlamış oldukları muhafaza tedbirlerine rağmen, oldukça sıkıntılı olmaya devam etmişti. Söz konusu sıkıntı müttefiklerin acizliğinden mi kaynaklanmıştı, alınan tedbirlerin yetersizliğinden mi ileri gelmişti yahut oynanan bir oyunun tabii bir parçası mıydı bunlar tartışılabilir konular olsa da, geçen süre içerisinde, Sultan Vahdeddin birkaç defa ölümden son anda kendisini kurtarabilmişti.
Dönemin Türk basında pek zikredilmemişse de dış basında, hatta bir değil birden fazla gazetede, Vahdeddin ve kabinesine karşı planmış olan suikast girişimlerinin son anda ortaya çıkarıldığı yazılıp çizilmiştir.
The Associated Press’in (Berlin) bildirdiğine göre 6 Kasım 1919’da Sultan Vahdeddin’e karşı bir kumpas girişimi söz konusu olmuştu. Kumpasın temel amacı ise Sultan Vahdeddin’in ve iktidarının mevcudiyetine nihai surette son vermekti.
Evening Star gazetesinin 28 Temmuz 1920 sayısında yer alan bir haber ise bu açıdan daha dikkat çekiciydi. Haberde, Türk milliyetçileri İstanbul Hükümeti’nin barış antlaşmasına imza atmasını önlemek maksadıyla her türlü yola başvurmaktadırlar diye belirtilmişti. Söz konusu gazete haberine göre Milliyetçiler, bir taraftan İstanbul halkını ayaklandırmaya çalışırken diğer taraftan da Sultan Vahdeddin’i, etrafındaki siyasi liderleri ve hatta İngiliz subaylarını ölümle tehdide yönelmişlerdi. Milliyetçiler tarafından yapılan çalışmalar neticesinde şehrin duvarları üç gün süreyle asılmış olan propaganda afişlerini ile süslü kalmıştı. Güvenlik güçleri başta Vahdeddin olmak üzere Damat Ferit Paşa, Sadrazam ve İngiliz Yüksek Komiserine karşı hazırlanmış 4 suikast planını deşifre etmişti. Tertipler tam zamanında ortaya çıkarılmışsa da Milliyetçilerin İstanbul’da kargaşa yaratmak için kışkırtıcı surette davranmaktan geri kalmadıkları mutlak bir hakikatti.
Milliyetçi harekete katılmak üzere gizli ve zorlu bir surette Anadolu’ya geçen Şehzade Ömer Faruk’un Milliyetçiler tarafından daha İnebolu’dan, yardımına ihtiyaç bulunmadığı beyanıyla, geri çevrilmiş olması ve Şehzade’nin tekrar İstanbul’a geri gelmek zorunda kalması, ayrıca o tarihlerde Ankara’nın etkili bir gazetesinin Vahdeddin’i “Türkiye’nin en büyük düşmanı” olarak tanıtıp ilan etmesi, Şehzade’nin geri gönderilmesi olayının bazı çevreler tarafından Ankara’nın sadece Kral Constantine, General Papulas ve Lloyd George’a karşı değil, fakat aynı zamanda Osmanlı Hanedanı’na karşı da mücadele ettiği şeklinde değerlendirmelerde bulunmalarına sebebiyet vermişti. Bu yorum hakikaten de yabana atılabilecek türden bir yaklaşım değildi. O tarihlerde bazı müfrit milliyetçi isimler Hanedan hakkında oldukça gelişmiş Bolşevik fikirlere sahip bir durum sergilemişlerdi.
1922 yılı Ankara ile İstanbul arsında soğuk rüzgârların estiğinin alenen hissedildiği soğuk bir dönem olmuştu. Basında sık sık Vahdeddin’in Abdülmecid Efendi lehine iktidardan çekildiği haberleri yer almıştı. Onun, bugün-yarın saltanattan ayrılacağı şeklinde haberler hiç eksik olmamıştı. Bir anlamda Vahdeddin’e kapı gösterilmekte ve üzerinde psikolojik bir baskı kurulmaya çalışılmaktaydı. Vahdeddin, yine bu tarihlerde, Anadolu’da Yunanlılara karşı kazanılan zaferi tebrik etmek maksadıyla Mustafa Kemal’e bir telgrafı çekmiş, fakat Mustafa Kemal Sultan’ın telgrafını kabul etmeyi kesinlikle reddetmişti.
Özellikle 1922 yılı sonları Kemalistlerin İstanbul’da zemin ve iktidar kazandıkları bir zaman dilimi olmuştu. Bu durum, şehirde bulunan özellikle yabancı nüfusu ve İngiliz, Fransız ve İtalyan askeri temsilcilerini ciddi derecede rahatsız etmişti. Ayrıca, 1919 yılı sonlarında olduğu gibi 1922 yılı sonunda da, İstanbul’daki siyasiler oldukça sancılı zamanlar yaşamak mecburiyetinde kalmışlardı. Associated Press’in bildirdiğine göre Kemalistler, kendilerine muhalefetleri ile tanınan 8 ismi derhal idam etmişlerdi. İdam edilen isimler arasında eski Adalet Bakanı Ali Rüştü Bey; eski İstanbul Kumandanı General Emin Paşa ve eski Askeri Mahkeme Üyesi Albay Fettah Bey de bulunmaktaydı. Gerçekleştirilen idamlar, her kim olursa olsun, Kemalist harekete karşı çıkacakların nasıl bir akıbete maruz kalacaklarının tam bir göstergesi olmuştu. Söz konusu kurbanlar esasen sabık İstanbul Hükümeti’nin üyeleriydi ve aynı kaderi yaşamak istemeyen kabinenin sair üyeleri, değil İstanbul’dan, ülkeden kaçmaya yönelmişlerdi. Hakikaten de, saray ve bürokrasi çevresindeki isimlerin, tanınmış bazı kişilerin ve hatta Elcezireli bazı Arap şahsiyetlerin de aralarında bulunduğu, siyasette etkin surette rol oynamış kimselerden oluşan birkaç yüz kişilik bir grup, bindikleri gemide İskenderiye’ye doğru yol almayı tercih etmişlerdi. İngiliz otoriteleri ise limana ulaşmalarına kadar bu yolcuları himaye etmişlerdi. Gerçi Kemalist güçler yolcuları yolarından alıkoymak istemişlerdi, fakat İngiliz askerleri ile çatışmaya girmekten de kaçınmışlardı. İngiliz himayesinde İstanbul ve Anadolu’dan ayrılacak daha başka isimler de vardı ve bunlar bir sonraki geminin yolcuları olma hazırlığına koyulmuşlardı.
2 Ekim 1920 tarihli Evening Star gazetesinin haberine göre Kral George’a yapıldığı söylenen suikast haberleri Londra’yı karıştırmışken Asyalı Bolşevikler de Sultan Vahdeddin’in hayatına son vermek üzere kendisine karşı bir suikast girişiminde bulunmuşlardı. New Britain Herald’ın verdiği bilgiye göre ise suikast sadece Vahdeddin’e değil, ileri gelen sair siyasi isimleri de hedef almıştı.
Milliyetçi liderlerin savaşçı tutumu ve yarının belirsizliği karşı cephede belli ki ciddi bir geri tepme sağlamıştı. İngilizler elleri altında bulunun yabancı unsurları olduğu kadar aslen İngiliz olan ve ticaretle uğraşan kendi vatandaşlarını da ülkelerine geri göndermeye başlamıştı. Öncelikle gönderilenler ise İngiliz kadın ve çocuklardan oluşan bir grup olmuştu. Bu anlamda İngiliz kumandan General Harrington’un hanımı Lady Harington ve diğerleri şehirden çoktan ayrılmışlardı.
O günlerde İstanbul hareketli anlar yaşamaktaydı ve kitlesel surette bir göç başlamıştı. Yabancıların yanı sıra, ayrılanlar arasında anti-milliyetçi eğilimler sergilemiş Türkleri görmek de mümkün bir durumdu.
Kabine'nin iki üyesi, Sadrazam ve Dışişleri Bakanı İzzet Paşa ile 1921'de Milliyetçi hareketin bastırılması için bir fetva veren Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Sultan Vahdeddin’e istifalarını sunmuşlardı. İstifalar tabii olarak Yıldız Sarayı’nda var olan panik havasının daha da artmasını sağlamaktan başka bir işe yaramamıştı.
Şehirde yaşanan kitlesel göçlere ve etkin suretteki panik havasının mevcudiyetine sebebiyet veren temel unsur ise Mustafa Kemal'in Ankara Hükümeti'ni temsil etmek üzere Milliyetçi bir ismi İstanbul’da görevlendireceği şeklindeki açıklamasından kaynaklanmış gözükmekteydi. Görevlendirilecek ismin ise o zamana kadar Ankara Kızılay teşkilatı şefi olarak görev yapmış olan Mustafa Kemal'in İstanbul’daki en gayretli elçisi Hamid Bey olacağına kesin gözüyle bakılmıştı.
Bütün bu gelişmelerin gerçekleştiği bir sırada Sultan Vahdeddin’in içinde bulunduğu siyasi durum ise her an bir darbeye maruz kalma ihtimal ve endişesinden başka bir şekilde değildi.
Ankara cenahının İstanbul’da daha fazla güç kazanması halinde, müttefiklere karşı göstermiş olduğu siyasal sempatinin kendisini Sultan II. Abdülhamid’in akıbetine maruz bırakacağı endişesi vardı ve bu endişenin tahakkuku muhakkak gözükmekteydi. Böyle bir durumda tahtın yeni sahibi ise Balkan Savaşlarında bir süvari subayı olarak çarpışmış olan ve güçlü Milliyetçi eğilimleri bulunan Şehzade Selim Efendinin olması muhtemel gözükmekteydi. Selim Efendi olmadığı takdirde Sultan Abdülaziz soyundan gelen Abdülmecid Efendinin tahta geçmesi oldukça ağır basmaktaydı.
Yaşanan ve değişen şartlar karşısında Sultan Vahdeddin siyaseten olduğu kadar şahsi emniyeti bakımından da oldukça zor durumda kalmıştı. Daha evvelce vuku bulan birkaç darbe ve suikast girişimini atlatmış olmakla birlikte, gözüken o ki, istikbaldekiler için fazla bir şansı kalmamıştı. Kendisini hiçbir surette güvende hissetmemekte, bilakis hayatından endişe etmekteydi.
The Daily Mail gazetesi 29 Eylül 1922 tarihli sayısında okuyucuları ile gayet ilginç olan:
Birkaç gün önce Mustafa Kemal İzmir’de bulunan muhabirimiz Mr. G. Ward Price’a; Vahdeddin gitmek zorunda kalacak. O, Türkiye’nin düşmanları ile işbirliği etti
şeklindeki haberi paylaşmıştı.
Bir Cuma sabahı, erkence bir vakitte, aşırı derecede yoğun bir surette yağan yağmur altında Sultan Vahdeddin İstanbul’dan nihayet ayrılmıştı. O ayrıldığında takvimler 17 Kasım 1922’yi göstermekteydi.
Yabancı bir basın organı, Sultan Vahdeddin İstanbul’dan ayrılmadan önce hangi şartlar içerisinde bulunduğunu ve ayrılmasını gerektiren nedenleri okuyucularına şöyle duyurmuştu:
Büyük Millet Meclisi’nin almış olduğu kararı Türk milliyetçilerinin icra etmesinden, kendisini yakalayıp mahkeme önüne çıkarmalarından endişe duyan VI. Mehmet, bu sabahın erken saatlerinde Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Malaya aldı bir İngiliz dretnotuna sığındı. Oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi ile birlikte bu gece Malta'da olacak. Vahdeddin ani surette ayrıldı. Ama ayrılmadan önce İstanbul’dan şahsi emniyeti için ayrıldığını, tahtından vazgeçmediğini açıkladı.
Oysaki Mustafa Kemal daha 3 ay öncesinden; “Vahdeddin gitmek zorunda kalacak” demişti ve hakikaten de Vahdettin nihayet gitmek zorunda kalmıştı.
Bu bir öngörü müydü yoksa iyi tasarlanmış siyasi bir planın tatbiki neticesi mi?
Hedefe ulaşmak için öncelikle Sultan’ı korkutmak gerekmekteydi. Bu nedenledir ki, yargılanacağı haberleri daha Ağustos 1922’den itibaren, belki de daha evvelinden, dış basında fazlası ile yazılıp çizilmişti.
Dış basında yer alan haberlere göre ister korkutma ve isterse başka bir maksatla olsun, Anakara daha baştan itibaren belirlemiş olduğu siyasi hedefine ulaşmayı kesin surette başarmıştı.