Yine uykunun muhitime uğramadığı gecelerden birinde, valide sultanımın tozlu kütüphanesini karıştırırken geçti elime Ayhan Songar’ın “Ruh Hekiminin Hatıraları” adlı kitabı.
Aslına bakarsanız kitap biriktirmek pek adeti değildir annemin ama Ayhan Bey farklı, çünkü o akrabamız.
Kafkaslar’dan başlayıp Osmanlı Sarayı’na ve oradan da Cumhuriyet’in kuruluşuna uzanan film gibi bir hikayesi var ailenin.
Aramızda kalsın ama bu biraz da benim şecerem.
Merak etmeyin onu da ilk fırsatta Songar'ın kızı ve torunuyla konuşup paylaşacağım.
Şimdi dönelim kitaba...
Kimler kimler yok ki okurken su gibi akıp giden sayfalar arasında...
Mazhar Osman’dan Peyami Safa’ya, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Yunus’tan Mevlana’ya gönül ikliminden portreleri anlatmış Ayhan Hoca.
Türkiye’de psikiyatrinin kurucularından, sibernetikten tasavvufa uzanan çok geniş bir düşün ve ruh ikliminde dolaşan kitaptan “Bir Dahinin Portresi” başlıklı bölümü yazıyorum bugünlük.
Fazıl’ın “Hapishanede çay bile demir kokar” sözleriyle başlayan bölümü, tamamen Hoca’nın yazdığı şekliyle cümlelerine hiç dokunmadan, aynen alıntılıyorum.
Bugünlük sizi Hoca'yla baş başa bırakıyorum.
Devamı pek yakında...
Ayhan Songar
BİR DAHİ PORTRESİ
"Hapishanede çay bile demir kokar" diyordu Necip Fazıl, "Büyük Çile"sinin bir kısmını doldurduğu hapishaneyi anlatırken...
“Her taraf siyah, her yanın paslı demir, beyaza hasretin ne olduğunu orada anlar insan. Bir diş hekimi vardı, biraz yakınlık göstermişti bana. Ondan rica ettim, zaman zaman muayene odasına gidip oturmama, böylece bir nebze olsun beyaz rengi görmeme izin vermişti, sonra o da kapısını bana kapadı ya..."
Zindan iki hece Mehmedim lafta
Baba katili ile baban bir safta
Halimi düşünüp yanma, Mehmedim
Kavuşmak mı, belki daha ölmedim...
Bir alem ki gökler boru içinde
Akıl olmazların zoru içinde
Ses demir, su demir ve ekmek demir
İstersen demirde muhali kemir
Ne gelir ki elden kader bu, emir
Garip pencerecik, küçük, daracık
Dünyaya kapalı, Allah'a açık
Ana rahmi zahir şu bizim koğuş
Karanlığında nur, yeniden doğuş
Sesler duymaktayım, "davran ve boğuş"
"Sen bir devsin, yükü ağırdır devin"
"Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin"
"Dişçinin muayenesinde otururken düşünüyordum, demişti üstad, çoluk çocuk aç mı, tok mu? Acaba onların hatırlarını soracak bir din kardeşi çıkar mı?"
Hapishaneden çıktıktan sonra bir "sözde dost"unun söylediği ise büsbütün yürekler acısı:
"Sen cezaevinde iken çocuklarına yardım etmek, onları aramak istedim ama başıma bir şey gelir diye korktum, çekindim!"
İşte bu endişeler içinde iken Necip Fazıl birdenbire çilesini doldurduğunu hisseder, imdadına iman-ı kamil yetişir: "Allah Rezzak-ı alem'dir, elbette seni buraya koyarken çocuklarının rızkını da düşünecek ve verecektir. Sen neyin endişesindesin?"
Artık endişe bitmiş, ana rahminde doğumu bekleyen cenin gibi istikbalden emin bir bekleyiş ve Mevlaya hamd-ü sena devresi başlamıştır.
Necip Fazıl, Ayhan Songar ve dostları
Mehmedim sevinin, başlar yüksekte
Ölsek de sevinin eve dönsek de
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte
Yarın elbet bizim elbet bizimdir
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir...
Gün gelir, Necip Fazıl'ı, bir zamanlar Baki'nin oturduğu "Sultan-üs Şuara"tahtında görürüz. Artık "hayatının eserini" vermenin zamanı gelmiştir. Ve, işte önümüzde "İman ve İslam Atlası...”
"Tefahur" iyi şey değil ama Allah da kullarının ziynetlerini üzerinde görmek ister. "Bugünün ve yarının derin ve gerçek müminleri, eserimi size ithaf ediyorum" dediği kitabını bana imzalarken "Ayhan Songar, Ebediyet dostuma Ebediyet yolu, Necip Fazıl"diye yazmış sevgili Üstad.
Böyle bir zihniyeti, ne yalan söyleyeyim, burada okuyucularımdan saklamak istemedim. Senelerce bize dinimizin esaslarını öğretecek bir eserin hasretini çektik!
"Vücuttan sadır olan necaseti miskalle ölçen" İlmihal kitapları artık değil bugünün gençlerine, bizlere bile bir şey söylemiyordu!
"Tarife yazmak yerine gayeyi öziyle ruhlara sindirmek, reçete yerine manada ilacın kendisini tattırmak... Ve bu aziz davayı papağan ağızlarından kurtarmak" için kaleme alınan bu eseri bir solukta okudum. Onu tarif etmeye ne kalemim muktedirdir, ne de bilgim ve ilmim yeter. Burada haddimi aşmaktan son derece hazer ederek birkaç hususiyetinden bahsetmek istedim. Maksadım "duymayanlara duyurmak"
Kitap çok açık bir üslupla, temiz ve günümüzün konuşulan Türkçesi ile ıstılahlardan mümkün olduğu kadar kaçınan bir dille yazılmış. Birinci kısmı "İbadet"e ayrılmış. "Müslümanım"diyen herkesin, hiç değilse vefatından sonra "cenaze namazının kılınmasına itirazı bulunmayan" her insanın bilmesi gereken esaslar. Oku, öğren de, ister yap ister yapma... Orası Yaradan ile senin arandaki bir mesele! Bu bölümün son bahsi "Hurafe"ye ayrılmış! Hele "Yobaz Hurafeciliği" kısmını inanan, inanmayan herkesin okumasını ne kadar isterdim.
İkinci kısım: Vecd. Çile'nin tarifine bakın: "Mevlana der ki: "Sarayda gece... Sultanlar uykuda... Zindanda gece... Mahpuslar uykuda..."
Ve "İlim:" "İlim sayısız meçhullerin tek malum etrafında cebir muadelesi...
Necip Fazıl üstad bir gün bana şöyle demişti: "İnsanlar bilmediğini bildiğine kıyas edebilse, biliyorum kelimesi ortadan kalkardı. Biz de bilmemenin biliyorum zannı içerisinde bilmenin en gerisindeyiz"
... Necip Fazıl Kısakürek, bu kitabı için şöyle diyor:
Kalmadı bu dünyada benim işim ve kavgam;
Eserimi verdimse artık ölsem de ne gam!
İnsanlar büyüdükçe, yüceldikçe yalnızlıkları da artıyor. Necip Fazıl Kısakürek'in eriştiği seviyeden dünyayı seyrederken söylediği şu sözlerle yazımı noktalamak istiyorum:
BOŞ DÜNYA
Gittiler... Bana dünyam
Birdenbire boş geldi
Seçilmez oldu eşyam
Odalarım loş geldi
Gözlerim Müebbed'de;
Günü gelir elbet de
Gelir, Melek nöbette
Safa geldi, hoş geldi!