Nihat Genç'ten o "edebiyat" dergisinin editörlerine ömür boyu yetecek ders!

Edebiyat çevrelerinde bir süredir, "edebiyat dergisi" adı altında pazarlanan ancak edebiyat dergisi standartlarının çok uzağında olan dergiler tartışılıyor.

Bu tartışma son olarak, kamuoyuna "edebiyat ve sokak dergisi" olarak sunulan Bavul Dergi'nin "taciz" temalı bir yayını ile zirveye ulaştı.

Bavul Dergi'de kadın bir yazar tarafından kaleme alınan yazıda, pornografik ifadeler kullanılarak, erkeklerin dilinden cinsel saldırıda bulundukları kız çocukları ve kadınlar hakkındaki hikayeler anlatıldı.

Kadına yönelik taciz olaylarına dikkat çekmek amacıyla kaleme alınan, fakat maksadını aşan bu metne okurlardan çok sert eleştiriler geldi.

O eleştirilerin en çarpıcısını ise Oda TV yazarı Nihat Genç kaleme aldı.

Nihat Genç'in yazısı, "taciz" skandalı patlak verdikten hemen sonra, kadın yazarlarını hedef gösteren; daha sonra da aynı kadın yazarın yaşadığı mağduriyetlerin arkasına saklanmayı deneyen Bavul Dergi'nin editoryal kadrosuna, sadece mesleki değil adeta bir "hayat dersi" niteliğindeydi...

İşte o yazı;

- Mesele "iğrenç metinler" değil yayınlayan dergiler

Bavul Dergisi’nde bir kadın yazar tacize duyarlılık oluşturulan bir başlık altında pornografik sayılabilecek çok sorunlu ifadeler kullandı ve kadın yazarımıza karşı “linç” diye tabir edilen kınama ve saldırı tweetleri gırla gitti.

Tabii bir edebiyat dergisinin “edebi metin” nedir pornografik metin nedir ayırdında olması lazım. Hanım yazarımızın ifadeleri tek kelimeyle “iğrenç”, oysa aynı ifadeleri pek tabii bir hikaye ve roman kurgusunda kullanabilir ve sorun çıkmazdı.

Sorun, kendi tacizini hazla anlatan bu ifadeleri aşırı gerçekçi belgesel yani gerçek hayatta yaşanmış gibi sunulması. Olmadı, yakışmadı, uymadı, edebiyat bu değil, deyip geçmek, yani uyarmak lazım ve “uyarı” ölçüsünden “linç” düzeyine geçmemek lazım.

Ancak dergiye ve yazarına yapılan saldırıları okuyunca sorunun temel kaynağı bu iğrenç metinden çok “edebiyat dergisi” diye sunulan bu tür dergiler olduğu çok açık.

İşte bu düşünceye ben de katılıyorum bu “dergilerin” edebiyatı sömürdüğü ortada.

Dün akşam Show TV’de yayınlanan geniş kitlelerin beğeniyle izlediği Güldür Güldür programını izleyince bir edebiyatçı olarak çok utandım.

Çünkü tarihimizde ilk defa bir komedi programı bu tür dergilerle dalgasını geçiyordu.

Bu ülkede bir komedi programında edebiyat dergiciliğiyle dalga geçilmesine ilk defa şahit oluyorum. Bu da şu anlama geliyor, demek ki bu dergilerin “edebiyat” olup olmadığı sorunu çok köklü ve yaygın bir sorun.

Oysa bu ülkede en çok izlenen hala izlenen en büyük mizah eserleri ve film senaryolarını yazıp çizenler “edebiyatçılarımızdır”. Mesela Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, mesela Osman Şahin, nicesi.

Mesela Züğürt Ağa’nın senaryosu ünlü öykücümüz Osman Şahin’indir.

Sorun şurada, bu dergileri elinize aldığınızda binlerce kez ünlü oyuncumuz Şener Şen’in görsel malzemelerini kullandığını görürsünüz, ancak aynı dergiler Şener Şen’in sinema fotoğraflarına bu kadar önem verirken senaryoyu yazan Osman Şahin’den habersizdirler.

Bir magazin dergisinin Şener Şen’i öne çıkartması çok normaldir ancak bir edebiyat dergisi öncelikle Züğürt Ağa kitabının yazarı Osman Şahin’e odaklanmalı.

GERÇEK YAZARLARI SAKLAMAK VE UNUTTURMAK SAHTEKARLIĞI

Osman Şahin gibi büyük bir öykücü neden ıskalanıyor görmezden geliniyor manşete çekilmiyor, işte işin burası “siyasi sinsilik-kurnazlık” ve günümüz gösteri toplumunun değerleriyle çok alakalı.

Şener Şen fotoğrafları siyasi olarak “belirsiz”. Bu belirsizlik bu dergilerin işlerine geliyor ve bu belirsizliğin arkasına gizleniyorlar, oysa Osman Şahin’in gerçekçi edebiyatı çok açık ve fikirleri düşünceleri çok bilinen bir yazar.

Misal olarak aynı kurnazca sömürüyü Ahmet Kaya imgesi ve görsellerinde de görürüz. Hepimiz biliyoruz ki Ahmet Kaya şarkılarının bir yarısı yani onlarcasının sözleri Atilla İlhan’ın şiirleridir.

Bu dergiler Atilla İlhan’ı görmezden gelir çünkü Atilla İlhan’ın siyasi fikirleri ortadadır.

Görsel malzemelerle gerçek yazarları saklamak ve unutturmak ve yok soymak bu dergilerin düpedüz sahtekarlığı.

Mevzuyu büyütelim, dünyaca ünlü artist Nicole Kidman görselleri magazin dünyasının ayıla bayıla en çok kullandığı resimlerdir ve ama Nicole Kidman’ın en çok beğenilen filmlerinin başında Soğuk Dağ gelir ve Soğuk Dağ’ın yazarı Charles Frazier’i kimse tanımaz.

Mesela günümüzün çok sevilen kadın sinema artisti Cate Blanchett’in en ünlü filmlerine gidin, arkasında müthiş roman ve senaryo yazarlarını göreceksiniz. Bizim gençliğimizde sinemayı sinema yapan Ava Gardner, Elizabeth Taylor vs. gibi sanatçılara gidin, fotoğrafları her yerdedir, ancak bu sanatçıları dünya çapında yapan arkalarındaki roman ve senaryolardır.

Pek tabii magazinin ilk işi bu artistlerin fotoğraflarıdır ancak bir “edebiyat dergisinin” işi öncelikle fotoğrafın arkasındaki roman ve senaryo yazarlarıdır.

Neden böyle, çünkü roman ve senaryo “yazarları” siyaseten sorunludur oysa magazin kahramanları “sorunsuzdur”, Hulusi Kentmen, Adile Naşit, Münir Özkul, Kemal Sunal resimleri melekler gibi saf temizdirler.

Bu dergiler bu “melek” fotoğraflarının (imgelerin) arkasına sığınan sahtekar bir “siyaset” izliyorlar, buraya tekrar döneceğim.

YANARDAĞ PATLAMASI GİBİ GÖRÜNÜR

Son yıllarda mükemmellik hastalığını en güzel anlatan eserlerin başında Natalia Portman’ın 2011’de Oscar kazandığı Siyah Kuğu filmi gelir, yazarı Nassim Nicholos Taleb, yönetmeni Darren Aronofsky’dir.

Film, yoğun baskı altında mutlak başarıya odaklanan Nina adlı balerini anlatır. Nina’nın gözünde cinayet, lezbiyenlik, seks, kabus, delilikler yaşarız. Filmi izleyenler “dehşet” sahneleriyle karşılaşır, ki, hiçbiri gerçek değildir. Filmi izleyenler Nina’nın şizofren ya da bir deli olduğuna sanır, ki, bu da doğru değildir.

Doğru olan, disiplin toplumunda insanın kendine yönelttiği şiddet’dir, ki, Siyah Kuğu filmi bu içe dönmüş şiddeti konu edinir.

İşine eserine adanmış hayatlarda bu “delilikleri” bolca görürüz, içinde kendine karşı büyük bir baskı vardır. Kusursuz bir eser ortaya çıkartmak iddiası yazarı pireyi deve yapan “abartı” hastalığına düşürür. Mükemmellik hastalığı bir “abartı” hastalığıdır. İğne ucu bir yarayı iğne ucu kadar bir kanamayı felaket olarak görürsün, film bu “abartı”yı kanlı felaket sahneleriyle pek güzel anlatır.

Nina’nın sırtındaki iğne ucu bir kızarıklığı ve tırnağındaki iğne ucu kadar bir kanamayı biz filmde dehşetengiz vahşet boyutlarda izleriz, çünkü kusursuz, pürüzsüz bir balerin vücudunda bir sivilce dahi yanardağ patlaması faciası gibi görünür.

Mükemmellik ve mutlak başarıya odaklı sanatçıların yaşadıkları “kabuslar”ın altında yatan “abartı”dır, bu abartılar başkalarının gözüne “delilik” gibi görünür, değildir, bir kuğu bir melek gibi eser de mutlak kusursuz olmalı.

İşine-eserine adanmış yoğun konsantrasyon altında yaşayan insanlar filmi izleyip delilik ya da şizofren diye tanımladıkları şeyleri bir bozukluk olarak sıkça zihnen yaşarlar, misal, sanatçı heykeline odaklanmışken işini bölen bir telefon çaldığında telefon sesini kendini infilak ettiren bir bomba gibi hissedebilir.

BİRİLERİNİN DEHŞETİ BİRİLERİNİN NORMALİ

Siyah Kuğu filmi ülkemizde de çok büyük bir ilgi gördü, ancak film izlendikten sonra filmi değerlendirenler iki büyük gruba bölündü, birinci grup, filmin saçma sapan deliliklerle dolu, akıl mantık dışı sahneler olduğunu ve birçok izleyici, bu bir sürü kanlı dehşet sahnesinin ne anlama geldiğini bir türlü anlamadığını, söyledi.

Filmi izleyen ikinci grup ise, hayatlarının bir bölümünde sıkı disiplin altında çalışmış, yoğun konsantrasyon işlerde bulunmuş yaratıcı insanlardı ve filmde “abartılmış” hiçbir sahne bulamadılar.

Başkalarının “dehşet” dediği sahneleri “normal” olarak gördüler. Filmde yaşanan kabuslar kesinlikle bir delilik ürünü değil, dediler.

Mükemmelliği anlatan bu filme çok farklı yorum getiren bu iki ayrı bakış tarzı bize neyi anlatır?

Disiplin ve yoğun konsantrasyonla çalışmış insanların filmlere romanlara hayata bakış tarzları çok farklı.

Ve disiplin ve konsantrasyon altında, yoğun baskı altında çalışmamış insanların hayata bir filme olup bitenlere bakış tarzları bambaşka.

Ağır disiplin ve yoğun konsantrasyon altında yaşayan insanlar işlerinin ve yetersizliklerin baskısıyla yaşadıkları tikleri takıntıları kabusları iyi tanırlar.

Üzgünüm, Siyah Kuğu filminde gerçeküstü olağanüstü ve akıl dışı ve mantık dışı hiçbir sahne yok, olup biten o cinayet ve vahşi sahnelerin hepsi başarıya odaklı sanatçının “abartısıdır” ve ama filmin abartısı asla değildir.

Bu yüzden Siyah Kuğu filmine yapılan yüzlerce eleştiriyi okuduğunuzda ülkeniz adına üzülüyorsunuz, çünkü, çok büyük çoğunluk, filmin dehşet sahnelerini “gerçek” sanacak kadar sanatçı psikolojisinden filmi absürt sanacak kadar “mükemmelliğin yarattığı abartı” hastalığı ve sonuçlarından haberi yok.

Kısaca filmi abartılı bulanlar, çalışan, didişen yorulan bir eser, bir başarı hikayesi ortaya koyan “insan”dan haberleri yok.

Bu habersizlik de fotoğrafa-görsele odaklı edebiyat dergilerini düşündürtmeli.

Üstelik bu edebiyat dergilerinde henüz dünyamızda büyük ilgi gören roman ve filmler üzerinde tek bir yazı dahi göremeyişimiz, çok şey anlatıyor. Yani bir “eserin” ne olduğunu bilmeyen çok “kolaycı” bir kuşakla karşı karşıya kaldığımız ve okuyucusunu sadece fotoğraflarla oyaladığını görürüz.

Gelelim, şiddete. Şiddetin Topolojisi kitabında Byung-Chul Han tam da bu şiddeti anlatır, şöyle der, “Geçmişin zalim gaddar tiran şiddeti günümüzde psikolojiye yani insanın içine yönelmiştir.”

Yani şiddet yer değiştirmiştir, dün hayatı bizlere zindan eden, bizleri asıp kesen tiranlar gitmiş artık kendini asıp biçen kendine hayatı zindan eden kendine işkence eden “insan” gelmiştir.

BU DELİLİKLER NEYİN NESİ

Modern çağımızda artık siyasi iktidarın devletin yasaların şiddeti değil “kendi iktidarınızın” kendinize yaptığı şiddet söz konusudur, örnek mi, işte, başarı, iş, eser, yarış, konsantrasyon, baskı ve yokluk altında ve yetersizlik içinde çalışan insanın kendi başına açtığı bu şiddeti değme engizisyon mahkemelerinde ve Nazi toplama kamplarında dahi bulamazsınız.

Çalınmış sorularla üniversiteye doktor, doçent olan insanların acısı ve sayısı rekorlar kıran insanlığın bu hastalıklarına çok yabancı ve dünya dışı varlıklar olması şaşırtıcı değildir.

Ucuz eserlerle toplumun önüne çıkan bu kolaycı köşe dönmeci bir şey oldumcu insanlar, modern insanın artık neredeyse zorunlu olarak geçirdiği, geçirmekte olduğu bu hastalıkları sadece “uzak”tan izleyen bitki gibi ot gibi başka model canlı türleridir.

Verili, torpilli, atamalı hazır hayatlar yaşayanlar modern insanın bu “psikolojilerini” sadece film gibi izler, asıl korkunç olan budur: İnsanın hikayesini sanki uzaydan gelmiş yaratıklar gibi seyrediyorlar, Real Madrid maçını yanınızda izleyen köpeğiniz gibi.

Bu kan, bu vahşet, bu acı, bu kabus, bu delilikler neyin nesi diye hiç sormayın beyler.

Okuduğunuz kitapları yazan seyrettiğiniz filmleri çeken elinizde oynadığınız cep telefonlarını icad edenlerin yaşadıkları sert ve derin psikolojileri hiç merak etmeyin ve sadece birkaç fotoğrafla idare edin beyler!

İnsana ve onun gündelik hastalıklarına bu kadar “yabancı” ve “uzakta” çağdışı bir dünyada yaşıyorsak, bizim, bu dünyaya ve insanlığa söyleyecek neyimiz olabilir?

Ve herkesin keyfi yerinde ve bu ürkütücü uzaklık-habersizlik kimseyi korkutmuyor ve daha ötesi, köpeğimizin ekrandaki Real Madridli oyuncunun ayağından topu kapacak gibi ekranın içine atladı atlayacak gibi duruşu da ayrı bir hüzünlü edebiyatçı tipolojisidir.

Hayatı zorlayan kendini zorlayan imkanlarını, sınırlarını, bedenini, beynini zorlayan insanlara yazarlara sanatçılara bilim adamlarına “deli” deyip geçmek çok kolay. Asıl zavallı yanları modern dünyada bu habersizlikle, kölelik, köpeklik ve koyunluk ve kurban olmaktan başka şansları olmadıkları dahi bilmiyorlar.

Hem devletin siyasi iktidarın şiddeti hem kendi eseriyle didişen insanın kendine uyguladığı şiddet, akrebin iki kıskacı arasında, iki büyük basınç sistemi altında günümüz sanatçısı dünya derdini ve kendiyle savaşını, edebiyat dergilerinde dahi anlatacak anlayacak kimse bulamıyor!

Sorunsuz ve sorumsuz insanların baş tacı edildiği hatta melekleştirilip tapınıldığı bir dünya!

GÜZELLİĞİN BİR PARÇASI OLDUKLARINI SANIYORLAR

Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi (James Joyce), ilk gençlik yıllarımızın ilk okuduğumuz şaheserlerdendi, çevremiz sağ-sol kavgasına kilitlendiği için bu tür “edebi” kitap okuyanlara o yıllarda pek iyi gözle bakılmazdı.

Dorian Gray’ın Portresi de öyle (Oscar Wilde) nasıl sarsmıştı bizi.

Edebiyatın saf elmas madeni bu muhteşem kitaplardan sadece bir kaç cümle etmek isterim, mesela, günümüzden yüz yirmi yıl önce henüz tam ortaya çıkmamış “gösteri toplumunu” Dorian Gray’in portresi kadar başarılı çizebilmiş bir eser yoktur.

Mesela bu eser okunmadan günümüzün fotoğraf ve imgelerle öne çıkartılan dergilerini yazarlarını anlamanız zordur.

Dorian Gray Londra’da eşsiz bir serveti olan ve mükemmellerin mükemmeli kusursuz bir “yüze” sahiptir, ressam arkadaşı portresini yapar, bu muhteşem portreyi görüp aşık olmayan yoktur, Dorian Gray’in mükemmel güzel portresi bir efsanedir, etkisinde kalmamak mümkün değildir.

Ve romanda bu tanrısal güzelliğe sahip Dorian Gray’ın maceralarını izleriz, tasvirler iç diyaloglar muhteşemdir (geçelim), her türlü pisliği yapar, şehvet cinayet bin çeşit iğrenç ahlaksızlığın peşindedir.

Keyfin hazzın peşinde hesapsız sefahat hayatın ahlaksızlıkların içine düşer.

Toplum tarafından tapılan “mükemmel portresinin” bütün pis işlerini örteceğini düşünür.

Mükemmel güzellikteki insan yüzünün arkasında bir cani ve sefahat düşkünü bir şehvet budalası olarak yaşamaktan büyük zevk alır.

Sonunda her türlü keyfi şehveti yaşadığını ama mutlu olmadığını, söyler.

Aslında Oscar Wilde bir yanıyla “güzelliğin” yer değiştirmesini, çağlar sonra güzelliğin büyük dönüşümünü anlatır, şöyle, daha önce “güzel” olan İsa’nın yüzüydü, şimdi, sonsuz güzellik şehrin ortasında canlı canlı bir erkek yüzüdür.

Düne kadar pis işleri yapanlar kilisenin İsa’nın arkasına saklanıyordu, şimdi, şehir tüm sahneleri ve gösterisiyle ortaya çıktı ve bu şehirde arkasına saklanılacak tek şey “biçimsel güzellik”.

Bugün de görüyoruz estetik cerrahiye koşmayanımız kalmadı, mesela, magazin sayfalarından özellikle eşcinsel genç modacı erkeklerin mükemmel kusursuz yüz arayışlarına şahit oluyorsunuz, ki magazinleşen edebiyat dergilerinin de yaptığı bu “yüz” değiştirmedir, herkes “melek” gibi yüz istiyor, Adile Naşit de olabilir Nicole Kidman da.

Kusursuz bir “yüz” aramak hayatın her şeyi!

Ve bu kusursuz yüz’ü maske diye takıp manşet kapak yapıp arkasına saklanmak.

Ahlak, toplum, değer, iyilik, erdem, başkalarının sorumluluğu, vefa, arkadaşlık, vs. her şey “toz olup” yitiyor, ortaya sadece cerrahların elinden cerrahi bıçaklarla kesilmiş gerilmiş bir “yüz” kalıyor.

Allah’tan ve Peygamber’den güzel ne olabilir ve Allah’ın Peygamber’in arkasına saklanmak.

Gelmiş geçmiş çağların en büyük güzelleri, bütün güzellikleri taşıyan güzellerin güzeli.

Dincisi de suratını gerdiren eşcinsel modacısı da dergicisi de “aynı maskeyi” takıyor!

Bir “güzel” melekten bir maske bulup ardına saklanıyor!

Güzelliğin arkasına saklanmakla güzelliğin bir parçası olduklarını sanıyorlar.

Aynı biçimin arkasına saklananlar aynı cemaatin aynı ümmetin aynı maksatlar altındaki üyeleridir.

Dışardan ve uzaktan bakıldığında bir güzellik tablosu görülsün, yetiyor.

Ve her siyasi dönem ve çağda modaya göre arkasına sığınılacak bir “güzel” bulunur.

Kimi, Atatürk’e, kimi edebiyata, kimi gazeteciliğe, kimi dine, kimi demokrasinin arkasına kimi botoksa cerrahiye.

Kendince bir “güzel”, melekleştirilmiş bir “imge” bulup, arkasına gizlenip, gerçeğin, sanatın, edebiyatın, hayatın, güzelliklerini “sömürmeye” başlarlar, suiistimal ederler, zorbalıkla, şehvetle, hırsla, hırsızlık ve kurnazlıklarını örterler.

Asıl “tacizciler” arkasına gizlenenlerdir.

Arkaya gizlenenler ahlaksızlardır.

Çünkü sanatçı kimsenin ardına saklanmaz, eseri ve kişiliğiyle çırılçıplak ortadadır, psikolojisiyle deliliğiyle çirkinlikleriyle günahlarıyla sarsıntısıyla eseriyle herkesin gördüğü yerdedir.

Bu zavallıların kendilerine dair bir başarı ya da yenilgi öyküleri yok, müminler topluluğu için Yunus Emre ya da Münir Özkul aynı manşette aynı görevi görür.

Kendileriyle bir boğuşma didişme hayatla beyniyle bedenlerinin sınırlarıyla imkanlarıyla çığırından çıkmış bir kavgaları yok.

Dün kilise freskosunda melekler neyse günümüzde kapaktaki resim manşetlerde parlatılmış isim odur.

Seyrettiğiniz fotoğraf ya da film iştahla yediğiniz patlamış mısırla aynı sindirim organına gider.

Dünün sonsuz güzelliğini İsa’da arayanlar bugün kusursuz insan yüzünde yine imgede yine fotoğrafta arıyorlar, ve size sadece o meleksi sanatçıları övmek tapınmak o sanatçılara hayranlıktan başka elinizde bir şey kalmaz.

Eserin insanı çağıyla ve kendiyle hesaplaştıran çatıştıran dönüştüren o alevden yakıcı gücü kaybolur fotoğraflarla oyalanarak aynaya bakan şebeklere dönüşürsünüz.

Eser, insanlığı yükseltir, sanatçıyı değil.

Başkasının ışığıyla gölgesiyle sanatçı yükselir, eser değil.

Gün geldi Dorian Gray’ın portresi çürüdü o mükemmel yüz leş gibi kurtlandı, çağlar geçti İsa bile yaşlandı, kilise duvarları çöktü.

Eser, insan elinden çıkma fırtınadır.

Melek değil Tanrı değil en güzel ahlak değil kusursuz değil, insan eli.

Kendilerini dinamitleyen kendi bedenlerini tahrip eden işkenceleri göze almış tek tek cesur insanlar!

Problemli kusurlu uyumsuz çirkin kızgın patolojik çok hassas ve çelişkilerin toplamı: İnsan.

Meleklerle tanrılarla sevgilisiyle ülkesiyle ve arkadaşlarıyla hiç geçinemeyen, muazzam yalnızlığıyla insan!

Haftanın ilk takım oyunu! MasterChef'te dokunulmazlık kimin olacak? Bakan Uraloğlu'ndan sosyal medya mesajı: Herkes haddini bilsin! ABD’li Senatör Graham’dan tehdit: “Ekonominizi mahvedeceğiz”
Sonraki Haber