Kime sorsam; “Biz oraya daha gelmedik” der gibi bakıyor. Belli ki üzerine düşünen olmamış. Çünkü zihnin öyle bir alışkanlığı yok. Daha doğrusu zihin, evvelden öyle bir soru ile karşılaşmamış. Karşılaşma fırsatı bulmamış. O ders müfredatta yok yani!
“Nasıl bir Cumhurbaşkanı olmalı?”
“Buyur?.. Eeee... Bilemedim ki...”
Gerçi zihnimizde bir başka soru var bununla az buçuk bağı olan.
“Yöneticimiz uyuyor mu?”
Fakat o da bir reklam sloganı sadece. Zihin o reklam üzerinden 16 Nisan’dan sonraki Cumhurbaşkanlığı sistemine ancak kalorifer borularıyla bağlanabilir, o da belki.
Sadece 2014 yazında bir soru ile karşılaştık Cumhurbaşkanı’nın seçimle iş başına gelmesi meselesinde, fakat onda da nasıl değil, niçin üzerinde geçti tartışmalar.
Önce bir Zaytung başlığı zannedilen “Ekmek için Ekmelettin!” cevabı bütün soruları nakavt etti, nasıl’a mecâl kalmadı.
Mizah olsun için yazmıyorum bunları. Mizah yazıp da “Okuyucu geri zekâlıdır anlamaz” endişesiyle yazının sonuna “Bu yazı mizah için yazıldı” cümlesini koyma ihtiyacı hisseden dâhî yazarlar zümresine dâhil olmadığımı bilen bilir.
Vaziyetin ironisi; demokratik fıtratımızda, siyasi tarihimizde gizli...
Mukâyeseden koparılıp Tevhîd edilen muhâsebesiz tedrisâtımızın Vatandaşlık/Yurttaşlık Bilgisi dersinde, Cumhurbaşkanlarının seçimle işbaşına gelebileceğine dâir bir ihtimâlin kırıntısının dahî gölgesi yoktu.
Siyasi seçim meselesinde Cumhurbaşkanlığı; “dış kapının mandalı” idi.
Parti genel başkanlarının bize dayattığı zümreyi seçiyormuş gibi yapıp gönderdiğimiz Meclis’te, bu kez onlara asker tarafından dayatılan kişiler, seçiyormuş gibi yapılarak Cumhurbaşkanlığı makamına kondurulmuşlardı.
O Cumhurbaşkanları da etliye sütlüye karışmaz, frak giyip törenlere gider, Çankaya Köşkü’nde paşa paşa oturup kalkar, Sultan 2. Abdulhamid’in kendi eliyle yaptığı antika masa üstüne konulan evrakları imzalar, kendisini Meclis’e dayatanlar “Yeter artık in gaylen!” dediği zaman da ceketi alıp giderlerdi.
Velev ki bir asker kişi olarak ihtilal yapıp Meclis’e kendi kendilerini dayatarak gelseler bile, âkıbet değişmezdi.
Siyaset köprüsünün altından akan sular bir zamanlar onların omuzlarında parlayan sarı yıldızları karartmakta pek mâhirdi.
Kâbiliyetin varsa netekim; resim yapıp satardın, yoksa emekli Cumhurbaşkanı maaşına tâlim eder, silinip giderdin.
Dağlara taşlara Önce Vatan yazıp göçmen kuşları senede iki kez esas duruşta uçmaya çağıran bir millet olduğumuz için, Cumhurbaşkanı olan kişinin kimliği, daha doğrusu kim olmasından ziyâde hangi asker kişi tarafından belirleneceği ilkesi; mukâyesesiz muhâsebesiz tevhîd edilmiş tedrisâtla eğitilen sınıfsız/zümresiz toplum için son derece önemliydi.
Zamirler, sıfatların önünde idi dâimâ!
Böyle gelmişti, böyle gidecekti!
Ağustos 2014 itibariyle sular bir nebze tersine çevrilmiş olsa bile, zihin ırmağı suyuna ters ağaçlara rağmen, ezberlediği gibi akmaya devam edecekti!
Yani demem o ki, ey muhterem kaari, ey sevgili okur;
“Nasıl bir Cumhurbaşkanı?” sorusu; soranın dahî içinden “Lüzûmsuzluk etme ülen!” diyen bir sesin baskısıyla cılız bir çıkışından ibarettir bugün de!
Lâkin eminim ki o cılız ses büyüyecek bir gün...
Umudum odur ki, 16 Nisan’dan itibaren önce soranın, sonra da başkalarının duyacağı makâma gelecek!
Dileğim odur ki; zamirleri değil, sıfatları konuşacağız artık!
“Neseb eeeyy!” değil; “Sebeb eeyyy!” diyeceğiz!
Niyâzım odur ki; her şeye doksandokuz açıdan bakmayı öğütleyen, 114 dosyalı bir klasörle kullarına kendisinin nasıllığını anlatan Allah, bu milletin zihnine abdest aldırıp yeni bir tekbîr ile kıyâma durmayı da nasib edecek!
Bendeniz çalıkuşu Amedbaba, 16 Nisan’da bu duygular, bu düşünceler ve bu
umutla gideceğim sandık başına!
Şâhit ol Leylâ!