Yıllarca “Okyanus ötesi” diye ifade ettik, gittiği yerden bir mikser gibi Türkiye’yi karıştıranı ifade için, ağır eleştirilere ve hatta linçlere maruz kaldık. Siyasetin çok önemli aktörleri, sivil toplumun temsilcileri, ticari hayatın başat isimleri, akademyanın çok seçkin simaları bu nitelemeyi çok haksız, yersiz ve hatta hakaretamiz olarak değerlendirdiler ve ne zaman bu nitelemeli cümleler kursak savunmanın da ötesinde saldırıya geçtiler…
Bir süre “faaliyetlerinizi askıya alın” çağrısı yaptık, o kadar çok cenahtan hücuma geçtiler ki, yaptığımız çağrının yerine ulaştığı ancak, karşılıksız kalacağını anladık…
Modern zamanların evliyası muamelesi ile, sevginin ve hoşgörünün en büyük şahsiyeti görünümü ile takdim edilen, taltif edilen birine, bizim bu hitaplarımız “terbiyesizlik”, “hadsizlik” olarak da değerlendirildi.
Eminim ki, siyasetten, sivil toplumdan, ticari hayattan veya akademyadan büyük bir gayretkeşlikle bu yönde pozisyon alanların pek çoğu işin bir gün kendilerine uzanacağını, millete uzanacağını hiç tahmin etmiyorlardı.
Çok tehlikeli, cüretkar operasyonlar silsilesi siyasetçilere kasetli şantaj biçiminde ortaya çıkınca “nasıl olsa muhalefetten” yaklaşımı ile, tedbir geliştirilmediğinde muhalefete yapanın iktidara da yapacak güç ve küstahlık derecesine başvuracağı hatırlatmamız da yine dudak bükülerek karşılanmıştı.
Gezi olayları başgösterdiğinde iki-üç ağaç kesimi değil bu mesele dediğimiz zaman, katıldığımız televizyon programına bir daha hiç davet edilmemiş, diğer yandan pek çok katılımcının aşırı teyakkuzu ile karşılaşmıştık.
17/25 Aralık süreçlerindeki dilin, üslubun, tarzın ise bir temiz toplum arzusunun neticesi değil, tıpkı muhalefete daha önce yapıldığı gibi bu kez de iktidara karşı bir şantaj ve yok etme operasyonu ve hatta darbe girişimi olduğuna dair düşüncemizi kamu oyu ile paylaşmıştık.
O esnada, şöyle bir düşünce hakim kılınmak isteniyordu: Bu adamlar demokrat, temiz ve toplumu uyarıyorlar.
Toplumu muazzam bir kumpas kumpanyası ile adeta esir almış; polisi ile yargısı ile büyük bir korku iklimi oluştururken, bürokratik hakimiyet alanları içinde de çok yaygın bir ekonomik ağ oluşturmuşlardı, bunların mağdurlarının o ana kadar hükümet dışı çevrelerden olması hükümeti tedbir geliştirmede biraz ağır davranmaya götürüyordu.
Pek çok yuva bu iftira ve isnatlar dolayısıyla dağılmış, pek çok hayat sönmüş, binlerce insan mağdur olmuş; bunlar çok önemsenmiyordu…
Gerekçe ise, darbenin, darbecilerin önüne geçmek için böyle bir yol, yöntem izlenmesi şarttır, olarak sunuluyordu.
15 Temmuz kanlı darbe girişimi ile iyice günyüzüne çıktı ki, turpun büyüğü heybede kalmış…
Daha önceki her melaneti bir şekilde ulvi emellerle izah etmeye çalışan bu yapı aslında tüm muhtevasıyla terörist bir yapılanma imiş…
Bu yapılanmanın faaliyetlerinin Türkiye’de önlenmesi sorunu çözmeye yetecek midir? Bundan çok emin değilim.
Niye, sorusunu duyar gibiyim. Alın size darbe girişimi sonrası dost ve müttefikimiz olan ülkelerin takındıkları tavırlar.
ABD kendilerine gelecek bilgi ve belgelere dayalı olarak işlem yapabileceğini söylüyor, bu aşağılık yapının çökmesine izin vermiyor.
AB ülkeleri, başta Almanya neredeyse buradan kaçan herkese kucak açmaya meyilli gibi…
En son küstahlık ülkelerinde yaşayan milyonlarca Türk’ün hissiyatına tercüman olacak bir mitinge izin verilmemesidir. Buradan Sayın Cumhurbaşkanın halka sinevizyon üzerinden mesaj vermesinden korkuyorlar, şu ana kadar kullandıkları ruhsuz, aşağılık çetenin iyice dağılıp yok olmasından endişe duyuyorlar…
Korkunun ecele faydası yok. Milletin istemediğini kim mümkün kılabilir? Millet istemiyor artık bunları…
Altını da istemiyor, üstünü de…
Bunların yaptığını yapmaktan ısrarla kaçınıyor vatandaşımız, yapmadıklarına bakıyor; oradan kendisine bir ölçü ve endaze belirlemeye uğraşıyor.
Yabancıların artık bunları görüp Türk milletini parmaklarında oynattıkları diğer milletlerle karıştırmamaları diplomatik olarak daha yerinde olacaktır…