Merhum Ahmet Kabaklı ilk 1978 yılında Türk Edebiyatı Dergisi’ne hikaye verdiğimde yüz yüze tanıştığım bir yazardı. Naif, zarif bir insandı. Yetmiş yaşında bir kişiye nasıl davranıyorsa, yedi yaşındakine de öyle davranırdı.
Edebiyat Fakültesi’ne İmam – Hatip Okulu’ndaki zıpırlıklarım yüzünden üç yıl kaybettiğim için gecikmeli başlamıştım ve fakat hâlâ zıpırlığım üstümdeydi. Ankara İmam-Hatip Okulu’nda boks takımı kurup şampiyonlar şampiyonu olmak türünden hayaller peşinde koşarken, Kur’an imtihanında Yasin Suresi’nin 3. sayfasındaki ilk ayetin bir kelimesini hatırlamayınca sınıfta kalıp bir yıl avara dolaşmış, ailem Ankara’dan Kırşehir’e taşınma kararı aldığında isyan bayrağını açıp gitmemiş, İmam-Hatip’ten kaydımı aldırıp Gazi Akşam Lisesi’ne yazılmış, gündüz de Yenimahalle’deki bir benzin istasyonunda çalışmaya başlamıştım.
Ecevit iktidarı dönemiydi ve akaryakıt sıkıntısı ileri boyuttaydı. Depolarda benzin, gaz, mazot bitince uzun boşluklarımız olur, şayet patron İrfan Amca Mersin’den bir türlü gelemeyen tankerlerin can sıkıntısını bizden çıkarmaya kalkmaz, elimize süpürge maşrapa verip hela temizletmez ise patlak lastik tamir ederdik.
Lastik tamirini öğrenmiştim. Şimdiki gibi dubleks lastikler çok yoktu. İç lastikleri kaynak yaparak tamir ediyor, lastik başına 10 lira alıyor, 150 kuruşunu kaynak malzemesine veriyor, geri kalan 850 kuruşu vardiya arkadaşımızla bölüşüyorduk. Lastik başına 450 kuruş kalıyordu bana, işler iyi gidip de 10 lastik tamir edebildiysek, benzinliğin karşısındaki Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nı satan kitapçıya gidip kazandığım 45 lirayı Ahmet Kabaklı’nın Türk Edebiyatı ciltlerine yatırırdım. Türk Edebiyatı Tarihi üzerine iyi bir çalışmaydı bu 3 ciltlik kitap, sonradan 5 cilde çıktı, onları alamadım ama sağolsun Kabaklı Hoca’nın yeğeni sevgili dostum Servet Kabaklı son baskının tam takımını hediye etti.
Yani bendeniz çalıkuşu Amedbebe, Edebiyat Fakültesi’ne başladığımda o ciltleri ve onun gibi nice ciltleri devirmiş, Hergele Meydanı’ndaki Gazi Akşam Lisesi’nin genç Edebiyat öğretmenini, cevabı ezberlenmiş sorularla defalarca şapa oturtmuş, bir elinde Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si, öbür elinde Kelâbâzi’nin Taarruf’u, yakası yağlı ötesi berisi yırtık yeşil parkasının bir cebinde Hermann Hesse’in Siddharta’sı, diğerinde Knut Hamsun’ın Victoria’sı falan olan, kainatın bütün sırlarını çözmüş, meraklı müşteri arayan son model zıpırın tekiydim.
Kabaklı Hoca “Ahmet Bey” diye hitap ederdi, ben de gerçekten bey olduğuma inanırdım. Ben konuşurken ölü balık gibi bakar, anlamıyormuş gibi davranırdı, ben de anlayabilmesi için cırcır öter dururdum.
Türk Edebiyatı Dergisi’nin Çarşamba sohbetlerine sandalye taşıyarak, çay dağıtarak Necip Fazıl’ı, Ayhan Songar’ı, Emine Işınsu’yu, Osman Yüksel Serdengeçti’yi dinliyor, “bir gün... keşke... aaaahhh” deyu inliyordum. Kabaklı Hoca sezmiş olacak ki, bir gece sohbet sonunda beni arabasıyla Gedikpaşa’daki evime bırakırken “Ahmet Bey bir gün sizin konferansınızı dinlemek de nasib olur inşallah” diyerek feryadıma imdâd oldu. Sevinçten kafamın kaportaya çarpmasını zor engelledim; “Çok sevinirim hocam, özellikle tasavvuf üzerine konuşursam çok iyi olur” deyiverdim. Ağzımı her açışımda beni “ölü balık” gibi bakarak dinleyen Kabaklı Hoca, bakışını bozmadı; “Evet Ahmet Bey, iyi olur” dedi.
O gece müthiş bir keyifle yattım, uzun süre yapacağım konuşmayı, -ne konuşması be- vereceğim konferansı, karşımda Necip Fazıllar, Ahmet Kabaklılar, Ayhan Songarlar, Osman Yüksel Serdengeçtiler otururken, yerden yarım metre yükseğe konuşmuş masa başında tasavvuf üzerine dökeceğim inci ve mercanları zihnimde sayıp istifledim.
Meğer o inci ve mercanlar, sadece gecenin karanlığında zihin duvarlarına pek parlak yansır imiş!
Güneş doğunca ne olduysa birden sönüverdiler ve ben içimde kainattan daha büyük bir boşlukla uyandım, daha doğrusu o boşluğun siyahına boyandım. Gece istiflediğim inci ve mercanların alayı kaybolmuştu ve ben okuduğum onlarca ciltlerin maddi ağırlığı altında ezilmeme rağmen, muhtevasına dair tek kelime hatırlamıyordum.
Yüreğime bir kargı saplandı ve “Ulan ne bok yedin sen sıpa?” sesi yankılandı içimde. Hatta o kargı yüreğimi deldi geçti, ufuk çizgisinde göğe çarpıp geri döndü, bir daha saplandı. O günden sonra, daha evvel her sözümü hayatında ilk defa duyuyormuş da anlamaya çalışıyormuş gibi dinleyerek yüzüme ölü balık gibi bakan Kabaklı Hoca’nın nazarından fellik fellik kaçmaya başladım. Ya her gün göğe çarpı dönerek vızır vızır yüreğimi delen kargının açtığı boşluğu farkederse diye ödüm patlıyordu. Yanında, yöresinde oturup da ölü balık bakışlarına hasret kaldığım çok günlerim oldu Kabaklı Hoca ile. Yıllarca sohbetini dinledim, gazetede birlikte çalıştım, o beni gene evime götürdü falan ama o geceyi, o gece yaptığım haltı, yediğim herzeyi, ettiğim gafı ikimiz de bir kez bile dillendirmedik.
Kargı mı?
Vızır vızırdı hâlâ!
Kevgire dönmüştü yüreğim!
Bir gün, Kabaklı Hoca sohbetlerinin birinde “Efendim, çevrede bendenizi bir nebze kültürlü kişi olarak tarif ediyorlarsa, bu ünvanı yaptığım gafların düzeltilmesine borçluyum” dedi.
O an; yıllardan beri yüreğimi kevgire çeviren kargının havada tuz-buz olduğunu gördüm. Sevincimden kafam Türk Edebiyatı Vakfı’nın tavanına çarpmadı ama kanatlanıp uçuverdiğimi hissettim.
Gaf varsa şayet, af da vardı demek ki!
Görene gaf, affa dönüşüyordu!
Gerisi afiyetti!
Daha ne olsun!
Bütün gaflarımı sevdim o an, yüreğimi kevgire çeviren o kargıyı sevdim, Kabaklı Hoca’nın ölü balık bakışını daha çok sevdim.
Onun benim önüne döktüğüm inci-mercanlarımı dinlerken orada olmadığını, önkabulsüz, önyargısız, duygularını, düşüncelerini, öğrenmişliklerini, yaşanmışlıklarını hiç karıştırmadan, sadece tanık sıfatıyla dinlediğini, bu sayede o ölü balık bakışıyla, ruhumun röntgenini çektiğini anlamak için daha uzun yıllar geçmesi, o yıllar içinde Amedbebe’nin daha çoook herzeler yiyip, inci-mercanlar üretmesi, tüketmesi, o küpten bu küpe girip çıkarak güneşin yedi renginin bütün tonlarına boyanması gerekecekti.
Tanık ne demekmiş anlamak için üç değil beş değil belki 58 ciltlik Ansiklopedik Kişisel Gaflar Tarihi yazmam gerekecekti. Yazsam okunur mu, bir benzin istasyonunda akaryakıt pompasının tabancasından ve yağ hunisinin ucundan artakalanlar parmak aralarında zeytin gibi parlayan elleriyle lastik tamir eden bir çocuk para biriktirip alır mı bilmem...
Ama şunu bilirim artık:
Tanık; ölü balıktır.
Gözleri vardır ama kendisi yoktur.
Ölü balığı yahut tanığı parçalarsanız hiç bir şey elinize geçmez ama lastik tamiriyle birikmiş paralarla aldığınız kitaplardan öğrendiklerinizle kelimeyi parçalarsanız, hem Türkçe’nin güzelliğine hem de ölü balıkların göz aydınlığına ulaşırsınız.
Tanık; tanımak gayesiyle bakandır.
Tanımak; karanlığın örttüğü perdenin kalkması, tan’ın oluşmasıdır.
Tan; karanlığı yaran ilk ışıktır.
Ta...
İşte Türkçe’de en sevdiğim kök olan ök’den daha çok sevdiğim kök!
Ta kökünün ne olduğunu ancak –nrı ekiyle anlayabilirsiniz. Onu anladığınızda bütün sa-nrılarınızdan kurtulursunuz.
Tanrı ya da kadim söylenişiyle Tengri..
Ta ya da Te; neredeyse bütün kadim dillerde olduğu gibi Türkçe’de de tapılmaya layık tek ilah anlamına gelir. Kafkasya’da Adige’ler Tha der. Yunanca’da The, Moğolca’da Teo, komşularında Tao...
Şayet bu kök, nazal n dediğimiz ve –ng şeklinde yazdığımız sesle birleşik -ngri / -ngrı ekini alıyorsa; Arapça’daki “Ehad” anlamına gelir. “Tek” değil, “Biricik” anlamına olan Allah’ın zat ismi. Öyleyse Tengri yani Tanrı doğrudan doğruya Allah (El-İlah) isminin tam karşılığı olmalıdır.
Buradan yola çıkarsak;
Tanık; cehalet karanlığını yaran ilk Tanrısal Işığı görmek için bakan kişidir.
O ışık can mı bırakır adamda?
Sıkıyorsa siz de orada olun hadi!
Ah be ne güzelsin Leyla!