“ÖLÜM, YIKIM VE KORKUNÇ ŞEYLER…”

Nuran Yıldız nuran@nuranyildiz.com

Bu başlık, ABD Başkanlarının kahvelerini yudumlarken dünyadaki olaylarla ilgili okudukları istihbarat raporlarına, Obama’nın eşi Michelle’in verdiği isimdi.

Gerçek bilim insanları konulara taraf tutar gibi yaklaşamaz, olanların neden olduğuna yanıt vermeye zorunlu hissederler.

Dünyaya barış getireceğine en çok inanılan ABD Başkanı Obama’ydı.

Çünkü teni siyahtı, Müslüman olduğu söylentisi vardı, bizzat ABD tarafından sömürülmüş Afrika kökenliydi vs. vs.

Tam tersi oldu. Ortadoğu’da yarattıkları bataklıktan çıkamadıkları gibi sorun alanını da genişlettiler.

“Afganistan’dan çıkıyoruz” dediklerinde, geride Afganistan da kalmamıştı.

Tanrılar her daim kurban ister misali, Obama da başarısızlıkların çözümünü Ortadoğu istihbarat şefini görevden almakta buldu.

Nedeni basitti, Saddam, Kaddafi ortadan kalkınca oluşan kaosu, halk hareketlerini tahmin edememişlerdi!

Oysa bilgi de basitti, “kaos teorisi”ne göre kaos, boşluktan doğar. Kaos çalışanlara akademilerinde öncelik verenlerin, bu basit bilgiyi bilmemeleri mümkün müydü? Değildi.

ABD yönetimleri tüm eforlarını dünyayı dizayn etmeye yöneltiyorlardı. Dünyanın kendilerinden uzak bölgelerinde kaos oluşturmaya (“Kaos İmparatorluğu”, Alex Joxe) o kadar heveslilerdi ki, bilgi ve akıllarını kendi ülkeleri için kullanma fırsatları olmuyordu.

Geçtikleri her ülkede geride, o ülkenin tüm canı emilmiş posasını bırakıyorlardı, tıpkı kolası içildikten sonra ezilmiş Coca Cola kutuları gibi.

Sonuç?

ABD iç kamuoyunu tekno-zenginlerin eline terk ettiler. Ülkelerini ise süper zenginlerin oyun alanına, bir tür sirke çevirdiler.

ABD halkı 81 yaşındaki Biden ve çılgın Trump dışında seçeneksiz kaldı.

Umudu iki seçeneğe indirmenin en berbat yanı, tarafları birbirine düşürmenin kolay olmasıdır.

Hedef seçtikleri tüm ülkelerde seçmeni iki seçeneğe, kutuplaşmaya mecbur bırakmak gibi bir stratejileri var.

Trump da önceki gün “Salı günü beni tutuklayacaklar” çağrısıyla bu gerçeğe yaslandı. Kaybedecek bir şeyi kalmayanlara, kendisi üzerinden düşman tanımı yaptırma girişimi.

Çünkü Amerikalıların (tüm kıtanın) çok ciddi sorunları vardı. Kredi batağına saplanmışlardı. Zengin değilse sağlık hizmetlerinden yoksundular.

Neoliberal politikaların sonucunda bankaları batmaya başladı.

Peki bu sırada Çin ne yapıyor?

ABD ve Rusya arasına sıkışmış dünyaya üçüncü yol olmayı hedefliyor.

Suudi Arabistan ve İran’ı aynı masaya oturtuyor. Bu durumun açıklamasını da dünyaya Çince yapıyor!

Bizim resmi açıklamalarını bile İngilizce yapan ve ABD kaynaklı sosyal medya üzerinden paylaşan siyaset anlayışımıza ne kadar da uzak.

ABD’nin eski güvenlik danışmanı Brzezinski “Çin, komünist emredici üslubundan uzaklaşırken aynı zamanda Batı’nın ‘bırakınız yapsınlar’cı liberalizminden de uzaklaşarak üçüncü yolu oluşturuyor” öngörüsü gerçekleşiyor.

Seçime giderken olanlara bir de buradan bakalım mı?

SİYASAL İLETİŞİMDEN SORULAR

Olup bitenleri seyretmek sadece cahiller için konforludur, bilgi sahipleri için ise sancılıdır.

Seçimlere giderken olup bitenlere bakıp aklımdan şu sorular geçiyor;

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a:

Bir, depremde yaşanan tüm olumsuzlukların üzerine yapıştığı Kızılay başkanı Kerem Kınık’ı istifaya neden davet etmez?

Neden olaya “istifasını istersek hatayı kabul etmiş oluruz” gibi eski zaman siyaset anlayışıyla yaklaşırlar?

İki, yardım kuruluşu Kızılay’ın neoliberal anlayışla holdingleşmesinin tüm kesimlerde yarattığı rahatsızlıktan neden muhalefet üzerinden kurtulmaz?

Neden “Madem beğenmiyorsunuz, getirin yasa teklifinizi Kızılay’ı eski haline döndürelim?” diyerek sorunu muhalefetin kucağına bırakmaz?

Üç, neden İlber Ortaylı gibi tüm kesimlerin sempatisini kazanmış birini kültürden sorumlu ya da Ersan Şen’i hukuktan sorumlu cumhurbaşkanı yardımcısı yapacağını söylemez?

Dört, medyayı doldurmuş, halkta negatif karşılığı olan isimlerin partisi adına konuşmalarının önüne neden geçmez?

Kemal Kılıçdaroğlu’na:

Bir, neden Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu gibi kabul görmüş kendi partisinin iki ismini masadaki diğer partilerin kollarına bırakır?

Neden kendisinin vermesi gereken üçlü pozu bir başka partiye kampanya fotoğrafı yaptırır?

İki, neden deprem bölgesinde siyasi mesajlar vererek felaketten beslenen imajına yol açar?

Üç, neden seçilmeden seçilmiş gibi konuşmalar yaparak inandırıcılığını zayıflatır?

Muharrem İnce’ye:

Bir, neden gazetecilere eş, dost, arkadaş muamelesi yaparak doğrudan telefonla arar ve onların diline pelesenk olmaya yol açar?

İki, neden “Siz bana bir oy verin ben gerektiğinde Kemal Bey lehine çekilirim” diyerek zaten iki taraftan da kaçtıkları için kendisine gelenleri geri çevirir?

CAN SIKICI DURUMLAR

Bir, Tarım Bakanı Kirişçi’nin Urfa’da yaşanan sel felaketi için “Sel 15 canımızı aldı ama toprak da suya kavuştu” demesi çok can sıkıcı.

İletişimde önemli olan söylenmek istenenle söylenenin örtüşmesidir. Bizim siyasi ortamımızda bu gerçek hep göz ardı edilir. Ağzı olan, iletişim de kurduğunu sanır, yazık.

İki, Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın sosyal medyayı hastalıklı biçimde kullanması ne kadar can sıkıcı.

O kadar sık ve ölçüsüz kullanıyor ki, başka işi gücü yok, kendisini cep telefonuyla avutan ergen algısı oluşuyor.

Üç, Habertürk Televizyonu ekranlarını başörtülü spikerlere açtı. Açsın sakıncası yok. Yeter ki spiker o işi hak etsin.

Ancak Habertürk’ün spikerinin, bir spikerde aranacak ilk koşul olan diksiyon ve vurgular konusunda daha çok çalışması gerekiyor. Ekranları birilerine açarken, işini iyi yapanların haksızlığa uğruyor olduğu algısını düşünmemek çok can sıkıcı.

Dört, daha önceki hayatlarımda kesin o mekanla bir bağlantım vardı dediğim, Roma’daki tarihi yapı (ilk kubbeli mimari eser) Pantheon’a girişler artık 5 Euro olmuş. Eskiden ücretsizdi.

Tamam her gün gittiğim yok ama olsun, gitmesem de canım sıkıldı.

İLBER HOCA AŞKIMIZ

Farkında mısınız ortamda bir İlber Ortaylı salgını var.

İmza günü düzenliyor, pop star muamelesi görüyor. Deprem bölgesine gidiyor, kurtarıcı gelmiş gibi karşılanıyor.

Sosyal medyada açıklamaları hesaptan hesaba dolaşıyor. Caps’lerinden ortalık yıkılıyor.

Nasreddin Hocanın yaşarken görmediği ilgiyi İlber Hoca yaşarken görüyor.

Tamam biz de Mülkiye yemekhanesinde İlber Hocanın masasına yakın oturmaya çalışırdık kulak misafiri olmak için ama şimdi durum farklı.

Elbette bunda ekranları magazin programları kaplamışken Fatih Altaylı’nın “Teke Tek Bilim” programı yapma cesaretinin payı yüksek.

Ve fakat başka üç neden de var;

Bir, bilimin soğuk yüzünü sevimlileştiriyor.

İki, bilim insanlarının itibarlarının tartışılır olduğu ortamda geniş bir entelektüel bilgi birikimi var.

Üç, yaşlanmışlara gösterilen hoşgörüden payını alıyor. Öyle kurduğu cümleler var ki daha erken yaşlarda söyleseydi aforoz edilirdi.

Kıssadan hisse, güzel yaşlanmak gibisi var mı? İçinde bulunduğumuz hafta Yaşlılara Saygı Haftası, aman İlber Hoca kendisine “yaşlı” dediğimi duymasın.

BENİM KÖYLÜ ALIŞKANLIKLARIM

Bazı alışkanlıklarımın hiç kentle ilişkisi yoktur. Halbuki kentte, Ankara’da doğdum, büyüdüm buna rağmen kentten çok köye çeken huylara sahibim.

Mesela;

Yerde oturmayı severim.

Tarhana çorbası içmeye bayılırım.

Ayaklarımı dereye sokup çırpmak yaşama sevincimi artırır.

Koltukta otururken ayaklarımı altıma çekerek otururum.

Peynir, ekmek ve meyveyi (karpuz, kavun, üzüm, portakal) birlikte yemenin hastasıyım.

Yol kenarında bulduğum her pınarda durup gözüne ağzımı dayayarak su içmek beni mest eder.

Bulduğum bir karış toprağa hep bir şeyler ekmeye çalışırım.

Bu huyların köy ve kentle ilgisi yoktur aslında. Genetik kodlardaki göçebelikle ilgisi vardır.

YOLUN GÜZELLİĞİ ZORLUĞUNDANDIR

Lale Orta, Merkez Hakem Komitesi’ne başkan olunca kendisini bekleyen zorlukları yazmıştım.

O zorluklardan birisi erkeklerin hüküm sürdüğü dünyada ayakta kalmak ise, diğeri de dünyanın en kirli liglerinden biri olan bizim futbol dünyamızda iletişim yönetmenin zorluğudur.

Bence Lale Hanım iletişim hatası yapmaz ve erkek egemen yapıya taviz vermezse yani zoru göze alırsa, güzel bir yol yürür. Nokta.

AKLIMDA KALAN

“Selvi Boylum, Al Yazmalım” Filmi: Deprem sonrası felaket bölgesine giden yardım tırları sorunların çözüleceğine umudumuzu artırıyordu. Üzerlerinde “Geçmiş olsun Türkiyem” yazılı brandalarını gördükçe ağlıyorduk. Bölgedeki insanların o tırların yolunu gözleyişleri, “Selvi Boylum, Al Yazmalım” filmindeki Asya’nın kırmızı kamyonu bekleyişindeki heyecana benziyordu. O tırların yardımının kesilmemesi gerekiyor. Orada hayat devam ediyor ve gözü yolda yardım bekleyenler o kadar çok ki. Akrabası olan, parası olan bölgeden çekilse de gidecek yeri olmayanlar orada bizim onları unutmamızdan korkarak bekliyorlar.

Tüm yazılarını göster