"Sahte bal kadar sahte din tüccarlarıyla ilgilenmiyoruz!"
Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Yörünge Dergisi'nin sorularını yanıtladı
21. yüzyılda din algısı ve dinî hareketler hakkında neler söylenebilir? Dine yeni yaklaşımlar, teopolitik söylemler, dinin anlaşılmasında, yaşanmasında ve temsilinde yeni algılama biçimleri söz konusu. Dinin fıkhi ve geleneksel yönüne ilaveten makasıd ve hikmet boyutu ön plana çıkıyor gibi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
21. yüzyılda din algısı ve dini hareketler hakkında değerlendirme yapabilmek için 20. yüzyılın hatta 19. yüzyılın dine dair yaşadıklarını doğru okumak gerekir. Zira son iki yüzyılda insanlık büyük oranda dini sorgulayarak geçirdi. Yaşadığı tüm acıların faturasını dine çıkardı. Dünyanın batı yakası kiliseden gördüğü tüm kötülükleri hiçbir ayırım yapmadan dine mal etti.
Doğu-Müslüman yakası ise bütün gecikmişliklerin, geri kalmışlıkların, tembelliklerin suçunu dine yüklemeye kalkıştı. İlahi, aşkın olan her şey pozitivizm, materyalizm uğruna feda edildi. Bilim, felsefe teknoloji alanında gördüğü ışıklar insanların gözünü kamaştırdı. Ama yine de varlığı, kainatı, insanı, hayatı mebde ve meadı anlamlandıramadı insan. Anlamdan uzaklaştı. İki dünya savaşını, işgalleri, sömürgeleri, zulümleri önleyemedi. Güce dönüşen bilgi insanın aleyhine işledi.
20. yüzyıl din ile ilgili bütün olumsuzluklarını 21. yüzyıla devretti. Modernizmin bütün meydan okumalarına postmodern bir laubaililik katarak devretti. Din konusundaki çarpıtılmış bilgileri, algıları, cehaletleri olduğu gibi devretti. Dahası dinden kurtulma çabalarını, dinin, tarihin, medeniyetin sonunu ilan ederek devretti.
MAKASID DİNİN RUHU, HİKMET İMANIN AKLIDIR
Hiçbir öngörü tutmadı. Din bütün gücüyle tarihe, hayata geri döndü. Ancak bu sefer tabii haliyle hakikate dönüşüne izin verilmedi. Küresel köy kendisine uygun bir din icat etmek için çaba gösterdi. İfade ettiğiniz gibi dinin anlaşılmasında, yaşanmasında, temsilinde yeni algılama biçimleri ortaya çıktı. Bazıları dini kendi hakikatinden koparacak yollara saparken, bazıları da zamanın, hayatın dışına taşıma teşebbüsünde bulundu. Bazı talepler terörize edildi ve din şiddetin, katliamın öldürmenin aracı haline getirilerek itibarsızlaştırılması hedeflendi.
Sorunuzun sonunda ifade ettiğiniz husus maalesef henüz gerçekleşmedi yani dinin makasıd ve hikmet boyutu ön plana çıkmadı. Zira makasıd dinin ruhu, hikmet imanın aklıdır. Bu ruh, bu akıl, dinin rahmeti ile buluştuğunda bütün yüzyılların kalbi mutmain olacaktır. Zira kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.
Din anlayışları farklı bazı çevrelerin birbirlerine karşı kullandıkları dil hakkında neler düşünüyorsunuz? Gelenekçi-modernist karşıtlığı yer yer tekfire varan bir problem alanı oluşturuyor. Ehl-i sünneti dinin kendisi olarak konumlandırıp, ehl-i sünnetçilik yapanların, yenilikçi anlayışları tam bir dışlamacılık anlayışıyla ötekileştirmesi ehl-i sünnetin genel usullerine de aykırı değil mi? Öte yandan gerilimi tırmandıran ve modernist söylemlerle geleneği dışlayan, mahkûm eden yaklaşımlarla dini ve din anlayışını kendi doğrularına inhisar ettirenlerin varlığı da malumunuz. Bu gerilim ve karşıtlık ortamından çıkış konusunda neler yapılabilir? Geçmişte dini yorumların farklılığından kaynaklanan sorunlar nasıl çözülmüş?
20. yüzyılın dine dair biriktirdiği öfkesi, 21. yüzyılın acziyeti din diline de yansıdı. Biz Müslümanlara da bulaştı. Din konusunda bilgi ne kadar kıt ve yetersiz olursa dil o kadar sert ve kaba olur. Hikmeti kaybeden hâkim sadece ahkâm keser. Asıl sorun 21. yüzyılın idrakine İslam’ın rahmetini nasıl anlatacağız? Dini, kendisine büyük mesefa koyan çağla nasıl buluşturacağız, din ile hayat arasında doğru ilişkiyi nasıl kuracağız? Bu konularda aciz kalanlar çok kötü bir dil ile birbirlerini yaraladılar, çok acizler silaha sarıldı, en aciz kimseler katletmeye vardırdı. Hakikat tekelciliği yapan ruhani diktatörler zuhur etti. Elbette dinin peygamber, sahabe ve tarih boyunca medeniyetler kuran müntesiplerinin inşa ettiği sahih gelenek önemlidir.
Geleneği olmayanın geleceği de olmaz. Ancak dini tarihin, hayatın dışına taşıyan gelenekçilik bizzat gelenek tarafından da zemmedilmiştir. “Her yenilik bidat, her bidat dalalet, her dalalet ateştedir.” ifadesi basmakalıp tekrarlanan bir klişedir. Aynı şekilde modernliği hakikatin kaynağı olarak gören bir modernizm, dinin tarihini, kültürünü yaşanmışlığını yük sayan bir modernizm de kabul edilemez. Tekfir hastalığı modern bir ötekileştirmedir. İslam’ın sahih geleneği her türlü tekfiri reddetmiştir. Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber’de der ki: “Her kim tenzile iman ederse, tevil ile tekfir edilemez.”
Ehl-i Sünnet bir mezhep değildir. Ehl-i Sünnet Hz. Peygamber ve ashabının bize bıraktığı doğru, orta, mutedil yol demektir. Anayolun adıdır. Neo-selefi bir söylemle Ehl-i sünnet hamisi kesilenler bilerek veya bilmeyerek Ehl-i sünneti ve bilhassa onun rey ve dirayet mektebini selefileştirme tavrı içindedirler. Bu marjinal söylemler, irfan mektebine dahi farklı yollarla sızma çabası içindedir. Hiç kimse dinin hamisi değildir. Dinin hamisi, Allah’tır. İslam dünyasında büyük zulümler, büyük katliamlar, büyük fitneler yaşanırken yaptığımız hiçbir dini tartışmanın hakikat terazisinde hiçbir değeri yoktur. Biz en şaz, en aykırı görüşleri ademe mahkum etmeyen, en kıymetli kitaplarımızda o görüşleri zikrederek süreklilik kazandırmış bir medeniyetin çocuklarıyız. Hakikate ulaşmak için en dokunulmaz kürsünün ilim ve akademi kürsüsü olması gerektiğine inananlardanım. Ancak İslam coğrafyasının içinden geçtiği acıları, trajedileri dikkate almalıyız. İslam ümmetinin hakikat ve adaletten uzaklaşma temayülleri yaşarken Kur’an mahluk mudur değil midir diye tartışan seleflerimizin durumunu hatırlamalıyız. Yahut haçlılar Kudüs’ü işgal edip, Şam’a yaklaştıklarında; Bağdat Moğollar tarafından işgal edilirken Allah’ın esma ve sıfatları üzerinden birbirlerini tekfir eden alimlerimizin konumuna düşmemeliyiz.
Türkiye’de FETÖ, İslam dünyasında DEAŞ gibi kötü örneklere bakıldığında dinî konuların, özellikle mehdilik gibi başlıkların istismar edilmesiyle din hakkında olumsuz kanaatler artabiliyor. Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı öteden beri çalışmalar yaptı, yapıyor. Ancak dini istismar eden çevrelere yönelik, yaptırımlar içeren bazı girişimler ve önleyici çalışmalar da gerekmiyor mu? Örneğin son günlerde isminden çokça sözedilen bir takım problemli tiplemelere neden müdahale edilemiyor?
Öncelikle yanlış bile olsa farklılık arz eden din anlayışları ile açıkça yapılan din istismarını birbirinden ayırmak gerekir. Yanlış din anlayışlarıyla sadece ilim ve hikmetle mücadele edilmeli ancak din istismarına karşı behemehal zecri tedbirler alınmalıdır. Zira bu coğrafyada artık din emniyeti, dini istikrar, en az can emniyeti kadar önemli bir milli güvenlik meselesidir. FETÖ ve 15 Temmuz ihanet teşebbüsü, bu coğrafyada din kullanılarak üretilen şiddet ve terör, her türlü din istismarına karşı müteyakkız olmamızı zorunlu kılıyor. Din özgürlüğü ile din istismarını birbirinden ayırmak gerekiyor. İstismarın en kötüsü, en çirkini, en aşağılık olanı din istismarıdır. Ülkemizin bir din istismarı pazarına dönüşmesine asla izin verilmemelidir. Görevde iken de yüksek sesle ifade ettiğim gibi sahte bal satanlarla ilgilendiğimiz kadar sahte din tüccarları ile ilgilenmiyoruz. Sonra da başımıza büyük musibetler geliyor. Her inanan insanın en masum dini tezahürlerinin suç olarak değerlendirildiği, irtica ile yaftalandığı zamanlarda bunları ayırmak zordu. Ancak bugün kötü ile mücadeleden geri durmak için hiçbir mazeretimiz yoktur. Herkes bilmelidir ki din, taraftar toplama aracı değildir.
DEAŞ’ın militanlarına cennet vaat etmesi ne kadar din istismarıysa bir tarikatın kendi müntesiplerine cennet vaat etmesi aynı derecede din istismarıdır. Benim elimi öperseniz cennete gidersiniz, sizi cehenneme götürürken ben falan tarikatın şu kolundanım derseniz, sizi salıverirler hezeyanlarını dinlemedik mi? Allah ete kemiğe büründü benim şeyhim olarak göründü hezeyanını duymadık mı bu ülkede? Kendilerine manevi güçler atfederek insanları aldatmak din istismarı değil mi? Materyalizmin en büyük silahı olan nudizmi meşrulaştırarak iffetsizliği ve hayasızlığı, mehdiyet altında takdim etmediler mi bu güzel ülkede? Bütün bunlar din istismarı değil de nedir?
DİYANET YENİDEN YAPILANDIRILMALI
Diyanetin yapacaklarına gelince yaşadığım tecrübelere dayanarak söyleyebilirim ki Diyanet, mevcut statüsü ve müktesebatıyla mevcut dili ve üslubuyla bunların üstesinden gelmekte çok zorlanmaktadır. Her şeyden önce Diyanet’in her açıklaması siyasetin müdahalesi olarak algılanmaktadır. Daha yeni kurulan genişletilmiş istişare heyetinin bu konuları çok daha geniş bir şekilde ele alması zarureti olduğunu ifade etmek isterim.
“Su-i misal emsal teşkil etmez” ama kötü örnekler üzerinden tüm cemaatler ve bütün dindarlar töhmet altında bırakılabiliyor. Ülkemizde bir cemaat ve tarikat sorunu var mı? Cemaat ve tarikatların devlete ve devletin cemaat ve tarikatlara bakışı konusunda son dönemde yaşananları da göz önünde tutarak neler söylemek istersiniz?
Dini meselelerde maalesef su-i misal emsal teşkil ediyor. Tabii ki ihlas ve samimiyetle hizmet eden ile aldatanı birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Tasavvuf bir gönül terbiyesi olarak bu topraklarda İslam çağrısının ve dini hayatın mayasıdır. Ancak ilimsiz, hikmetsiz, marifetsiz tarikat yola koymaz, yoldan çıkarır. Abdulkadir Geylani’nin meşhur bir sözü vardır: “Eğer bir şeyhte beş vasıf olmazsa o, insanları cehalete götüren bir deccale dönüşür.” Birinci vasfı alim ve arif olmaktır. Gönüllülük, fütüvvet ruhu, Rıza-i Bari gibi gayelerden sapan dini yapı, cemaat olmaktan çıkar. Ümmetin vahdetini parçalayan bir yapıya cemaat denmez.
Tarikat ve cemaatler Müslüman toplumların bir realitesidir. Yasakla bir yere varılmaz. Ancak görevde iken de sık sık ifade ettiğim gibi her cemaat ve her tarikat toplumun huzuruna bir sözleşme ile çıkmalıdır. Yaptığı, yapacağı ve yapmayı düşündüğü bütün hizmetlerini topluma deklare etmeli, dayandığı İslami ilkeleri, prensipleri ilan etmelidir. Her bir yapı kendini bu sözleşme ile sınırlamalı, bu sözleşme tabiri caizse onun anayasası olmalıdır. Bilhassa İslam’ın inanç ve ahlak ilkelerine sadakat esas olmalıdır.
Türkiye’de dinî istismarı önlemek konusunda öteden beri bazı çalışmalar yapılmış. Örneğin Osmanlı’nın son döneminde Meclis-i Meşayih düzenlemeleri var. Bu konu politik tazammunları açısından muhataralı bir alan olmakla beraber günümüzde de bir şekilde el atılması gereken bir konu değil mi? Dinle ilgili tartışmaların bir otorite kanalıyla denetim altında tutulması gerekmiyor mu? Diyanet İşleri Başkanlığı özellikle medyadaki din tartışmalarına müdahil olabilir mi? Yoksa “çağın ruhu bunu gerektiriyor, artık denetim ve kontrol çok zor.” diyerek bu alanı olduğu şekliyle bırakmak mı lazım?
Meclis-i Meşayih bir devlet müdahelesi değil, bir iç düzenlemedir. Ancak Meşihat eliyle yapılmıştır. Kısa bir süre de olsa istismarları önlemiştir. Ancak kalıcı hale getirilememiştir. Yine de elimizde bir örnek olarak durmaktadır. Bizzat kendileri tarafından belirlenecek bir ilmi ve ahlaki denetim mekanizmasının zarureti ortadadır. Bu mekanizma sadece sözünü ettiğim sözleşmeye sadakati murakabe etmelidir. Az önce de ifade ettiğim gibi Diyanet yapısal sorunlarını çözmeden, ilmi ve entelektüel müktesebatını yükseltmeden tek başına bu görevi yapamaz. Nitekim Diyanet 15 Temmuz’dan sonra, Olağanüstü Din Şurası’nı toplamış ve bu şurada 42 kişilik genişletilmiş istişare heyetini kurmuştur. Bu kurul eski Başkanları, eski Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlarını ve toplumun saygı duyduğu hocaları bünyesine almıştır. Bu kurulun görev verdiği bir komisyon bütün dini yapılarla görüşmeler yapmıştır. Bunun nasıl neticeleneceğini beklememiz gerekiyor.
Dinle ilgili tartışmalarda şahıslardan kaynaklanan problemler yanında usul ve metodoloji sorunları da öne çıkıyor. Dinî yorumlar konusunda usul açısından yeni ve özgün çalışmalara ihtiyaç var gibi. “Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu” başlığıyla doktora çalışması yapmış bir akademisyen olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Din tartışmaları hiçbir zaman bu kadar usulden, metodolojiden hatta tartışma adabından, ihtilaf ahlakından kopmamıştır. Usul derken hem dini metinleri anlamak için inşa edilen usul ilimlerini, hem din ile varlık, hayat, kainat arasındaki ilişkileri hem de dil ve üslubu kastediyorum. Dijital iletişim devrimi ile her türlü bilgiye ulaşmak çok kolaylaştı. Ancak doğru bilgi ile yanlış bilgiyi birbirinden ayıracak kriterler, bilgiyi salih amele dönüştürerek usul yok oldu. Malumatımız arttıkça cehaletimiz artmaya başladı. En kötü mühendislik, cehalet mühendisliğidir. Cehalet mühendisliği bilgi yükleyerek cahil bırakmaktır, enformatik bir cehalettir. Bizim bilgi tasavvurumuzu üç kelime birlikte ifade eder: İlim, hikmet ve marifet.
Din doğru bilgiye dayanmak zorundadır. Sahih ilim olmazsa, iman da ibadet de sahih olmaz. Dinin anlatım dili ise hikmet dilidir. “Allah’ın yoluna hikmetle çağır.” buyuruluyor. Usulsüz füru bilgisi ne kadar yanlışsa, hikmetsiz hüküm bilgisi de o kadar yanlıştır. Ahkâm kesen fetvalara değil, hikmetli öğütlere ihtiyacımız var. Zira fetva kazai değil, diyanidir. Akıl ve felsefe olmadan hikmet olmaz. Hikmetsiz konuşanların akıl ve felsefe düşmanlığı bundandır. Gazzali der ki: “Akıl, Allah’ın nurundan bir parçadır.” Yine der ki “akıl içten gelen bir vahiy, vahiy dıştan gelen bir akıldır.” Akıl vahiy dengesini kurmak için İslam medeniyeti bir kütüphane dolusu kitabı miras bırakmıştır. Bu mirastan mahrum olanlar “aklı kenara koymadan cennet olmaz.” dediler. Oysa Kur’an bunun tersini söylüyor. İnsanlar ateşe doğru giderken “biz peygamberi dinleseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem ehlinden olmazdık.” diyeceklerdir.
Türkiye’de ve İslam dünyasında dinî açıdan sorun alanı olarak gördüğünüz başlıklar nelerdir? Öncelenmesi ve bir an önce çözüme kavuşturulması için çalışmalar yapılması gereken konular ve bunların nasıl çözülebileceğine dair önerileriniz nelerdir?
İMAN EMANA, İSLAM SELAMA DÖNÜŞMELİDİR
Öncelikle yapılması gereken imanın emana, İslam’ın selama dönüşmesi gerekliliğidir. Barış ve güvenlik olmadan hiçbir şey olmaz. Bizi birleştirmeye gelen İslam’ın yanlış anlayışlarımızın kurbanı olması, İslam üzerinden sürekli parçalanmaya devam edişimiz, ümmetin arasında vahdeti tesis edemeyişimiz en büyük sorundur. Değer ve ahlak üreten bir dindarlığa sahip olamayışımız en önemli meselemizdir. Yeryüzünde adaleti ayakta tutmakla mükellef kılınmış bir ümmetin kendi arasında adaleti tesis edememesi bütün insanlığa ve bütün varlığa rahmeti taşımakla sorumlu tutulmuş bir ümmetin kendi arasında dahi merhameti yerleştirememiş olması en önemli sorun alanlarıdır. Dahası coğrafyamızda zulmün egemen olması, dinin şiddet üreten bir unsur olarak algılanması kabul edilebilecek bir husus değildir. Şüphesiz bütün bunlarda coğrafyamızın küresel güçlerin çatışma alanlarına dönüşmesinin payı unutulmamalıdır. Ancak bizden kaynaklanan hususları da unutmamak gerekir. Bütün peygamberler bir kötülükle bir musibetle karşılaştıklarında “Allahım biz kendimize zulmettik.”, “Allahım ben kendime zulmedenlerden oldum.” diyerek öz eleştiri yapmışlardır. Oysa bugün biz Müslümanlar başımıza ne gelirse gelsin “Allahım onlar bize zulmettiler.” diyoruz. Suçu başkasına atarak kurtulamayız.
AHLAK, DİNİN RUHU VE GAYESİDİR
Dijital dünyada her türlü bilgiye ulaşmak kolay oldu. İnternet ortamındaki dini bilginin büyük kısmı sorunludur. Eğitim sistemlerimiz bilgi yüklemekten çıkıp doğru bilgi ile yanlış bilgiyi ayırt edecek metotları vermelidir. Sahih dini bilgi sorunu en önemli sorun haline geldi. Ahlak meselemize tekrar vurgu yapmak isterim. En kötü sekülerizm, dinin ahlaktan ahlakın dinden ayrılmasıdır. Dinin ahlaktan ayrılması dinin kendisinden ayrılmasıdır. Ahlak, dini ahkâmın aklıdır. Dinin ruhu ve gayesidir. Allah Resulü: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur.
Dindarlığı ibadet-i mersumeye yani şekli ibadetlere hasretmekle olmaz. Bir yazarımızın ifadesiyle sol elle yemek yemenin günah olduğuna inandığımız kadar yetim hakkına girmenin, yalan söylemenin, iftira atmanın günah olduğunu kabul edip yaşadığımız zaman ahlak sorununu çözmüş oluruz. Bütün bunları önce İslam anlayışımızı tashih ederek, din eğitimi ve insan yetiştirme düzenlerimizi gözden geçirerek gerçekleştirebiliriz. Kültürel olanla dini olanı ayırarak, dinin sabiteleri ile değişkenlerini tespit ederek düzeltme yoluna girebiliriz.
Ülkemizde farklı anlayışlarla da olsa “Diyanet İşleri Başkanlığı olmasa da olur.” diyebilenler var? Sizce Diyanet İşleri Başkanlığı olmasa ne olur? Bu yönde sol ve liberal çevrelerle bazı dindar çevreler tarafından dile getirilen talepleri nasıl karşılıyorsunuz?
Ben şahsen din üzerinden sürekli bölünen bu coğrafyada Türkiye’nin bekası için üç müesseseyi önemli görüyorum. Dini bilimlerle tabii fen bilimlerini ayırmayan İmam Hatip Liseleri, İslami ilimlerle felsefi sosyal bilimleri ayırmayan İlahiyat Fakülteleri, din hizmetlerini tarihteki sürekliliği ile tanzim eden Diyanet İşleri Başkanlığı. Ancak bugün her üç müessese de mevcut halleri, konumları ve programları ile bize yetmemeye başladı. Her üçü de altmışlı yetmişli yılların dünyasına hitap etmeye devam ediyor. 21. yüzyılın meydan okumalarını dikkate alarak, coğrafyamızda yaşadığımız acıları ve trajedileri göz önünde bulundurarak ve bugünkü genç kuşakların yaşadığı büyük kopuşları düşünerek her üç müessesenin hem yapılarını hem programlarını hem de kullandıkları dil ve uslubu değiştirmeleri elzemdir.
MENDERES’İN HAZIRLATTIĞI DİYANET KANUNU
Diyanet İşleri Başkanlığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam’la kurmak istediği varoluşsal ilişkinin devamı olarak görüyorum. Ancak Türkiye’de her siyasi anlayışın, her düşüncenin, her ideolojinin kendine göre bir Diyaneti oldu. Dini ihtiyaçlarımızı, sorunlarımızı, coğrafyamızı ve geleceğimizi dikkate aldığımızda Diyanetin mevcut yapısı, statüsü ve konumuyla bu devasa sorunları çözmesi mümkün değildir. Bugünkü Diyanet, mevzuatı ve yapısı itibari ile 60 ihtilalinin kurduğu Diyanettir. Sn. Cumhurbaşkanımızın ülkemizi dünyaya açması ile birlikte öncelikle 2007 – 2017 yılları arasında Diyanet bütün dünyaya açıldı. Kaybettiğimiz nice kardeşlikleri yeniden tesis etmeye başladı. Orta Asya ve Balkanların yanında, Afrika, Latin Amerika, Pasifik Asya’da önemli hizmetler yapmaya başladı. Dünyadaki bütün Müslüman azınlıklara ulaşmaya, din eğitimi ve din hizmetleri alanlarındaki tecrübelerini yeryüzündeki bütün kardeşleriyle paylaşmaya başladı. Diyanet bütün bunları, konumunu, yasal sınırlarını ve mevzuatı aşmaya çalışarak yaptı. Milletimizin katkıları, Diyanet Vakfı’nın lojistik desteğiyle yapmaya çalıştı. Bu durum, Diyanet’in milletimiz nezdinde ve bütün dünyada kazandığı konum ile Türk mevzuatı içinde 657’ye tabi konumu arasında büyük mesafeler oluşturdu. Bu mesafe yeni bir reform ile kapatılmadan, geleceğin Diyaneti kurulmadan bütün bu sorunlarımızı mevcut haliyle çözmesini bekleyemeyiz. Ben şahsen başkanlığım döneminde hep bu çaba içinde oldum ancak muvaffak olamadım. 1952’de rahmetli Adnan Menderes’in Ali Fuat Başgil’e hazırlattığı muhteşem bir Diyanet kanunu var önümüzde. Eğer o kurulabilseydi inanın Diyanet sadece Türkiye’deki boşlukları değil, coğrafyada oluşan dini otorite boşluğunu da dolduracak kıvama gelirdi.
Türkiye’deki din anlayışının İslam dünyasına bakan yönüyle sahip olduğu imkânlar ve kısıtlar bakımından neler söyleyebilirsiniz? Diyanet İşleri Başkanlığı son dönemlerde hem yurt içinde hem de yurt dışında güzel açılımlar sağladı. Yayın faaliyetlerine ağırlık verdi. Sahip olduğu potansiyeli de göz önünde tutarsak sizce yeni dönemde ne tür çalışmalar yapmalı? Gönül coğrafyamıza yönelik çalışmalar bakımından değerlendirme yaptığınızda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üzerine düşeni yeterince yaptığını söyleyebilir misiniz?
İslam evrensel bir dindir. Irklara milletlere, coğrafyalara göre tasnif edilemez. Arap İslamı, Türk İslamı, Berberi, Fars İslamı diye farklı İslamlar olmaz. Ancak her milletin bir anlayışı, yaklaşımı olabilir. Bizim İslam anlayışımızın arkasında üç büyük medeniyet tecrübesi vardır. Biri Orta Asya’da Maveraünnehir Medeniyeti. İbn Sina ile Buhari’yi, Farabi ile Ahmed Yesevi’yi birlikte çıkaran, akli ilimlerle nakli ilimleri ayırmayan, İslami ilimlerle felsefeyi tasavvufla birlikte inşa eden büyük bir gelenek. İkinci tecrübe, Selçuklu tecrübesidir. Bilhassa ilim alanında sahip olduğumuz Selçuklu tecrübesi küçümsenemez. Nizamiye medreseleri, Cüveyniler, Gazzaliler, bu dönemin eserleridir. Üçüncü tecrübe ise büyük Osmanlı tecrübesidir. Osmanlı tecrübesi bu anlayışı evrensel hale getiren büyük tecrübedir. Cumhuriyet döneminde yaşadıklarımız ise bize daha farklı tecrübeler kazandırmıştır.
Bugün yapılması gereken bütün bu tecrübeleri birleştirerek asrın idrakine hitap etmektir. Bir önceki sorunuza cevap verirken de ifade ettiğim gibi Diyanet başta olmak üzere zikrettiğim kurumlar mevcut halleriyle bu büyük gelenekleri güncelleyerek geleceğimizi kurmakta zorlanırlar. Bir yeniden yapılanma hayati önem arz etmektedir. Ve ben bu yenilenmeyi bir beka meselesi olarak görüyorum.
Tarihte vahdeti sağlayan büyük müesseselerin bıraktığı boşluğu doldurmak için her ülke kendi çaresine baktı. Mısır, Ezher Şeyhliğini ihdas etti. Tunus, Zeytune’ye benzer bir rol verdi. Malezya, Pakistan ve İran bütün İslam Dünyasına hitap eden birer uluslararası İslam Üniversitesi kurdu. Suudi Arabistan, Rabıta’yı kurdu. İran, Velayet-i Fakih adı altında bir rehberlik oluşturdu. Ancak bunların hiçbirisi o tarihteki boşluğu dolduracak vahdeti sağlayamadı. Bugün bu tarihi boşlukları din hizmeti yürüten kurumlardan çok, doğru bilgi üreten, alim yetiştiren ilmi müesseselerle doldurmak daha doğrudur.
Türkiye, hem ilahiyat fakültelerinde üretilen bilgiyi dünya ile paylaşamadı hem de İslam dünyasının bu çağın sorunlarını çözecek alim yetiştirme ihtiyacına karşılık verecek ilmi müesseleri kuramadı. Bugün İslam’ın makul, mutedil, medeniyetler kuran anayolunu ihya edecek, Doğu’ya da Batı’ya da hitap edecek ilim merkezlerine ihtiyaç var. Bugün bu ihtiyacı karşılamak İslam dünyasının umudu haline gelen, Kudüs’ü en çok himaye eden, arkasında Maveraünnehir, Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi olan Türkiye’ye daha çok yakışır diye düşünüyorum.
Din-devlet ilişkileri bağlamında çok hassas bir yerde duran Diyanet İşleri Başkanlığı, özellikle din anlayışlarının farklılığı sebebiyle kararsız durumda kalan insanlara yönelik neler yapabilir? Genel anlamda Türk insanı çatışmacı ve sorunlu yaklaşımlarla yüz yüze geldiğinde dinî otorite olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bakıyor. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı kendisinden beklenenlere cevap verebiliyor mu?
Bugün sadece ülkemizde değil bütün islam diyarlarında bir vaaz ve fetva karmaşasının yaşandığı muhakkaktır. Çatışmacı ve sorunlu bir din dili kullanıyoruz. İslam dünyasında büyük acılar ve felaketler yaşanırken din adamlarının çözüm aramayı bırakıp, bilinçaltında kalan tarihsel ihtilafları körükleyerek toplumları bölmesi en büyük tehlikedir.
Dijital kürsülerine kurulan medya vaizlerinin nasih ve emin sıfatlarını bir tarafa bırakarak tarihte kalmış ihtilafları, düşmanlıkları ekranlara veya sosyal medya hesaplarına taşıyarak bir din ve mezhep kavgası başlatması, her birinin kendi mecrasından mevzi ve taraftarlar edinip diğer tarafa acımasızca saldırması ahlaksızlıktır. En önemlisi de devletlerin ve medeniyetlerin çöküş ve çözülüş dönemi tartışmaları diyebileceğimiz anlamsız, faydasız, beyhude tartışmaların genç nesillerin bilinçlerini yaralaması, zihinlerini ve kalplerini işgal etmeleridir.
Esefle belirteyim ki bütün bunlar oldu. Sadece tekke, dergah kürsülerinden değil, dijital medya kürsülerinden şii-sünni, sufi-selefi, ehl-i hadis-ehl-i kur-an, tarihte yaşanmış ne kadar ihtilaf varsa gündeme taşıdılar. Hem de tartışma adabını ve ihtilaf ahlakını bir tarafa bırakarak… Mezhep ihtilafları, Kerbela savaşları, tekfir hastalıkları evimizde, masamızda, cep telefonlarımızda boy göstermeye başladı. Herkesin söz söylediği bir alan oldu internet. Yüzlerce yanlış bilgi ve o bilgiler ışığında inşa edilen algılara hiçbir şeyin kendisi olmadığı, her şeyin abartıldığı bir dünya, hakikat değil sanal bir dünya, imaj reklam ve propaganda dilinin hakim olduğu bir dünya… Biz Müslümanlar son iki asrın bütün değişimlerine hazırlıksız yakalandığımız gibi buna da hazırlıksız yakalandık. Dinin internet ortamına taşınması süreci nasıl olacaktı? Dinin hakikatleri sanal bir alemde nasıl ifade edilecekti? Her an internet ortamlarına aktarılan bilgi nasıl denetlenecekti? İrşad, davet ve tebliğ dili imaj reklam ve propaganda dili ile nasıl ifade edilecekti? Oyun, eğlence ve alay üzerine kurgulanan sosyal medya ortamlarında dinin hakikatleri nasıl anlatılacaktı? Bütün bunlarla ilgili hiç bir hazırlığımız yoktu. Bugün internette mevcut olan dünya bilgi varlığı içinde İslam bilgi varlığı sıhhat ve doğruluk açısından ciddi sorunlar taşımaya devam ediyor. Biz bütün bunları düşünecek zaman ararken hız çağının getirdiği dijital dünya hükmünü icra etti. Bütün İslam dünyasında sanal alemin ürettiği ve her türlü denetimden uzak dini bilgiler insanlığı kuşattı. Hatta bu sanal alemin ürettiği dini grup ve organizasyonlarla sanal dini cemaatler oluştu. Bu dini cemaatlerin müritleri, mürşidleri, şeyhleri, vaizleri, kürsüleri oldu.
İslam dünyasının umudu haline gelen ülkemiz bundan azade olacak değildi. Özellikle son on beş yılda din konusunda tanınan özgür ortamlardan istifade eden nice insan internet ortamında dijital bir kürsüden insanlara din anlatmaya başladı. Tarih ilk defa bir dakikalık ilginç fetvalara şahit oldu. Bu durum camide, tekkede, dergahta, vaaz vermeye benzemiyordu. Vaizlerimizin nasih ve emin sıfatlarını sanal alemde korumaları güçtü. Mahviyeti görsellikle ifade etmek, ihlas ve samimiyeti reklam ve propaganda diliyle fon müziği eşliğinde korumak imkansızdı.
Hikmet ve mev’iza-i hasene üslubunu reytinglere feda etmemek zordu. En önemlisi dijital kürsülere kurulan vaizlerin her şeyi ama her şeyi bilmesi gerekiyordu. Düşünmeye araştırmaya fırsat verilmiyordu. Bu mecra bilmiyorum demeyi, bilmiyorum diyeni kabul eden bir mecra değildi. Bu mecra, alimde olması gereken tevazuyu reddediyordu. Her şeyi biliyor olmanın kibrine kapılmayı zorunlu kılıyordu.
Bütün bu zorlukların farkında olsun olmasın İslam dünyasında nice hocalarımız, vaizlerimiz, din anlatıcıları bu zor olanı seçtiler ve her biri bir dijital kürsüye kurularak dini anlatmaya başladı. Hiç birinin elinde bu yeni vaazın bir adabı, bir usulü yoktu. Her biri kendi adabını ve usulünü, dilini, üslubunu kendisine göre şekillendirmeye başladı.
İşte sizin sorunuzda ifade edilen çatışmacı sorunlu söylemler bu şekilde ortaya çıktı. Bu küresel bir sorundur. Bu hal karşısında Diyanet tek başına ne yapabilir? Diyanet, bu polemiklere katılmayı bugüne kadar doğru bulmadı. Ben de doğru bulmadım ancak bu Diyanet’in ve Din İşleri Yüksek Kurulu’nun hiçbir şey yapmayacağı anlamına gelmez.
Din İşleri Yüksek Kurulu önce fetvanın dilini, üslubunu gözden geçirmelidir. Camide kullandığımız dil tıpkı cami gibi daima kuşatıcı olmalıdır. Dışardaki din tartışmaları asla minbere taşınmamalıdır.
Bilgi takip kurulları oluşmalı. İlahiyat fakültelerinden yardım almalı. Bunlar çok düşünüp de yapmakta zorlandığımız hususlar olmuştur. Biz kendi dönemimizde, nöbetimizde bu kadar yapabildik. İnşallah bizden sonraki kardeşlerimiz hem bizim eksik bıraktıklarımızı tamamlar, hem de yapamadıklarımızı en güzel şekilde icra mevkiine koyarlar.
Bu konulardan iki yıl önce başlayan bazı çalışmaların neticelendiğini zannediyorum. Bizden sonra görevi alan bütün kardeşlerimize rıza-i Bari’ye uygun muvaffakiyetli çalışmalar niyaz ediyorum.