Uçak Saraybosna Havaalanı’na indi ve IUS Üniversitesi öğretim üyesi dostum Prof. Dr. Metin Boşnak ilk hoşbeşten sonra “Otele mi gidelim Başçarşı’ya mı?” diye sordu.
“İkisine de değil!” dedim. “Aliya’ya gidelim!”
Aliya! O bilge adam! Sadece olmak değil ölmek istediğim adamlardan biri! O’nun kabrine uğramadan Saraybosna’da atacağım her adımda toprak, taşlar, ağaçlar, kuşlar ve karşılaştığım her nazar benden hesap soracak, beni reddedecek, ayıplayacak hissi vardı yüreğimde. Aliya’nın kabrine uğramadan otele yahut Başçarşı’ya gidecek olursam, Bosna’da aldığım nefes, içtiğim su, yiyeceğim lokma haram olacak diye düşünüyordum.
Gittik. Akşamdı. Karanlığı Aliya’nın belki Dünya’nın Devlet Başkanı mezarları içinde en mütevazı sayılabilecek kabrinin ve çevresinde onu kucaklamış gibi yatan binlerce şehidin, bana ilk bakışta mahşeri hatırlatan bembeyaz kabir taşları aydınlatıyordu.
Ah o şehit kokusu yok mu?
Yıllar önce Yemen’de uçağın kapısı açılır açılmaz beni çarpan ve gözyaşlarına boğan o şehit kokusu, Aliya ve kahramanlarının huzurunda da sardı savurdu beni.
Dua ettim; Bosna için, Boşnaklar için, İslam için, insanlar için ve kendim için...
Aliya’nın kabrinin çevresini kordonla çevirmişler geçilmesin diye. Eğilip geçtim. Geçmesem olmazdı. Üzerimde bir emanet vardı; 12 yıl önce Saraybosna’ya ilk gelişimde bugün Cumhurbaşkanımız, o yıllarda Başbakanımız olan Erdoğan ile söyleşi yapmasına vesile olduğum Boşnak gazeteci arkadaşım Sanita Lisica, başka bir ülkede görevli olduğu için, Bosna’ya gideceğimi öğrendiğinde “Vatanımı öp!” demişti. Bu emaneti ancak Aliya’nın kabir toprağını öperek teslim edebilirdim. Onun kabir toprağını öpmek, binlerce şehidin alnını öpmekle de eşti benim için.
Diz çöktüm ağlayarak ve şehit kokusu sarhoşluğu içinde Aliya’nın toprağını, Sanita’nın vatanını, binlerce şehidin alnını öptüm, öptüm, öptüm!
Artık nefes alabilir, su içebilir, lokma edebilirdim.
Aliya ve şehitlerinden ruhumun onlara bir nebze yaklaşabilmesi niyazı ile ayrılırken elinde telsiz olan bir güvenlik görevlisi geldi. Metin Boşnak Hoca vasıtasıyla anladım ki, kameralar varmış ve orada olanları görmüşler.
“Ne yapıyordun orada?” diye sorarmış bana Boşnak polis.
“Aliya’nın toprağını öptüm?”
“Burda geçilmez yazıyor görmedin mi?”
“Gördüm ama gene de öpmek istedim!”
Elindeki telsizden bir ses yükseldi, bir şey sordu biri, belli ki gelen polisin amiri.
“Sor bakalım Türk mü?” dermiş meğer.
“Türki Elhamdülillah!” dedi Metin Boşnak gülerek.
Karşımdaki polis de güldü. Pasaportumu istedi, baktı. Gene güldü.
“Türklerden başkası yapmaz bunu!” dedi. “Selam! Allaha emanet!”
“Hoşbulduk!” dedim. Ayrıldık. Başçarşı’da biraz dolaştık. Her yerde aynı karşılama ve aynı veda!
“Selam!... Allah’a emanet!”
Otele geldik. IUS Üniversitesi, 12 yıl önce Tayyip Erdoğan Başbakan iken onunla ilk gelişimde kaldığımız otelden oda ayırtmış. Bir hoş oldum gene... Hatıralar kat kat olmuş karşımda otel suretinde duruyor. Resepsiyonda bir delikanlı var. 12 yıl önce yine bu otele geldiğimi anlatmak istedim. Kelimeler arasında “Erdoğan” kelimesini çekip aldı ve heyecanla “Erdogan my president!” diye bağırdı delikanlı. Arkasından ekledi:
“Abi!”
Başka söze gerek var mı?
Superhaber’deki ilk yazıma Aliya ve şehitleri ile; onların uğruna can verdikleri insanların sözleri ile başlamasam olmazdı.
“Selam! Allah’a emanet!”