Senai Demirci: Ayasofya'yı Müslümanlar yaptı
SuperHaber röportaj editörü Hülya Okur, doktor, yazar, şair Senai Demirci ile manevi hayatın sosyal ve siyasal yaşamla kesiştiği noktaları, tarihten gelen tartışmaları, güncel gelişmeleri konuştu. Demirci İslam'a bakışı, hayatı anlayışı, siyaset alanından beklentileri, güncel gelişmelerin sosyal yaşamdaki etkilerine ilişkin çok önemli değerlendirmelerde bulundu. Bunlardan biri de Ayasofya ile ilgiliydi... Demirci, "Ayasofya'yı Müslümanlar yaptı" diyerek yeni bir tartışmanın da fitilini ateşledi.
SuperHaber'e konuşan doktor, şair ve yazar Senai Demirci İslam, Müslümanlık, Din ve inanç konularında çok önemli ve tartışma yaratacak açıklamalarda bulundu.
"Ayasofya'yı Müslümanlar yaptı!" diyerek yeni bir tartışma kapısı aralayan Demirci, "Din adına çok fazla bilgi üretiliyor, magazin yaratılıyor. Dinin bilgisinden insanlar yoruldu." sözleri ile din konusunda yapılan hatalara dikkat çekti.
"Ben eşcinselliği ahlaksızlık olarak görüyorum. Ama bu toplumda hayat hakkı vardır" diyerek hem eleştiren hem de onların yaşam hakkına saygı duyan Demirci "Kosovalılar; Sigarasız kahve, imansız Türk gibidir, diyorlar. Yani Türk olmak iman etmek demektir." sözleri ile Türklük algısına farklı bir bakış getirdi.
Türk bayrağı söylemine de karşı çıkan Demirci "Türk değil, İslam bayrağı. Türk bayrağında hilal; la ilahe illallah, yıldızı da; Muhammeden Resulullah’a denk gelir." dedi.
Müslüman ve sufi arasındaki ayrımın öne çıkartılmaya çalışıldığını ifade eden Demirci, tehlikeye işe şu sözlerle dikkat çekti: ABD'ye göre terörist ise Müslümandır, bilge ve şairse Sufidir.
İstanbul seçimleri ile ilgili olarak, "Kanaatim şike olduğu yönünde" diyen ve Sandık görevlisi olmak için başvurduğunu belirten Demirci'nin bir diğer eleştirisi ise 15 Temmuz'a ilişkin
"Eyüp Sultan’daki liselere 2 dönem ders verdim, 15 Temmuz’dan o kadar bıktırılmışlar ki, gına gelmiş." sözleri oldu.
İşte Hülya Okur'un Senai Demirci ile gerçekleştirdiği röportajın detayları...
“ANNEMİN GİDİŞİ BENİ YETİMLİĞE DUYARLI HALE GETİRDİ”
Balat’ta gezerken, geçen çocukluğunuzu yeniden yaşamak için kendinize heyecanlar yaratıyorsunuz. Annesiz bir çocuk olarak daha mı hızlı büyüdünüz, toplumun bağrında büyümenizin farkı neydi?
Her insan farklıdır. Yaralarımız, acılarımız yegâne canlılar haline getiriyor her birimizi. Karşılaşmalarımız da bu yüzden sürpriz oluyor. İnsanın tekrarı yok; insan karşılaşmalarının da. Hem güzel hem de ürkütücü olan tarafımız bu. Bir de her insandan her an her şey beklenebilir. Annesizliğime gelince annem hayatta ama annemden ayrı büyüdüm. Annemi bir sabah gelip aldılar, ben 5-6 yaşındaydım. Giderken 24 yaşlarında genç bir kız olarak gitti. Gidiş o gidiş. Onun getirdiği acı var, bir hatıra, bilinçaltı yarası. Başlangıçta, ne kadar olumsuz da gelse, beni yetimliğe karşı daha duyarlı hale getirdi. Belki öbür türlü daha şımarık bir adam olacaktım. Öyle yaralanınca, açık yara ile büyüyünce, merhamet gözenekleri açık bir kişi olarak büyüdüm sanıyorum.
“GÜNAHKÂR, GÜNAHINDAN KÂR ÇIKARTANA DENİR”
Annenizle ilgili boşluğun en büyük tamamlayıcısı belki de babanızdı. Babanızın 1.1.1985’de çocukları için yazdığı, güzel bir hatıra notu elinize geçiyor. “Rabbim çocuklarımı, gelecek nesli ve tüm inananları sıratı müstakimden ayırma” yazılı bir not. Sırat-ı müstakimden sizi ayırmak isteyen unsurlar oldu mu, bu yolda en büyük yoldaşınız ve en büyük düşmanınız ne oldu?
Sırat-ı müstakimden ayıranlar olmasa sınav olmaz dünyada. Nefsimiz, nefse bağlı şeytan bizi sıratı müstakimden ayırmak ister. Allah hiç bir insana hatasızlık, günahsızlık, ayıpsızlık kariyeri sunmuyor. Günahımızı günah bilmektir bizim kariyerimiz. Sırat-ı müstakime düşmeler de dahildir, yanılmalar da, savrulmalar da dâhildir. Bir insan, günahından istiğfar, Rabbine yöneliş çıkarırsa buradan kâr ile çıkar. Onun için günahkâr, günahından kâr çıkartana denir. Yani müminler günahkârdır. İnsanın hata edebilen bir varlık olduğunun haberini baştan veriyor Sahibi; çünkü melek değiliz, iradesi ve şehveti olan bir canlıyız, iradesi ve şehveti olan mutlaka yanılır, fesat çıkarır, kan döker. Ama biz fesat çıkartsak da, fesattan dönebilir olacağız. Kan döksek de pişmanlık duyan olacağız ya da kan dökenlere inat onaran, can yapan, dirilten, ihya eden olacağız. Sırat-ı Müstakim, insanın düşe kalka yürüdüğü, sapmaların da olduğu bir yol gibi geliyor bana. Attila İlhan ‘Ayrılık Sevdaya Dahil’ der, “yanılmalar müstakim olmaya dâhil” derim ben de.
“TIPI BİTİRİNCE VAROLUŞSAL SORUN YAŞADIM”
Gerçi ‘yarım doktor çeyrek hoca’ diye tanınıyorsunuz ama… ‘Şöyle Garip Bencileyin’ kitabında “Güzellik, hayran olabilen bir ruh neredeyse oradadır. Başka yerde ararsanız nafile. İşte çok merak ediyorsanız asıl mesleğim bu” diyorsunuz. Tıp okuyup, ruhani dünyanın tedavisine girişmek de bu asıl mesleğin bir parçası mı, tam olarak size verilen görev ne?
Geriye doğru baktığımda evet ben tıp eğitimi aldım; 9 yıl emek verdim. Çok şükür pişman değilim. Fakat tıbbı bitirince ciddi varoluşsal sorun yaşadım, anlam boşluğuna düştüm. Baktım ki, hiçbir uzmanlık alanı bana göre değil. Üstüne emek vermeye değer görmedim. Hekimlik nasılsa altyapımız diye, yazarlığın öncelikli olduğu bir hayatı tercih ettim. Bu belki daha az para kazanan yaptı ama değdiği kanaatindeyim. Üniversite yıllarında da yazıyordum. Yazmanın çok daha etkili ve bana ait olduğunu fark ettim. Evet, görünüşe göre dinî konularda yazıyorum ama bir farkla anlattığım her konuyu insanî zeminden, varoluşsal boyuttan başlayarak anlatıyorum. Bu; Kur’ân’ın üslübudur; Rabb-i Rahim insandan bir şey talep etmeden önce, onun varoluşsal gerekçelerini hatırlatır, insanî altyapısını hazır eder. Ne var ki, alışık olduğumuz ilahiyat üslubu böyle değil. “Sen Müslümansın, dinimizde beş vakit namaz farzdır; kılacaksın!” diyen bir üslup içinde konuşur hocalarımız. Beni ilahiyatçı zannediyorlar ama zannettikleri gibi değil. Din, varoluşsal bir başlıktır; ezberlenmiş bir takım talimatlar değildir. İlahiyatçı, dinin bilgisini bilir; dinin kendisi ise herkese açıktır. Aslında İslam'da profesyonel din anlatıcısı da yok. Görevli imam da yoktur. İslam sivil bir duruştur. Peygamberimizin davasını yürüten insanlar bir mesleği olan insanlardı; tüccar, esnaf vs. İslam’ı coğrafyalara tanıtan profesyonel din anlatıcıları hiç olmadı. Anadolu’da çiftçi olarak yaşarken diğerlerini etkiledi. İnsanlar İslamiyeti bu insanların hayatları üzerinden öğrendi. Hıristiyanlıkta olduğu gibi profesyonel din anlatıcısı yoktu. Belagat âlimleri ve filozoflar vardı. İslam, insanın varoluşu üzerinden anlatılmıyor. Yani Kur'an, insanı insana anlatır. Kur'an’ın insanı insana anlatma hacmi %70’idir. Allah’ın tesettürü, namazı emretmeden önce, içkiyi haram kılmadan önce bu emri anlayacak ve gönüllü yapacak bir alt yapı hazırlıyor, bizi ikna ediyor. Allah, Allah iken neden 15 yıl içki içmeyin demeyi niye beklesin? Demek ki bir bildiği var. Bizi namaza hazırlıyor Allah. Zarf en son gelir, mazruf dediğimiz asıl içeriği yıllar süren bir eğitimle koyuyor. Ben bunun nöbetini tutmaya çalışıyorum.
“KUR'AN, İNSANI İNSANA ANLATIR”
“İSLAM’IN PROFESYONEL DİN ANLATICILARI HİÇ OLMADI”
Peygamberimizin hayatını hep tarihçiler anlatıyor, onlar da savaşlar üzerinden anlatıyor diyorsunuz.
O başka bir şey. İslam’ı coğrafyalara tanıtan profesyonel din anlatıcıları hiç olmadı. Anadolu’da çiftçi olarak yaşarken diğerlerini etkiledi. İnsanlar İslamiyeti bu insanların hayatları üzerinden öğrendi. Hıristiyanlıkta olduğu gibi profesyonel din anlatıcısı yoktu. Belagat alimleri ve filozoflar vardı. İslam, insanın varoluşu üzerinden anlatılmıyor. Bir veli var bizde, namaz ve oruç farz denilerek başlanıyor. Oysa Rabbimiz insanı ibadetlere, sorumluluklara hazırlarken, insan olduğu düzeyden başlayarak anlatıyor. Yani Kur'an, insanı insana anlatır. Kur'an’ın insanı insana anlatma hacmi %70’idir. Allah’ın tesettürü, namazı emretmeden önce, içkiyi haram kılmadan önce bu emri anlayacak ve gönüllü yapacak bir alt yapı hazırlıyor, bizi ikna ediyor. Allah, Allah iken neden 15 yıl içki içmeyin diye beklesin? Demek ki bir bildiği var. Bugünse biz kendimizi baştan Müslüman kabul ediyoruz. Bizi namaza hazırlıyor Allah. Zarf en son gelir, mazruf dediğimiz asıl içeriği yıllar süren bir eğitimle koyuyor. Ben bunun nöbetini tutmaya çalışıyorum.
İslam’ın şartı insan olmaktır, insan olamazsınız Müslüman da olamazsınız, diyorsunuz.
Tabii ki. İslam, insana teklif ediliyor.
“HER ŞEY DİNİDİR”
Bilim adamları Allah’a inanmanın biraz uzağında kalıyorlar. Onun için inançlı bir doktor olarak kalsaymışsınız da bir başka ihtiyacı karşılarmışsınız sanki?
Ben bilimden yanayım. Allah bize kitap olarak Kur'an’ı indirmiyor. Tıbbı, anatomiyi okuduğumuzda insanın muhteşem kitap olduğunu fark ediyoruz. Kur'an kitabı da, kâinat kitabı da aynı kefedeler. Mesela, İbrahim Hakkı Hazretlerini din adamı varsayıyoruz, Tillo’ya gidin, uzay gözlem cihazlarını görürsünüz, yıldızları takip etmek, göğün hareketlerini izlemek müminin vazifesi. “Ben din adamıyım, dini işlere bakarım” diye bir şey yok. İslam, kapalı bir inanış teklif etmiyor insana; şahitlik üzerinden iman etmeyi teklif ediyor. Varoluş da Allah’ın kitabı, kendisini anlatma enstrümanı, bizi sevdiğini söyleme vesilesi… Şu halde, “dinî” diye ayrı bir alan yoktur; Ya her şey dinîdir, ya hiç bir şey dinî değildir. Bunu netleştirmek lazım. Bir var eden var bir de var edilen var. Yaratılan her şey, Yaratıcıyı anlatmak adınadır. O halde her şey dinidir. Erik çiçeklerinin açılışı, yıldızların sıralanışı, güneşin doğuşu, yağmurun yağışı dinî bir eylemdir. Çünkü hepsi Allah’a dairdir. Bu ayrım yok. “Dinî eğitim” diye bir şey de yok bana göre. “Eğitim” var sadece. Bir şey eğitimse o zaten Yaratıcı’yı ve Yaratıcı’nın fiillerini anlatmayı içerir zaten.
“İNSANLAR DİN BİLGİSİNDEN YORULDU”
“TV’LERDE DİN ADINA ACAYİP MAGAZİNLER VAR”
“DİN ADINA ÇOK FAZLA GÜRÜLTÜ ÇIKARILIYOR”
“DEİZM BİR KAÇIŞIN ADI”
Benim gençliğimde bilgisizlik vardı. Şimdi sahte bilgi; kof gürültü, çiğ görüntü var. Gerçeği, sahtesiyle kuşatmışlar; bu daha zor bir durum… Bugün gerçek ile sahtesi arasına sıkışıp kalan neslin kurtuluşları mümkün mü?
Mümkün tabii. Eskiden yanlış bilgilendirme vardı. Ama şimdi din adına çok fazla bilgi üretiliyor, magazin yaratılıyor. Dinin bilgisinden yoruldu insanlar. Hele de Ramazan ayında. Ne kadar magazin ağırlıklı, reyting maksatlı, show business (eğlence sektörü) tezgahında sürekli ekranda tutunmak için tuhaf, garip acayip sorular ve gündemler üretiliyor. 14 yaşındaki genç kızımız eğer hakikati arıyorsa, başını kaldırıp televizyona baktığında, birbirini kıran, kınayan insanlar, kaba polemikler, köpüklü menkıbeler, hurafeler duyacak. Bu 14 yaşındaki kız hakikate ulaştım derken, hakikati kaybediyor çünkü din adına gördüğü ve duyduğu şeyler bulanık ve kirli şeyler. O bulanıklığı aşıp, sade dine ulaşması neredeyse imkansız hale geldi. Din sade ve duru bir şey ama din adına konuşanlar ve konuşulanlar kirli ve karmaşık şeyler söylüyor. Din adına çok fazla gürültü çıkarılıyor. Sahte, kof, çiğ şeyler. Sahte hakikat, asıl hakikatle gençlerin temasını engelliyor. On dört yaşındaki biri asıl dini nerede öğrenecek, camiye girse, caminin suratı asık, hutbe dinlese çok resmî ve köşeli, televizyona baksa tuhaflık, internete baksa yine bir şey yok. Haliyle, “Din buysa ben yokum” diyor. Aslında deizm dedikleri bir kaçışın adı. Deist çocukları dinledim. Gördüklerini din zannediyorlar. Cennetlik olmak için Peygamberin idrarının içilmesi gerektiğini anlatan videolar var YouTube’da. Ya da Peygamberi sevdiğinizi göstermek için Veysel Karani üzerinden bütün dişleri taş ile kırmak gerektiğini anlatmalar var. Bu şekilde din nasıl anlatılabilir? Bunlar yanlış, çirkin, hurafe oldukları için reyting yapıyor. Gençler daha duru bir şey arıyor, "Allah’a inanırım ben" diyor ama "Aracı kurumları reddederim" diyor. Aracı kurum dediği, ona sürekli tuhaf bilgi, magazin üretenler.
“DEİZMİN TARİFİ İLE BAŞARSANIZ İLK DÜĞMEYİ YANLIŞ İLİKLERSİNİZ”
“DEPRESYONDAYIM DİYENİ CİDDİYE ALMAM”
“DEİZMİ KALIPLARI KIRARAK ÇÖZDÜM”
Peki bu kuşatılmışlıktan nasıl kurtulacağız? ‘Anlamaya çalışan değil yargılamaya hevesli Diyanet İşleri, sadece deist teorisyenleri haklı çıkarır’, şeklinde bir eleştiride de bulundunuz. Bu durum nasıl düzelir?
Diyanet, Deizm toplantısı yaptı ama toplantıya Deizm tarifi ile başladı. Deizmin tarifi ile başladığımızda ilk düğmeyi yanlış ilikliyoruz. Bundan sonrası zaten doğru iliklenmez. Deizmin tarifini boş verin. "Ben Deistim" diyen bir delikanlıyı, genç kızı dinleyin, ne demek istiyor. Ona "Ben Deistim" dedirten ne? Bir terapist olarak şunu yapıyorum, bana bir danışanım depresyondayım, panik atağım diye geldiğinde ben bu teşhisi ciddiye almam. Çünkü bir kalıp üzerinden kendini mahkûm ediyor; duyduğu klişeyi kendi parmaklıkları haline getiriyor. Şunu duyuyorum ben ama gerçek hayatta, “ben 3 yıldır deist olarak takılıyorum ama isterseniz benimle görüşmeyebilirsiniz” Bakın, bu halinden utanıyor delikanlı. Bu bir sıkışmışlık hali.. Bu bir çaresizlik fotoğrafı. “Deist olmakla neyi kastediyorsun?” anlamında sorular soruyorum, o zaman bulmaca çözülüyor. Kalıbı kırıyoruz, daha sade kendini anlatan birini buluyoruz. Deizmi ben öyle çözdüm. Deizm yok aslında. Deizm; karmaşık, kirli, kof görüntülerden kaçışın adı haline gelmiş.
“HÜZÜN BİR HASTALIK DEĞİLDİR”
“DEPRESYON VE İMANI TERS ORANTILI GÖRMEK YANLIŞ BİR HESAP”
Amerika’da doğan akademisyen Muhyiddin Şekur’un arayışı “Su Üstüne Yazı Yazmak”ı çevirdiniz; biraz da macerasına dâhil oldunuz. Aslında eski bir plakçaların iğnesini ararken kaybettiği inancını bulan birinin hikâyesi. Kaybettiği imanını arayan bir insanı depresyon halinden nasıl ayırırız?
İman ettiğimizde de hüznümüz var, çünkü burası dar, burada umduğumuzu bulamıyoruz. Bu bir hüzündür ve hüzün de hastalık değildir. Batı, hüznü ve müminane hasreti patoloji olarak tanımlamaya çalışıyor. İmanı olanın depresyonu olmaz diye bir şey söylendi durdu bir ara. İman sürekli gelişen bir şey, olup bitmiş bir olay değil, olmakta olan bir olaydır. Biz her gün yeni imkânlar vesilesiyle yeniden iman ediyoruz. Bisiklet pedalı çevirmek gibi sürekli bir eylem iman etmek; onun için bu imanda dalgalanmalar olacak, zaman zaman havf (korku) ağır basacak, zaman zaman ümit ağır basacak. Bu yüzden depresyon ve imanı ters orantılı görmek doğru bir hesap değil. İmanın zayıflaması da depresyon dediğimiz haller de insanî dalgalanmalar… Bana sorarsanız, hüznü olmayanın iman inşa etmesi mümkün değil. Bakın, varoluşçu filozoflar ciddi sarsılmalar yaşamış, ince hastalıklara tutulmuşlar, yakıcı çelişkiler yaşamışlar… Kafka, Nietzsche ve daha nicesi… Bu insanlar, kanaatimce, imanın “Lâ ilahe…”sini yaşamışlar… Varoluşsal çelişkiyi görmüşler, duyumsamışlar. Bizim böyle bir hesaplaşma sürecimiz yoksa, “…illallah” deyişimiz sınanmamış ve bedeli ödenmemiş bir deyiş olur. Bu konuda Said Nursi’nin çabasına hayranım.. “Gülleri soluşuna ağlayan bir adam” olarak yazıyor yazdıklarını. Tuzu kuru, profesyonel bir “din adamı” olarak değil.
“DİN KELİMESİNE YOĞUNLAŞIYORUM”
Siz çağın sorunlarını markaj altına aldığınızda onun için çözümler de sunuyorsunuz. Örneğin “Öldüğüm Gün” eserinizde, insanların ölüme bakış açısını olgunlaştırmayı hedeflediniz. Peki şu an hangi kavram üzerinde yoğunlaşıyorsunuz?
“Din” kelimesi üzerinde yoğunlaşıyorum. İnsanların dini çok duru biçimde anlamalarını istiyorum.
“AYASOFYA’YI MÜSLÜMANLAR YAPTI”
“DİN BORÇ DEMEKTİR”
“HZ.İSA’NIN GETİRDİĞİ DİN İSLAM’DIR”
Din derken sadece İslamı mı yoksa bütün dinleri mi içine alan bir kavram olacak?
Din dediğimizde İslam’dan bahsediyoruz. Kültürel dinlerden bahsetmiyoruz. İslam, Hz. Adem’den başlıyor. İlk ve tek din. Bütün hakikatleri içeren gökyüzü gibi. İsa Aleyhisselamın getirdiği din, İslam’dır. Musa Aleyhisselam da Yahudi değildir. İsa Aleyhisselama tabi olanlar Müslüman’dır. Belki tam da burada vurgulamak gerek; Ayasofya’yı inşa edenler Hıristiyanlar değil, Müslümanlardır. Çünkü İsa Aleyhisselama tabi olanların yaptığı mabettir; İsa Aleyhissalem İslam Peygamberidir; ona tâbi olanlar da Müslümandır. Ayasofya Müslümanların yaptığı mabettir. O günün mabedi bugünün camiine denktir. Çünkü son dinin son mensupları bir mabet inşa ediyor.
Din kelimesini kültürel bağlamdan uzakta tarif edelim, din: borç demektir. Bir insanın dini, kendisinin kendisine borç verildiğini gördüğünde başlar. Aklı başında bir insanın kendisine sorması gereken ilk soru: Ben nasıl oldu da var oldum? Kendimi kendim tercih etmediğime göre bu bende emanettir. Din, yani borç duygusu, borçluluk bilinci böyle başlar. Çok sade bir şey bu. İnsan olmak yetiyor.
“MEKTEBİM RİSALE-İ NUR’DUR”
“İNSANLAR KARMAŞIK OLMAYAN BİR DİL ARIYORLAR”
Peki ondan sonraki takip nasıl devam ediyor? Kuzeniniz Emrah Demirci’yi “An gelir atamazsın 272. tweetini değil mi, bak seni takip ediyorum, arkandan geliyorum” diyerek yad etmiştiniz. Sizin takip ettiğiniz bir tasavvuf, tarikat var mı, sizi takip edenlerin aradığı şey ne?
Emrah genç yaşta rahmetli oldu, akciğer nakli yapılmıştı. Uzun ömrü olmadığın o da biliyordu. O gün bugündür, sosyal medyada hep sayılara bakıyorum, mezar taşı gibi kimi sosyal medya hesapları; öylece duruyor orada, tanıdıklarım var. Belli ki benimki de öyle kalacak. Öldüğüm Gün romanında işlemiştim bu konuyu.
Ben herhangi bir tarikatın üyesi değilim, şeyhim yok, benden de bir mürit olmaz. Mektebim Risale-i Nur mektebidir. Said Nursi, şifahi/sözel irşad geleneğini yazılı irşad geleneğine dönüştürmüş ve doğrudan bizi Kur’an’a ve kainat kitabına muhatap edecek kayıtlar tutmuştur. Sandığımız gibi, dinî bir eser yazıyor; hakikati kıyıdan seyretmek yerine, içine giriyor. Varlığı kucaklayan bir yerden başlayarak yazıyor yazdıklarını. Bu Said Nursi’nin ayırıcı vasfı..
Said Nursi’nin etrafında fazlaca gölge ve tortu var; kasten yapıldı bunlar kanaatimce. Perdelemek üzere yapıldı. Başta Gülen örgütü, kendisine “Nur Cemaati” diyerek Said Nursi’nin ve Risale-i Nur’un itibarına suikast yapmaya kalktı. Neyse uzatmayalım. Ama insanlar bugünlerde çok karmaşık olmayan bir dil arıyorlar. En önemlisi de kendi iç acılarını gözeten, onları varoluşsal düzlemde kucaklayan bir üslup arıyorlar. Ben böyle yazmaya çalışıyorum. Said Nursi’den, Ustamdan öğrendiğim bu.. Başka türlü yazmam mümkün değil zaten. Bir insanın gıybet ediyor olmasının ona ontolojik maliyeti yani onuruna, haysiyetine maliyeti nedir? Hülya Hanım benim gıybetimi yaptığında bu sohbete yansıması ne oluru düşünmeye çalışıyorum, bu Kur’an’ın üslubudur. Allah kardeşinizin ölü eti demiş çünkü gıyabında konuştuğumuz kişi burada değilse ölüdür, buranın ölüsüdür. Bunu anlarsak gıybeti harammış diye zoraki uzak durmak yerine, bunu kendi izzetimiz için bir sorumluluk olarak yaşamaya başlarız. Kendine yakıştıramadığımız şey, artık sorumluluğumuz olur, yasağın değil haramın olur. Özetle zorunluluk diye algılananları sorumluluğa çeviren bir dil olmalı…
“ALLAH’IN SÜREKLİ İTAAT EDEN KUL MURADI OLSAYDI MELEK KADROSUNDA YARATIRDI”
“ADEM’İ HZ.ADEM YAPAN HATASINI BİLMESİ”
Hocam siz böyle söyleyince günaha meyilli insanlara bir bahane sunulmuş gibi oluyor. Allah mükemmeldir, her işini mükemmel yapar, ama mükemmeliyetçi değildir. Yani bizden kusursuzluk, mükemmellik beklemez, şeklinde bir sözünüz var. Bu söz günahlardan sakınmada arıza çıkartmaz mı? Yani Allah’ın mağfiretine güvenerek işlenen günahın af garantisi var mı?
Tabii ki garantisi yok. Ama günahtan sakınamayacağımızın da garantisi var. Bir insan ne kadar hatasız olabilir, ayıpsız kalabilir ki! Bu mümkün değil. Eğer Âlemlerin Rabb'inin sürekli itaat eden bir kul muradı olsaydı bizi melek kadrosunda yaratırdı. Melek kadrosu var zaten. Rabbimizin itaat açlığı yok. İnsanın performansı ayrı bir kategoride. İsyan edebilecekken isyan etmemeyi tercih ediyor insan, günah işleyebilecekken işlememeyi tercih ediyor ama “tercih ediyor” Bile isteye, diğerleri ister istemez. Güneş ister istemez itaat eder. Ama insandan, fesat çıkarabilecekken uyum içinde olmayı bekliyor. Bu kainatta çok önemli bir zaferdir. Neden aynı hatanın içindeyken Âdem, Hz. Âdem oldu, iblis şeytanlaştı. Rabbimiz bize oradan ders veriyor. Adem’i Hz. Adem yapan şey hatasızlığı değil, hatasını hata bilmesi. İblisi şeytanlaştıransa hatasını hata kabul etmemesi. Meleklerin kariyeri hiç hata etmemek, şeytanın kariyeri hep hata etmek, bize hangi kariyer düşüyor? Hiç hata etmeyen istiğfar edemez. İnsan hatasını bilip özrünü dileyebilir. Öbür türlü, dinî obsesyon dini yaparız. Şöyle olunca kâfir oluyorsun, böyle olursan münafıksın… Bu obsesyon dilidir. Hata edebilir durumdayız ama hata ettikten sonraki dönüşüme hazırlanmalıyız. Bunun da anahtarı ümittir. Bir insan ümitli değilse günahın altında kalır, tıpkı suda boğulmak gibi. Suda boğulma sebebimiz, suyun üstüne çıkacağımıza inanmamamızdır. İblis hatasının altında ezilmiştir aslında, önce ümitsizliğe düşmüş sonra küstahlık yapmıştır. Ama Adem, günahından istiğfarla kâr çıkartmıştır. Suyun üzerine çıkabileceği umudunu yitirmemiştir. “Gafuru Rahimsin Ey Allah’ım” diyerek; Gafur (Bağışlayan) ve Rahim (Merhamet) sıfatıyla tanışma sıfatını yakalamıştır. Biz nerede hata etmiyoruz ki?
“OTORİTE VE DİN ASLA YAN YANA OLAMAZ”
“MÜSLÜMANLARIN İKTİDARI OLABİLİR, OLMALI”
“İRANLI BİR KIZ: TÜRKİYE, İRAN’A ZATEN BENZEDİ, DEDİ”
“ZORLA KAPATTIRMAK DA, ZORLA AÇTIRMAK DA GAYRİ İSLAMİ”
Tercih noktasında siyasetin nerede durduğunu sormak istiyorum. Çünkü “Peygamber efendimiz, iktidar, kuvvet ve zorbalıkla kendi fikrini benimsetmeye kalkmamıştır. O, sözün doğrusunun her zaman galip geleceğine inanmıştır,” dediniz. Bugünkü siyaset kültürüne bunun yansıması nasıl?
Siyaset bir erktir, bir güçtür, otoritedir. Ama din otorite ve güçle asla yan yana olamaz. Din adına otoriter olabilir ama bu dini dayatmaya dönüşemez. Gücün sözü geçicidir ama sözün gücü kalıcıdır. Hak kuvvette değil, kuvvet haktadır. Haklı da olsa haklılığının sebebi kuvvet değildir, hak kuvvetidir. Din batıda böyle deforme oldu, kilise otoriteye dönüştü. İnsanlara dayatmalarda bulundular, kilise iktidar oldu; üstelik arkasına kutsallık alan bir otorite oldu. Batı bundan kurtulmak için laikliği icat etti. Laiklik, din adına dayatılan, gerekçesi kutsallık olan otoriteye karşı insanları korumak için çıktı. İslam'da böyle bir şey yok. Bir Müslümanın kendisi gibi olmayana baskı yapmamak için laikliğe ihtiyacı yok. Otorite ve din asla yan yana olamaz. Said Nursi: Bizim elimizde nur vardır, nur herkese lazımdır der, bir elimizde nur, bir elimizde topuz olursa, nur gösterip topuz vuracak deriz. Müslümanların iktidarı olabilir, olmalı da ama Müslümanların iktidarında hiç bir zaman İslam’ı dayatmak yoktur. Hakikat dayatılırsa, hakikate hakaret edilir.
Hayatımın kırılma noktalarından biridir, iletişim fakültesinde okurken bir arkadaşımız İranlı Müjgan diye bir hanım kız vardı, ona "Türkiye, İran’a benzer mi?" diye sormuştu, kız çok akıllı bir cevap vermiş: "Türkiye, İran’a benzedi zaten çünkü orada zorla kapattırıyorlar, burada zorla açtırıyorlar."... Zorla kapattırmak da, zorla açtırmak da aynı şey, ikisi de gayri İslami, ikisi de gayri insani. Hele de zorla kapattırırsan daha dehşetli bir şeyle karşı karşıya kalırsın.
“İSLAMIN DEVLETİ OLMAZ”
İslam ile yönetilmek diye bir şey hiç mi mümkün değil? Şeriatla yönetilip de bu kaidelere uyan bir ülke örneği var mı?
Müslümanların devleti olur, İslam’ın devleti olmaz. Müslümanlar kendi aralarında mutabakat yaparlar. Yola çıktık, namaz vakti, şeriatla yönetilirken zorla namaz mı kıldıracağız? Bu şeriat değil. Şeriat der ki; 10 kişi yola çıktıysanız, 10 kişinin benimsediği şartlar içinde yatay düzlemde bir mutabakat oluşturursunuz. Şeriat ya da İslam ile yönetilmek, İslam’ın şartlarını herkese uygulamak demek değildir, o zaman zorbalık olur. Namaz için zorlayamayız ama Müslüman devlet, namazın gönlünde yer edecek şekilde anlatılmasına izin verecek bir özgürlük vaad eder. O zaman günahın hepsini yasaklayıp, cehennemi de iptal edelim o zaman.
“ÖZGÜRLÜK, KALBİN FETHİ İLE BAŞLAR”
“ANADOLU’NUN FETHİ ÖZGÜRLÜKTÜR”
O özgürlük alanı da çok tartışmalı. Siz, “Namaz Bir Özgürlük Manifestosudur”, “Kıl beni ey namaz” dediniz ama maalesef namaza sadakatte sorunlarımız var. “Hz. Muhammed, İmam Rabbani yeterince anlatılsaydı, bu neslin çocukları Marx’ın, Lenin’in peşine takılmayacaklardı” diyordu Timurtaş Hoca. Özgürlük sınırlarını nasıl belirlemek lazım?
İnsana hakikat dayatılmaz, bu insana da, hakikate de hakarettir. Özgürlük, seçeneklerden biri olan hakikati ortaya koyar. Özgürlük, kalbin fethi ile başlar. Dayatmaya dönüştüğü zaman hakikat de kirleniyor. Çünkü zorbalık bütün güzelliği katleder. Hürriyet, hakikatin de bir seçenek olarak bulunabildiği ortamdır. Bizde fetihler işgal değildir, açılıştır. Anadolu’nun fethi, İslam’ı bir seçenek olarak takdim etme imkânını sağlamak içindir Allah Resulünün kimsenin makamında gözü yok; değil, İran’a, Bizans’a mektup yazıyor, müsaade edin İslam orada da duyulsun, diyor. Siz tahttan kalkın biz oturalım demiyor. Ama İslam orada bir seçenek olarak yoksa, zinciri kırıyor. Fetih özgürlüktür aslında, hürriyet sağlamaktır.
“EŞCİNSELLİĞİ AHLAKSIZLIK GÖRÜYORUM”
Yani kürtaj, eşcinsellik özgürlüktür diyen insanlar içinde ince bir ayar var mı?
Bir insanın hayat hakkı vardır ama ahlaksızlığı başka bir şeydir. Ben eşcinselliği ahlaksızlık olarak görüyorum. Eşcinselliği tercih eden birinin de toplumda hayat hakkı vardır. Kaldı ki eşcinselliği de yanlış anlıyorlar her eşcinsel Luti dediğimiz o günah kavramı içinde değildir. Tüm cinsel sapmaların cinsel olmayan bir çekirdeği vardır. Bir insan, içindeki dürtüden rahatsızsa, bu eğilimi önleyemiyorsa, kendisi şikayet ediyorsa, ben bir terapist olarak onu iyileşmesi için çaba gösteririm. Yedi tür eşcinsel vardır; bunların önemli bir kısmı bu eğiliminden rahatsızdır. Hepsini aynı kefede ele alamazsınız. Ahlaksızlık için yapıyor olsa bile, bu da ayrı bir tartışma konusu.
“TÜRK KAVRAMI, CUMHURİYET DÖNEMİNDE DARALTILDI”
“TÜRK OLMAK, İMAN ETMEK DEMEKTİR”
“Irkçılık şeytan mesleğidir. Biz secde ederek, şeytana muhalefet ediyoruz. Fatiha din, mezhep ve ırk üzerinden ırkçılığa izin vermiyor” demiştiniz. Türkler diğer kavimlerin kendisi veya İslam üzerinde dönen oyunlarını bozmak için milliyetçi veya manevi değerlere sarılmak durumunda kalabiliyor. "Türküm" diyememe noktasında da tehlikeli sınırlar mevcut. Oradaki ince ayar ne?
Cevap ortada. Ben Türküm. Bunu kimse ayıplayamaz. Ben Türk olmanın onuru için Türkçülüğe karşı çıkıyorum.. Çünkü Türk ırkı üzerinden ırkçılık yapmak, “biz ateşteniz, diğerleri topraktan; biz onlardan üstünüz” demeye geliyor. İblisin tarafına geçiyoruz. Türkçülük, daha iyi, daha koyu, daha kalın Türk olmak değildir. Etnik kimliği Allah Resulü inkar etmiyor, Arap diyor, Acem diyor. Türk kelimesi Osmanlı’da etnik bir kimliğin adı değildir, kültürel bir kimliktir. Saraybosna’da Sırplar, aynı ırktan oldukları halde Boşnaklara ‘Siz Türk oldunuz’ diyorlar. Kosovalılar: “Sigarasız kahve, imansız Türk gibidir” diyorlar. Yani Türk olmayı mümin olmaya eşitliyorlar. Sonra Cumhuriyet döneminde Türklük kimliği daraltıldı ve etnik kimliğe indirgendi. Oysa asıl kimlik kalsaydı, Kürtler de kendini bu kimliğin içinde bulabiliyordu. Sorun, cumhuriyet döneminde Türk kimliğini etnik kimliğe daralttığımızda başladı, bildiğiniz nasyonalist olduk.
Ben kendi duruşumuzu onarmaya çalışıyorum. Etnik kimlik üzerinden bir kimlik oluşturursak, herkesi kucaklayamayız. Türk bayrağı tabirine karşıyım. Ama karşı oluşumun bir gerekçesi var. Ay yıldızlı bayrak, Türk bayrağı değildir, orijinal adı İslam bayrağıdır. İstiklal bayrağıdır. İslam bayrağı olduğu için herkesin o bayrakta hakkı vardır. Zaten kelime-i şehadeti temsil ediyor. Hilal; la ilahe illallah, yıldızı da; Muhammeden Resulullah’a denk gelir. Herkesin o bayrakta payı var, herkes o bayrağın altında gölgelenmek ister. Bu bizi Türk emperyalisti yapmıyor. Bunu fark edersek, Avrupa’nın da açmazı var, ulusalcılığın, ırkçılığın bedelini çok ağır ödediler. Bundan ders alıp, görünüşte sınırları olan ama aslında sınırların serbest olduğu Avrupa Birliği oluşturdular. İslam dünyasının temelinde ırkçılık karşıtlığı var, bunu yapmasına izin vermiyorlar.
“OSMANLIYI SİYASİ OLARAK YIKTILAR AMA KÜLTÜREL OLARAK VAR”
Müminin sesi ne zaman çıkar, çıkmalı, evet bu konuda Gazze’de bebekler öldürüldüğünde, Irak’ta, Bağdat’ta, Bosna’da insanlar soykırıma uğradığında, Suriye’de çoluk çocuk aç kaldığında gibi örnekler veriyorsunuz ama sesi çıkmayanlara mesela Suriyeli mültecilere muhalif grup için nasıl bir tavır izlenmeli, sesimizi çıkartmamızın kıstası nedir? Yani haksızlığın aslında kime, nasıl yapıldığından ne şekilde emin olabiliriz?
Haksızlık kime yapılırsa yapılsın o haksızlığın karşısındayız, mağdur olanın da yanındayız. Suriyelilerin içinde bir takım zararlı unsurların bulunması emniyeti ilgilendiriyor. Ben genel kuraldan bahsediyorum. Osmanlı; multikültürdür, çoklu kültür, çoklu din ile var olabilen, herkesin kendi rengini ortaya koyabildiği bir barış adasıdır. Bu barış adasını Anadolu’ya daralttılar. Millete sormadan çizilen sınırları, Misak-ı Milli diye yutturdular. Aslı milletin sözleşmesi yoktur o sınırlarda. Şimdi o sınırları zorluyoruz biz; kabul etmemiş gönlümüz o sınırları, kendimiz Saray Bosna’dan, Travnik’ten, Bağdat’tan, Kudüs’ten, Halep’ten sorumlu tutuyoruz. Osmanlıyı siyasi olarak yıktılar ama Osmanlı kültürel olarak var. George Bush Bağdat’ı bombaladığı gece biz yan gelip yatabilirdik, Netenyahu’lar Gazze’yi bombaladığında bana ne diyebilirdik, Bosna Hersek’ı yurt dışı diyebilirdik. Tersi de geçerli. Biz burada seçim kazanıyoruz, Üsküp’teki adam bayram ediyor. Batı, binlerce yıla dayanan bu kültürel beraberliğin yok olamayacağını biliyordu. O yüzden Türkiye’yi yalnızlaştırmak için meşhur devrimleri yaptılar ama başarılı olamadılar. Biz bütün insanlığın derdindeyiz. Mültecilerin Türkiye’deki varlığı, kültürel olan var olan gönül coğrafyasının hala yerinde durduğunun göstergesi. Bakın, çıksam Edirne’den Saraybosna’ya kadar yürüsem, hiç kimse sen kimsin diye sormayacak ve her köyde beni kucaklayacaklar, iftar sofrasına alacaklar. Oradan geçen sınırı takan yok; sınır gönülleri bölememiş, kardeşliğe sınır koyamamış.. Buyurun, işte bu Osmanlı…
“OĞLUMUN, SÜLEYMANİYE KÜTÜPHANESİNDE KENDİ KÜLTÜRÜNÜN KİTABININ OKUYAMAMASININ BİR ANLAMI VAR”
Peki yakın zamanda vefat eden Kadir Mısıroğlu’nun mücadelesi neydi, Osmanlı’yı batıya değil içimizdeki Osmanlı düşmanlarına kadar savunur gibiydi.
Bize ne yapıldığı âşikâr. Bunun üzerinde fazla konuşmaya gerek yok. Benim oğlum Süleymaniye gibi dünyanın en zengin kütüphanesinde kendi kültürünün kitabını okuyamıyorken, İngiltere’de 1500’lü kitapları İngiliz lise öğrencisinin okuyabiliyor olmasının bir anlamı var.
“İSLAM DÜNYASI YOK”
“TÜRK BAYRAĞI TABİRİNE KARŞIYIM”
“TÜRK BAYRAĞININ ORJİNAL ADI İSLAM BAYRAĞIDIR”
2013 yılıydı, İngiliz The Times gazetesinde yayınlanan bir ilana karşı yayınlanan bildiride imzanız vardı. Batı ile mücadeleniz hangi düzlemde ilerliyor? Elinizden duadan başka ne geliyor?
İslam dünyası diye bir kavramdan bahsediyoruz ama “İslam dünyası” yok. Sadece Müslümanların yaşadığı coğrafyalar var. İslam dünyası diyebilmemiz için bu coğrafyadaki güçlerin, kendi milletinin iradesini temsil etmesi lazım. Mesela Suudi Arabistan İslam dünyası ama kral Amerika ne derse onu yapıyor. Kingdom of Saudi Arabia, sadece Müslümanların yaşadığı bir toprak parçası. Sadece Türkiye’de milletin arzusu iktidara, devlete yansıyor. Bunu da on yılda bir darbelerle engellemeye kalktılar. Başka hiç bir yerde devlet kendisini millet iradesi olarak ortaya koyamıyor. Dolayısıyla bir İslam dünyası yok, oluşmasından korkuyorlar.
“AMERİKA, DERİNLİĞİ OLAN MÜSLÜMANLARA ‘SUFİ’ İSMİNİ VERDİ”
“SUFİZM, ABD’NİN KONTROLÜNDEKİ YENİ BİR DİN”
“TERÖRİST İSE MÜSLÜMAN’DIR, BİLGE İSE SUFİDİR”
İçeriksiz İslam, İslamsız içerik üretimi de devrede. Türkiye’nin saldırı altında olduğu bu kolu biraz açar mısınız?
İslam’ın içeriği ile İslam’ın etiketi birbirinden ayrıldı. Bunların İslam dedikleri şey, terör, kabalık, sığlık olan İslam. Amerika’nın teyit ettiği, promosyonunu yaptığı İslam, Vahabiliktir, şekilci, sığdır. Onlara göre “Müslüman” onlardır. Derinliği olan Müslümanlara yeni bir isim buldular, “Sufi” dediler. Sufizm, onların kontrolünde yeni bir din haline geldi. Bu da İslamsız içerik. Ardık akademiada “İslam’a karşı Sufizm” diye makaleler var. Önce Sufizmi, İslamın yanına koyuyorlardı, sonra İslam’ın yerine koydular, şimdi de İslam’ın karşısına koyuyorlar. Onlara göre “Sufizm” iyi hoş ama “İslam” tu kaka. Bunu, İslam’a ait içeriği Sufizm diye paketleyerek yapıyorlar. İslam’ın etiketini de Talibanlara, El Kaidelere, DEAŞ’a veriyorlar. Wikipedia’da Mevlana’nın adı, Rumi’dir. Ya Türk şair, ya Farisi şair der, ya da Sufi şair der. Ama “Müslüman şair” demez. Usame Bin Ladin’in isminin karşısında ise açık açık “A Muslim Terrorist” yazar. Terörist ise Müslümandır, bilge ve şairse Sufidir. Usame Bin Ladin’i içeriksiz İslam’ın sembolü, Rumi’yi de İslam’sız içeriğin sembolü yapıyorlar. Bu şuna benzer: Coca-Cola şişesinin içine şalgam koyduk, onu Coca-Cola’nın itibarıyla sattık. Coca-Cola’yı da çamaşır suyu şişesine koyduk; itibarsızlaştırdık. Böyle yapsak, bize dava açmazlar mı?
Farkında olmadan, biz de bu projeye yerli olarak hizmet ediyoruz. Sufiler şöyle yapar, böyledir… Hayır onlar Sufi diye yapmadı ki bunu, mümin diye yaptı. Niye özne icat ediyorsun?
“15 TEMMUZ’UN İNSANİ TARAFINI İHMAL ETTİK”
“BİLDİĞİMİ BİLSENİZ 15 TEMMUZ’U TARTIŞMAZSINIZ”
ABD’nin bir oyunu da 15 Temmuz’du. Siz 15 Temmuz’un gül yüzlülerini de 250 adlı kitabınızda psikoterapistliğinizle yazarlığınızı buluşturarak yüz okuma denemeleri şeklinde yazdınız. Bu yüzleşmeden çekinenler için gerçek suçlular diyebilir miyiz? 15 Temmuz’un etkisinin azaldığını, suçluların yer değiştirmesi için algı yürütüldüğü, şehitlerimizle ardında kalanlar arasında bir senkronizasyon sorunu varmış gibi düşünüyor musunuz?
Bunları tartışmaya gerek yok. 15 Temmuz gecesi tankların karşısına yüreğiyle çıkmış insanlar üzerinden hiç bir tartışmanın anlamı yok. Her şey o gecede oldu bitti. Başka başka hesaplar o insanlara da, kendimize de hakarettir. Bu milletin böyle kahramanları var ve bütün dünyaya örnek oldular. Demokrasi dediğimiz şeye kanıyla, canıyla sahip çıkmak gibi bir destan var. Ama biz bunu ucuzlatmaya kalkıyoruz. Bu hesaplar tutmaz. Ben 15 Temmuz’daki bütün şehitlerin hayat hikayelerini anlatırken kendimi çok yalnız hissettim çünkü herkes onların fotoğrafını görüyor, bense hikayelerini biliyorum, annesi, evladıyla konuşmuşum “A, bu bizim Mahir”, göz göze gelince gidesim gelmiyor. O kitap yazılırken, Çengelköy’de dolaşıyorum, “Acaba şehitlerden biriyle hiç karşı karşıya geldim mi, acaba yemek yemiş olabilir miyim, taksisine bindim mi hiç?” Şimdi onlar dönse ararım onları diyorum. Onlara bir şey söyleme ihtiyacı hissettim. Her birinin fotoğrafını aldım ve “Bak Burak, bak Halil” diye yeni şeyler söyledim. Biraz da kendimi tedavi etmek içindi o. İyileştim.
15 Temmuz’u hep F15’lerle, tanklarla anlatıyoruz, insani tarafını ihmal ettik. Eyüp Sultan’daki liselere 2 dönem ders verdim, 15 Temmuz’dan o kadar bıktırılmışlar ki, gına gelmiş. Onlara “Evladım, bu sınıfa girdiğiniz gibi çıkmayacaksınız, bunu size garanti ederim” dedim. Onlara yaşıtları olan şehitleri anlattım. Uhud Kadir Keçiören’de, “Anne ben sağlık yemini yaptım, eğer yaralılara yardım etmezsem ömür boyu bu utanç içinde yaşarım” diyerek annesinden izin alarak çıkıyor, şehit oluyor. 18 yaşında. Bu sorumluluğu 18 yaşındaki delikanlının, genç kızın duyması lazım. Kadınlar meydana çıkarken telaşla çıkıyor, ayakkabılarını giymeyi unutuyorlar, bu ağır hissi çocukların duymaları gerekiyor, bunu duyunca 15 Temmuz’u anlıyor, özdeşlik kurabiliyor. Şu kadarını söyleyeyim: Benim bildiğimi bilseniz hiç 15 Temmuz tartışması yapmazsınız.
“ŞEHİTLERE BORÇLANDIM”
Belki de 15 Temmuz’u tartışmaya açanları, kontrollü darbe diyenleri belki de bu yüzleşmeye davet etmek lazım. Hastalığınız neydi de iyileştiniz peki?
Borçlandım şehitlere. Onlar hayattayken mutlaka karşılaşmışımdır, onlara bir şey demem lazımdı, kendimi borçlu hissettim, içimi dökmem lazımdı onlara.
“SANDIK GÖREVLİSİ OLARAK BAŞVURDUM”
“SEÇİMLERDE ŞİKE OLDUĞU KANAATİNDEYİM”
“İki yakası var İstanbul’un. İki yakası var aşkın.” İki yakası bir araya gelir mi İstanbul’un, bütün dünyanın hayali onu tekrar Konstantinopolis yapmak, herkes yönetmeye talip. Seçim sürecinde en çok yaralanan şehrimiz olarak, yaraları nasıl kapanır sizce?
Bu konuda hiç fikrim yok. Seçimi bekliyoruz. Benim kanaatim şike olduğu yönünde. Hatta ben kendim aradım yetkilileri, “Ben sandık görevlisi olmak istiyorum” dedim. Şikayet edeceğime sorumluluk alayım dedim. 23 Haziran’da bir günümü vereyim, sandıkta mesai yapayım, dedim.
“HAKSIZLIĞA UĞRAYAN TARAF, MİLLETİN İRADESİ”
Siz hakkaniyetli bir taraftan bakacağınız için sormak istiyorum. Haksızlığa asıl uğrayan taraf kim?
Haksızlığa uğrayan taraf ne AK Parti, ne CHP. Haksızlığa uğrayan taraf milletin ta kendisi. İradesinin sonuca yansıtılmaması. Bu AK Parti, CHP savaşı değil, iradenin sandığa yansıması savaşı. Gerçekten CHP’nin adayı olan arkadaşımız hakkıyla alırsa, buna kimsenin itirazı olmayacak, demokrasiye razıyız. Ama şüphe ve şaibe varken kimse bunu içine sindiremez. O halde bırakalım kim kazanacaksa o kazansın, millet kazanacak. Millet iradesi daha net ortaya konmuş olacak, üzerindeki şüpheler kalkacak.
Şike dediniz de, Ekrem İmamoğlu’nun da bunun bir parçası olduğu sonucu mu ortaya çıkıyor?
İnsanlar yetişkin insanlar. Biz komplo teorisi kurarak seçmenin aldatıldığını söylersek, onların yetişkinliğini hafife almış oluruz. Komplo teorisi kurmak benim işim değil.
“SEÇİMİ KAYBEDEN OLMAZSA, KAZANAN MEŞRU OLMAZ”
"Yetersizzz bakiyee!!!" diye bağırarak bizi rezil eden makinelere fısıltıyla "Canınız sağ olsun!" dedirtecek biri varsa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olsun. Lütfen. Yoksa iş bana kalacak!, diye bir tweetiniz vardı. Bu seçimin vicdanınızı rahatlatacak sonucu ne olur?
Otobüslerde yaşanan en büyük dram bu. Keşke bakiyenin yetersizliğini sessiz söylese. Bence Belediye Başkanı olmanın temel kriteri, kendisini seçenlerin de seçmeyenlerin de başkanı olmayı gözetecek olgunluk içinde olması lazım. Hep muhalefeti küçümsüyoruz. Seçimi kaybeden olmazsa seçimi kazananın kazanması meşru olmaz. İktidar varsa bir ülkede muhalefet sayesinde meşrudur. Demirel, 80’li yıllarda muhalefete düşünce şöyle demişti: “Her rejimde iktidar vardır ama sadece demokrasilerde muhalefet vardır.” Muhalefet olmak da iktidar olmak da birer seçenektir. İkisini göze alabilen siyaset yapsın bence…
“ÇAMLICA CAMİ MANİFESTODUR”
“ÇAMLICA CAMİ’Yİ GÖRÜNCE SULTANAHMET’İ BURAYA GETİRMİŞLER’ DEDİM
“CAMİ İNŞASI KADAR CEMAAT İNŞASI DA GEREKLİ”
İstanbul’un Çamlıca Tepesi’nde bazen asude, bazen dar vakitlerde yazdığınız bir kitabınız var, “Tanrı Sana Küsmedi”. Çamlıca Cami’nin üzerinden yürütülen spekülasyonlar var, sizin dünya gözünüz Çamlıca Cami’yi nasıl görüyor?
Bence gayet güzel yakıştı. Ben de başlarda acaba diyordum. Ama gidip görünce fikrim değişti. Çok önemli bir eser. Yüzyıllar sonrasına kalabilecek kıymetli bir eser. Bu kadar estetik yoksunu caminin yapıldığı yerde bir medeniyet projesi olarak Büyük Çamlıca Cami manifestodur. Biz gittiğimiz zaman, “Aaa, Sultanahmet’i buraya getirmişler” dedik, hoşumuza gitti. Güzel, ona laf yok, Allah kabul etsin. Ama bir yanımda şunu söylüyor, cami inşaatı kadar cemaati inşa etmemiz lazım. İnsan inşasında da gayretli olmamız lazım.
“AYETE MUKABELE VERİYORUM”
Sanıyorum siz bu yolda şiirlere de sarılıyorsunuz. Yani insan inşasında. Şiirleriniz neden "39/53 gibi rakamlarla başlıyor, sanki orada ayetlere bir atıf var, alıntı var?
39/53, 39.Süre’nin 53.Ayeti’dir. Zümer Süresi’nin 53.Ayeti: Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin ey günaha dalmış kullarım benim, diye ayete mukabele vermeye çalışıyorum. Bu ayet benim ümidim, sevdiğim bir insan gibi canlı diri. Ara sıra ona konuşuyorum. O da bana, ben de ona konuşuyorum. Mukabele diye bir çalışma da yaptım. Mukabele, anlama anlamakla karşılık vermektir. Okunanın lafzını tekrarlamak değildir. Biz mukabeleyi yanlış biliyoruz.
Cennette Bir Gün’ü ve Cehennemde Bir Gün’ü yazdınız, İslam’a yaklaştırmak için insanları cennette bir güne mi, cehennemde bir güne mi götürmek lazım?
Cehennemde Bir Gün adının korkunçluğuna rağmen, cehennemin nasıl hak edildiğini gösteriyor ama sonu cennete varan bir anlatı. Cennette Bir Gün kadar müjdeli. “Neden cehennem hak edersin?” sorusunun çözümlemesi. Bir nevi cehennem ateşinden kaçınma kitabı.
“İÇMEDEN SARHOŞ OLMAK VAR”
Hamr diye tarif ediyorsunuz sarhoşluğunuzu… Şiirler mi sarhoş ediyor sizi? “Kendinde olmayış, sana kendiliğinden gelmedi. Onu sen çağırdın.” Yani sarhoşluğundan sen sorumlusun, sarhoşken yaptıklarından da… da diyorsunuz. Sarhoşluk çok sık kullandığınız metaforlardan.
Sarhoş başı hoş demektir. Mevlana, su kenarındaki ağaçları sarhoş diye tarif eder. Çünkü yeşildir başları hoştur, serhoş onlardır. Hamr albümünde de, sadece içki içerek sarhoş olmadığımızı anlatıyorum, bir nevi özeleştiri imkânın kapısını aralıyorum. Şarapla sarhoşluğun bir ayıklığı var ama diğerinin ayıklığı da yok. İçmeden sarhoş olmak var, dünyanın sarhoşluğu var. Aklımızla bedenimiz arasına giren perdeye biz sarhoşluk diyoruz. Bundan ayıkmamız daha zor. Geçen sunucu arkadaşımı zor durumda bıraktım, “bazı dış merkezlerde hava durumu” dedi; “Mekke açık 24, Kudüs açık 27…” “Dış merkez mi Kudüs ya?” dedim, sarhoşluk bu. Ya da “Bir mümin hayatını kaybetti” diyor, ne demek hayatını kaybetmek ya, nasıl hayat kaybedilir, sarhoşluk bu. “Ölenler arasında Müslüman çocuk yok” diyor, ne demek yahu her çocuk Müslüman değil miydi? Sarhoşluk bu.
“YOUTUBE KANALI KURDUM”
Ramazan’da “ağız birliği” olur inşallah diyorsunuz, bundan sonraki çalışmalarınız ne yönde olacak?
Ramazanı seviyoruz, gelsin, gitsin özletsin kendini, bayram edelim. Kitlesel iletişimin öldüğü ya da ölmek üzere olduğu kanaatindeyim. Televizyondan çekildim şimdilik. Buraya kadarmış diyorum. Ama youtube kanalımı daha aktif olarak kullanıyorum: Youtube.com/senaidemirci adresinden Ramazan’a dair konuşmaya başladık, hikayelerimiz var orada. Mevcut çerçeve içinde iftar ya da sahur yapmak yeni bir şeyi vaad etmiyor. Son iki Ramazan’da hikayesi olan insanlarla konuştum sahurda… Hikayesi en sıcak olanlar şehit yakınlarıydı; onlara dertleştik. Çünkü hakikat profesyonel din anlatıcılarının değil, kırık dökük de olsa, söylediğinin bedelini ödemiş ümmilerin yüreğindedir.
Bir de şu sade dille konuşmak adına “Dervişin Yolu” diye bir kitap dizisi başlattık. İlk üç kitap ayet, dua, esma konulu… Sırada diğerleri var..