Serdar Tuncer o meşhur cevabı hatırlattı: Sıratı geçince belli olacak!

Yeni Şafak yazarı Serdar Tuncer yazdı..

- Sıratı geçince belli olacak

Kudemâ; kendilerine “Nasılsın” diye sorulunca, “Sıratı geçince belli olacak” diye cevap verirmiş. Muhteşem değil mi? “Sağlığım iyi, param var, işlerim yolunda, eh o halde ben de iyiyim değil” yani. Yahut “Dertlerim var, hastayım, o arabayı hâlâ alamadım, kötüyüm” değil. Ölçü başka bir yerde duruyor, kalp başka bir yerle atıyor. Bugün var ve iyi gibi olan bütün bu şeylerin o gün sıratı geçemezsem bir faydası yok, bugün var ve kötü gibi duran her şeyin de sıratı geçebileceksem bana bir zararı yok. Bu kadar net! Terazi bu yangın yeriyle kayıtlı değil! Er yarın Hakk divanında belli olur, şuur bu.

Nasılsın? Sıratı geçince belli olacak! Sadece kendi ahvalini tarif etmiyor böyle demekle. Diğer bütün insanlara da buradan bakıyor. Falan kişi de pek günahkâr deyip kınamıyor mesela, ona bir nasuh tövbelik pay bırakıyor. Bugün böyle ama ahir ömründe ne olacağını bilemem diyor. Günahkâra şefkatle bakıyor, dua ediyor. Böyle demekle kendisine de bir başka pencere aralıyor: “Bugün emredileni yapıp nehyedilenden kaçınmaya çalışıyorum ama benim de yarınım belli değil!” Tevazu doğuyor buradan. Öyle dudakların söyledikleriyle aşikâr edilen değil; kalbin sustuğu ile setredilen hakiki bir tevazu.

Günahkâra şefkat nazarıyla baktıran bu şuur, âbidin ahvaline gıpta ile bakmakla bir başka inceliğin kapısını aralıyor. Filan adam ne kadar güzel kulluk ediyor deyip kendi güzelliklerini gözünde hiç eyleyiveriyor. “Eller yahşi men yaman, eller buğday men saman” diyor. Çirkinliğini çok görmekle azaltmaya yol alıyor buradan, güzelliğini az görmekle çoğaltmaya. Saman buğday eylenip başağa duruyor böylece, yaman yahşiye tebdil olunuyor. Öyle ya, kimsenin kimseye faydası olmayacağı o güne azık lazım. Boşuna mı demişler: “Sanma ey hâce kim senden zer ü sim isterler/ Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler.” O gün geldiğinde sana altın ve gümüşün var mı demeyecekler, selîm bir kalple geldin mi diye soracaklar.

Kalb-i selîm ne? Mücellâ bir ayna. Ağyardan arınmış yârin sıfatlarına tecelligâh olmuş saf bir ayna... Yusuf aleyhisselama bir dostu hediye olarak ayna getirmiş hani; öyle güzelsin ki diyor, neye baktımsa sana layık göremedim, sendeki güzelliği vereni seyret ve beni de hayırla an diye bu aynayı getirebildim ancak. “Eli boş gidilmez gidilen yere, boş gelmedim Ya Rab suç getirdim.” Ah ki âh! Hz Mevlana’ya kulak verelim mi? “Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak aşığı eğer ahmak değilsen Hakkın huzuruna yokluk götür!”

Yokluk, yardan gayrısını aradan çıkarmakla başlar. Aradan çıkaranı da aradan çıkardın mı mesele tamam. Sendekiler oradan nasıl çıkar, sen aradan nasıl çıkarsın ben bilmem. Ama kalb-i selîm bu.

Kudemâ, selîm bir kalbim olsun diye böyle yapmıyor, selim bir kalbi olduğu için böyle yapıyor, arada fark çok. Olsun diye yaparsan bazen yapamayabilirsin ama olduğu için yaparsan istesen de başka türlü yapamazsın. Üstelik böyle oldu mu sadece ahirete ait işleri değil dünyaya ait olan her bir şeyi de bu idrakle yaparsın. Hatta bilirsin ki biri iki görmek şaşılıktır; dünya ve ahiret en az birbirinin aynı olmadığı kadar birbirinden başka da değildir. Akl-ı selîm mühim yani, arz edebiliyor muyum? Bir de bakmışsın ki caminin kubbesinden, kılıcın kabzasına, levhanın tezyininden hattın hüsnüne, şiirin mısraından tekbirin bestesine kadar her şey olması gerektiği gibi. Estetik derdinden âzâde, bediî mizana meftun. Merhaba ey zevk-i selîm merhaba!

Ölümün ve hayatın Rabbine tahkik ile iman etmenin tabii bir neticesi bu şuur ve sanırım bir idrakten doğuyor. O idrakin ne olduğu, kudemânın nasılsın sorusuna verdiği diğer bir cevapta saklı, diyorlar ki: Emaneti dolaştırıyoruz.

Kendi öz canından emanet diye bahsetmek... Dağların yüklenemediğini yüklendiğini bilenler ancak böyle bakar kendisine. Hakiki emanetin farkında olanlar kendilerinin dahi kendilerine ait olmadığını bilirler. Münafığın üç alametini sayarken mevzu “emanete ihanet” bahsine gelince, bir kişinin bir diğerine bir müddet muhafaza için verdiği şey değil; kalplerine emanet edilen iman hakikati gelir onların aklına. Onlar bambaşka! Sözünde durma meselesinde bezm-i elestte verdikleri sözü hatırlarlar, konuşunca yalan söyler ifadesiyle kelime-i şehadetlerinin sahiciliğini tartarlar gözyaşıyla. Hal böyle olunca da acaba ben münafıklardan mıyım diye dertlenmekten başkasının imanına laf etmeye takatleri kalmaz.

Nasılsın? Emaneti dolaştırıyoruz. Sadece derdi olmadığını ifade etmiyor böyle demekle. Muazzam bir hayat telakkisinin de ipuçlarını seriyor gözler önüne. Dolaştırılan can emanetse, o can o bedende dolaştığı müddetçe temas ettiği her şey de bir emanettir, diyor. Emaneti bilmekle kıymetleniyor, hakkını vermekle haysiyet sahibi oluyor. Haysiyetin kıymetini biliyor. Taşıdığı candan, yaşadığı evden, oturduğu koltuktan, cebindeki paradan, eşinden, çoluk çocuğundan söz etmiyor emanet demekle, çok daha ötesine geçiyor. Aldığın nefesten karşılaştığın insana, yaşadığın andan sarf ettiğin söze kadar hepsi birer emanet diyor. Yetinmiyor, ben de onlara emanetim şuuruna varıyor. Biz bir elimizi diğer elimizden başka görelim, o var olan her şeyi bir görüyor. Koca güneşin küçücük bir çiçekle irtibatını da biliyor, ilk zellenin bir kalbe üflenmesiyle surun âleme üflenmesi arasındaki rabıtanın da farkında. Zaman bir andır, mekân bir bütündür, ikisi de varlığa emanet, yokluğa gebedir diyor. Böyle demekle de hem kendi hiçliğini hem de kendine ait olsun olmasın var olan her bir şeyin hiçliğini idrak etmenin eşiğine varıp oturuyor. Yoku fark etmekle yegâne var olanı tanımanın kapısı aralanır mı aralanmaz mı ben bilmem. Yahut varı bildikçe mi aralanır yokların yokluğunu idrak kapısı, onu da bilmem. Mesele eşiğe varmak galiba, gerisini o bilir bilse bilse.

Bize gelecek olursak... Bize hiç gelmesek daha iyi aslında. Kendimize bir gitsek, bize gelmek de hiç fena olmazdı gerçi. Neyse... Benim hayatım, benim malım, benim çocuğum, benim arabam, benim diplomam, benim makamım, benim terliğim... Bizim işimiz gücümüz ben. Galiba biz hayatın ve ölümün Rabbine taklit ile iman ediyoruz. Taklidimiz idare edilebilir belki ama öncelik meselesi mühim. Ârifler ölümü esas bilmişler, biz hayatı asıl zannediyoruz. Öncelik başka olunca da hem şirazemiz kayıyor hem de kaçırıyoruz endazeyi.

Nasılsın diye sorun kendinize. Ey kendisini kendisinin zanneden kendim, söyle hele, sen nasılsın? Bakalım ne cevap verecek? Hinliğine sormayın ama, dostluğuna... Hoca Nasreddin merhuma nasılsın diye sormuşlar ya hani. Hinliğine soruyorsan iyiyim demiş ama dostluğuna soruyorsan anlatması çok uzun sürer.

Sarajevo’lu bir öğle vakti, evlâd-ı Fatihân diyarında ahvalimiz böyledir işte. Fatih Sultan Mehmed Han’ı sevenlere gönülden selam olsun, ileri geri laf eden müptezellere de dua ederiz, sıratta karşılaşmasalar bari deyu.

İŞ TURKCELL Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz'dan CHP Sözcüsü Yücel'e tepki Türkiye'nin en seksi 4. kadını olmuştu! Melis Sezen'den şok sözler...
Sonraki Haber