Maddi yoksunluk içerisinde bulunan insanların gönlü zengin ve merhamet sahibi insanlara el açma eylemlerine klasik anlamda dilencilik diyoruz.
Dilencilik; fukaralık, maddi mahrumiyet yahut çaresizliğin doğurduğu tabii bir sonuç olmasının ötesinde Türk kültür tarihinin kurumsallaşmış bir unsuru ve toplumsal bir geleneği de olmuştur.
Dilencilik Doğu’da olduğu kadar Batı’da söz konusudur. Ancak suretleri ve talep şekilleri itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar.
Doğu’da el açıp, herhangi bir emek sarf etmeden, muhatabın vicdanına, şefkat ve merhamet hislerine hitap eden sözler ile müracaat edilip trajik bir görünüm ile de yapılan talebe destek sağlanmaya çalışılırken, Batı’da ise daha ziyade meşruiyeti olan ve toplumsal fayda sağlayan musiki icra etme kabilinden eylemler ile aynı neticeye ulaşılmak istenmiştir.
Ancak artık, Batı’da olduğu gibi, İstanbul metrolarında, vagonları ve meydanları kadar deniz taşıtlarında, kimine göre bir sanatın icrası, kimine göre ise modern dilenciliğin bir başka halkası olan etkinliklere tesadüf etmek hiç de sıradan bir durum değildir.
Eski İstanbul’un eski dönemlerinde bir hayli özellik ve güzellikleri vardı. Bunların her biri, bugün sadece nostaljik bir unsur olarak hatırlansalar da, İstanbul’u İstanbul yapan simgelerdi.
Söz konusu o müstesna nostaljik unsurlardan birisi de yukarıda bahsine çalışılan dilencilikti.
Osmanlı İstanbul’unda dilencilik ayıp bir şey değil, bayağı bir meslekti. Daha doğrusu meslek halinde getirilmiş bir eylemin ta kendisiydi.
Oldukça eskilere dayanan ve bir sanat haline getirilmiş olan bu meslek çeşidi 1908’den önce ve 1908’den sonra olmak üzere iki ayrı dönem geçirmişti.
Iskatçılar, sebilciler, kasideciler, kabakçılar ve goygoycular şeklinde sınıflanabilecek olan Osmanlı toplumundaki dilencilerin sayıları son derece fazlaydı.
Fanny E. Coe’ya göre on dokuzuncu yüzyılın sonlarında İstanbul’da bulunan dilencilerin adedi İstanbul sokaklarındaki itler kadar çoktu. Ancak The Times gazetesinin 12 Kasım 1886 tarihli nüshasında ifade edilenlere bakılacak olursa; İstanbul'daki dilencilerin sayısı Viyana'daki dilencilerden hiç de fazla değildi. Böyle olsa bile, İstanbul’da ikamet edenlere ilaveten bütün engellemelere rağmen dilenmek üzere dışarıdan şehre gelen insanların sayısı hiç de az değildi.
Dilencilik on dokuzuncu asır Osmanlı toplumunda kurumsal bir kimlik kazanmıştı. Loncalar suretinde örgütlenmiş bir meslek birliği olarak kâhyalar tarafından idare olunmaktalardı. Devlet tarafından resmen tanınmış, bir dizi kurallara bağlı olarak çalışmalarına izin verilmişti. Dilencilik yapabilir müsaadesi verilenlerin şahsi bilgileri kayda geçirilmiş ve kendilerine dilenebilir anlamına gelen Dilenci Tezkeresi verilmişti.
Dilencilerin idaresi ise Dilenciler Kethüdası/Kazaskeri tarafından sağlanmıştı. Kethüdalığın altında daha küçük birim ve sorumlu makamlar yer almıştı.
Kurumsallık dilenciliği gerçek anlamda bir ticari eylem haline getirmişti. Bu mesleğin de kendisine göre gayri resmi kuralları, gayri resmi mesleki yapılanmaları ve tabir caiz ise mafyalaşmaları söz konusu olmuştu.
Devletin resmen tanıdığı, kayda bağladığı ve başına bir de idareci atadığı dilencilik işi, kurumsallaşmış olmasından ötürü, mevcudiyetleri itibarıyla, bir anlamda devletin de işine gelmekteydi. Mırıldanmalarına hiçbir surette itibar edilmeyen dilencilerin, kanunla belirlenmiş miktardaki aidatlarını, düzenli bir surette devlete kasasına ödemeleri gerekmekteydi.
Bugün olduğu gibi dün de dilenciler için en muteber dilenme yerleri kutsal mekânlar çevresi, halkın geçmek zorunda olduğu köprüler ve geçitler, kalabalık meydanlar ve sair yerlerdi.
Dilenciliği bir meslek olarak benimseyenler ise milliyetleri itibarıyla muhtelifti. Türkler kadar Rumlar ve Araplar da Dilenciler Loncasının üyesi olarak dilenen gruplardı.
Rum dilenciler, diğerlerine nispetle, nizam ve intizam bakımından daha sıkıntılı, küstah ve istismarcı bir durum sergilemektelerdi. Adetleri yönüyle de bir hayli fazlalardı.
İki senede bir kendilerine yeni bir başkan seçerlerdi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında seçilmiş olan şefleri, iri yarı, çok güçlü ancak topal bir adamdı. Seçtikleri şef, topal yahut kör de olsa, onu aziz mertebesine yükseltmekte hiçbir beis görmezlerdi. Kendilerine şeflik etmiş ve ölmüş olanlarını ölüm günlerinde tören düzenleyerek anmayı ihmal etmezlerdi.
Kendisi de bir Rum olan Sultan İkinci Abdülhamid’in doktoru ve başhekimi Mavroyeni Paşaya göre İstanbul'da dilencilik, esasen işleyişi itibarıyla Tanzimat ile başlamış bulunan modernizme karşı sergilenen bir tepki şekliydi. Ancak bu yaklaşımın fazla bir gerçekliliği bulunduğunu söylemek doğru olmasa gerekir.
Dilenciler en ziyade, İstanbul’u ziyaret eden eski ifade biçimiyle, seyyahları fazlası ile etkilemiş ve dillerinden düşmemişlerdi.
Kendilerinden pek hazzettikleri söylenemeyecek olan yabancı gezginler, Doğu'daki hemen her şehrin sokaklarında yer alan bu insanların halleri ve sayılarından bahsederken onları şehrin sokaklarında yer alan köpekler ile eşleştirerek ifade etmeyi tercih etmişlerdi.
Bir Batılının yaklaşımına göre;
Doğu’nun dilencileri ile köpekleri arasında büyük bir benzerlik vardı. Zira her ikisinin de ihtiyaçlarını karşılayan kamu yani halktı. Doğu insanı yavruları olan köpeklere olduğu kadar bu dilencilere de özel itina gösterirdi.
Yine bir başak Batılının halet-i ruhiyesinin cümlelere yansımış biçimi;
Dilencilerin lideri size hemen yanaşarak Yunanca, İtalyanca, İspanyolca ve Fransızca sızlanır. Elbisenizin kol ucundan sizi tutar, diğer taraftan ise omuzunuzu okşarken, bir veya daha fazlası, sizi sağır eder bir surette size sızlanırlar. Onların işlerindeki ısrarları bu suretledir. Sırnaşık ısrarlarından kaçıp kurtulmak için dar ve kirli sokaklarda hızlı adımlarla ilerleyerek Galata'daki Gümrük Ofisi’nin yakınındaki sıralı evlerden birisine sığınmak gerekir şeklindedir.
Tecrübeli bir yabancı, dilencilere nasıl muamele edilmesinin farkına varmış olduğu edasıyla, şöyle demekteydi:
Pera'ya inerken akılda tutulması gereken son derece faydalı iki kelime vardır.
Bunlardan ilki; size yaklaşan dilencileri kendinizden kibarca uzaklaştırmak anlamında Haydi! veya Git!, demek gerekmektedir.
Diğeri ise köpekleri etkili bir surette uyarmak üzere Hoşt’tur...
İstanbul’un itleri kadar dilencilerinden de hoşlanmayan yabancılar bu kurumun ve mensuplarının bir an evvel mevcudiyetlerine son verilmesinin bir medeniyet tezahürü olacağı beyanıyla İttihatçılardan belirleyici bir adım atmalarını çok beklemişlerdi.
İttihatçılar açısından da toplumda var olan birçok uygulama gibi dilencilerin varlığı da halledilmesi gerek bir çağdaşlık problemiydi.
Bu noktada uzun bir aradan sonra tekrar açılmış olan çağdaşlaşma membaı Meclis-i Mebusan'a ise büyük görevler düşmekteydi.
Nihayet 10 Mayıs 1909’da bir kanun çıkarılabilmişti. Söz konusu kanunun adı, muhataplarını fazlası ile ifade etse etmişse de, maalesef muhtevası meramını icra etmeye yetmemişti.
Kuruluş gerekçelerinden birisi de, ihtiyaç nedeni ile sokaklara düşmüş ve dilenci haline gelmiş insanlara barınak ve meslek öğretmek olan Sultan İkinci Abdülhamid’in Daru’l-Acezesi gibi Serseri Kanunu da Türk toplumunun kadim bir geleneği haline gelmiş bulunan dilenciliği hemen bir çırpıda bütünüyle bertaraf etmeye hiç hama hiçbir zaman yeterli olmadı.
Dolayısıyladır ki, Batılıların da büyük bir memnuniyetle karşıladıkları, dilenciliğin bertaraf edilmesi girişimi kısmen başarılı olmuşsa da var olmaya hep devam etti. Fakat pek tabiidir ki, İstanbul’un kendisi kadar şehrin kendisine özgü ve özgün şöhret simgelerinden biri olan dilenciler ve dilencilik, gerek sayıları gerekse kurumsal kimlikleri bakımından eski zamanlardaki kadar esaslı ve şöhretli bir surette varlıklarını sürdüremedi.
Yabancı bir yazar yaşanan söz konusu gelişmeleri;
Kurulan güzel İngiliz ve Amerikan kurumları sayesinde dilenciler yavaş yavaş kayboluyor, bu iyi bir şey, çünkü bir İstanbul dilencisi; şekil bozukluğu, hilkat garibesi, tarif edilemeyecek kadar korkunç bir manzara
tasvirinde bulunmak suretiyle dilencilere bakışını ifade etmişti.
İstanbul’un işgal altında bulunduğu yıllar şehirdeki dilenci sayısında da tabii olarak artış gözlemlenebilmişti.
İşgal dolayısıyla şehirde yaşamın normal seyrini kaybetmesi, çalışma hayatı ve ticari faaliyetlerin olumsuz olarak etkilenmesi, geçimlerini günlük olarak çalışmak suretiyle devam ettiren insanların işsiz güçsüz kalmalarına sebebiyet vermişti. Özellikle düşük sınıftan insanlar üstleri başları dökük, saçları başları bakımsız ve hiç yıkanmamış bir vaziyette ve sakal ve bıyıkları özensiz bir surette sokakları doldurmuşlardı.
Rengârenk giysileri ile işgalci İngiliz ve Fransız askerlerinden sonra cadde ve sokakları istila etmiş olan bir başka işgalci grup olan dilenciler taifesinin görüntüleri de gayet ilginçti.