"Şeyma yahut yarısı yenmiş kurabiye"
Boğaziçi Üniversitesi eylemleriyle ilgili bugüne kadar birçok yorum ya da eleştiri yöneltildi. LGBTİ'nin 'Kabe provokasyonu' tartışılırken bir anda Kadıköy eylemlerinde gözaltına alınan Şeyma Altundal adlı başörtülü bir öğrenci gündemin merkezine oturmuştu. HaberinDoğrusu Genel Yayın Koordinatörü Nihat Nasır, Altundal'ın ortaya çıkışını çarpıcı bir yazı ile analiz etti. "Şeyma yahut yarısı yenmiş kurabiye" başlıklı yazıda Nasır yaşanan için 'Stockholm sendromu" yorumu yaptı.
HaberinDoğrusu Genel Yayın Koordinatörü Nihat Nasır'ın bir anda Boğaziçi eylemlerinin tam da göbeğine oturan Şeyma Altundal ile ilgili değerlendirmelerde bulunduğu yazının detayları şöyle:
ŞEYMA YAHUT YARISI YENMİŞ KURABİYE
Boğaziçi Üniversitesi eylemleri bize bir şey daha gösterdi…
Yıllarca ezilen, yok sayılan, inandığı değerleri düşman muamelesi gören, hayata bakış açısı aşağılanan, giyim tarzı ve yaşama biçimi horlanan insanların trajik dönüşümünü…
Evet, yukarıda tanımladığım vasıflar bildiğimiz Müslüman tipini anlatıyor ve bildiğimiz Müslüman tipinin, maruz kaldığı bu saldırılar sonunda asli kimliğinden vaz geçip kendisine zulmedenlerin beğeneceği bir çizgiye oturmaya çalıştığını ihsas ettiriyor.
Peki, bu gerçekten böyle mi?
Yani, bildiğimiz Müslüman tipini temsil eden kimselerin, en azından bir kısmının, kendisini aşağılayanları memnun etmeye çalıştığı iddiamız hangi oranda doğru?
Boğaziçi Üniversitesine rektör ataması akabinde gelişen hadiselerde çok önemli ölçüde olmasa da rahatsızlık verecek oranda bir dönüşümün gerçekleştiğine tanıklık ettik.
Dilerseniz gelişmeleri kısaca hatırlayalım.
Cumhurbaşkanı, mezkûr üniversiteye rektör atadıktan sonra, başlangıçta bu üniversite mensuplarının, sonrasında da dışarıdan takviye edilmiş “bindirilmiş kıtaların” bu atamaya yönelik tepkileri ve eylemleri söz konusu oldu.
İş, rektörlüğün işgaline ve sokak eylemlerine kadar vardı.
Bize göre bilindik protesto eylemlerini aşıp terör estirme noktasına varan bu gelişmelerde menfur bir hadise de yaşandı.
Kur’an’ın açık bir şekilde “sapkınlık” olarak nitelediği LGBT kimliğine sahip olduğunu iddia edip bu sapkınlığı meşrulaştırma isteyenlerce, inanan insanların kutsalı olan ‘Kâbe’ye yönelik ahlaksızca bir saldırı vuku buldu.
Bu aşağılık saldırıya itiraz eden bir kısım Boğaziçili öğrenciler, saldırganlar tarafından fişlendi ve doğrudan hedef gösterildi.
Gelişmeler bu minvalde değerlendirilirken beklenmedik bir hadise gerçekleşti ve adının Şeyma olduğunu öğrendiğimiz başörtülü bir kız, bu eylemlerin önemli bir figürü oluverdi.
Yasal olmayan işgal girişimi sırasında gözaltına alınan şahıslardan birisi de işbu Şeyma idi.
Şeyma “otoriteye” itiraz eden bir söylemle bahse konu sapkınlarla aynı çizgide olduğunu beyan etmekten çekinmiyor hatta ilginç hareketler eşliğinde pozlar veriyordu.
Bunu da İslâm’a ve İslâmî değerlere hakaret edenlerle birlikte yapıyordu.
Karşı taraf bu atraksiyona hemen sahip çıktı ve o güne kadar başörtüsünün şahsında İslâmî değerlere yakası açılmadık hakaretler savurdukları halde Şeyma’yı arkalamakta gecikmediler.
Düşünün, azılı bir Türkiye ve İslâm düşmanı olan Barış Atay isimli milletvekili bile Şeyma’ya bu tavrından ötürü övgüler dizdi.
Peki, ne olmuştu da Şeyma, yıllar yılı mensubu olduğu inanca ve dünya görüşüne hakaret eden, saldıran, yok sayan bu kesimin gözdesi olmuştu?
Babası, bir ilimizin önemli bir İslâmî STK’sında başkanlık yapan bu kızımızın derdi neydi?
“Demokratik bir protesto” olduğu iddia edilen ve her halinden bir kalkışma çabası olduğu açıkça görülebilen bu eylemde Şeyma’nın ne işi vardı?
Soruları uzatabiliriz ama gerek yok.
Cevabı çok basit bu soruların…
Şeyma ve temsil ettiği hüviyet, meşruiyeti, kendisine düşman olanların kabulünde görüyor!..
Buna bir tür “Stockholm Sendromu” da diyebiliriz elbette.
Bu hadise yaşandıktan sonra aklıma, yıllar önce solcu bir tiyatrocudan dinlediğim bir anekdot geldi.
Camiamızı, inanan insanları, hadi daha çık söyleyeyim, Müslümanları, sanatta edebiyatta ve kültürel çabalarda “üçüncü sınıf” gördüğünü açıkça ifade eden bu solcu şahıs, Müslümanların bu hususlarda nasıl bir komplekse sahip olduğunu, şehitlik ettiği bir hatırasıyla şöyle ifadelendirmişti.
“Tiyatro eğitimi aldığımız üniversiteye başörtülü bir kız gelmişti. Sınıfa girerken tuhaf bir şey oldu ve kız sınıfa ayakkabılarını çıkararak girdi. Hoca, ‘kızım neden çıkardın ayakkabını?’ diye sorunca da cevap olarak; ‘Hocam, ben camiye girerken de ayakkabılarımı çıkarıyorum, benim için bu sınıf, cami kadar kutsaldır’ demesin mi? Bunun üzerine gülüşmeler oldu. Dersin sonunda, herkesi sarakaya almasıyla ünlü bir arkadaş bizleri topladı ve ‘gelin bununla biraz dalga geçelim’ diyerek kızın yanına gitti. Hepimiz kızın başına toplaştık. Yalandan övgülerle başlayan konuşmamızı o arkadaş şöyle sürdürdü. ‘Sen tiyatrocu olmak istiyorsun değil mi?’ diye sordu. Kız, heyecanla, ‘evet!’ dedi. Arkadaş, elini çenesine görürdü ve kısa bir ‘hımm’ dedikten sonra, ‘Peki, sen bize, yarısı yenmiş kurabiye taklidi yapabilir misin?’ dedi. Kızcağız büyük bir hevesle, ‘elbette’ dedi ve hemen yuvarlanır gibi yere uzandı. Sonrasında başladı ‘yarısı yenmiş kurabiye taklidi’ yapmaya. Bacaklarını karnına çekiyor, sağa sola yuvarlanıyor ve her seferinde de, ‘oldu mu?’ diye soruyordu. Orada bulunanların kahkahaları eşliğinde bu eğlenceye bir süre devam ettik. İçimizden en insaflı olanı; ‘bu kadar yeter’ deyince de bıraktık zavallı kızın yakasını…”
Evet, bu anekdotu anlatan tiyatrocu, bizlerin hangi ölçüde nasıl bir kompleksle malul olduğumuzu bu tanıklığı ile anlatmaya çalışmıştı.
Doğrusu o gün, o şahsa epey kızmış, yaptıklarının bir tür ahlaksızlık olduğunu söylemiştim.
Şeyma hadisesi ile karşılaşınca birden o hatıra canlandı hafızamda.
Daha düne kadar İslâm’a ve İslâmî değerlere en galiz küfürlerle hakaret eden, kalkışmacı güruhun Şeyma övgüleri tastamam bu olguyla alakalıydı.
Şeyma, ‘yarısı yenmiş kurabiye’ taklidi yapıyordu aslında.
Her hareketi, karşı tarafın övgüsünü almaya, “hah, aferin, bak oluyorsun!” iltifatına ve onlar tarafında meşru görülme beklentisine matuftu.
Doğrusu Şeyma istediğini aldı.
En azından bir süreliğine onların sahte takdir ve övgülerine mazhar olacaktır ama bu yara bizi iflah etmeyecek gibi görünüyor.
Şeyma’nın şahsıyla sınırlı kalmayan bu “meşruiyet” arayışları, ne yazık ki, çok daha geniş bir kesimi çoktan içine almış bile.
Onu savunanlar, onu haber yapanlar ve onu göklere çıkaranlar da bunun kanıtı zaten.
Yalnız şu var ki, bu dönüşüme uğrayanların ve istiskale gönüllü teşne olanların, görüp görebileceği en iyi rol, ‘yarısı yenmiş kurabiyeyi’ oynamak…
Allah, akıbetimizi hayreylesin…