Ülkemiz medyasında gizli bir dayanışma vardır: Büyük patronların yaşamlarında olup bitenler olumsuzsa haber yapılmaz.
Onların zorda olduklarına hiç tanık olmazsınız.
Aileleriyle birlikte şahane kıyafetlerle partilerde boy gösterirler. Tekneleriyle açılırlar falan.
Eşlerini hiç aldatmazlar, kavga etmezler.
Medyada hep pirüpak endam ederler.
Başkaları yedi kat gizlide kahve içse manşet olur, bunların gösterişli davetlerinden dışarı bir gıdım dedikodu sızdığını gördünüz mü?
İşte o nedenle.
Ali Koç’un Fenerbahçe başkanlığı yüksek tabakadan avam tabakaya büyük transferdi.
Büyük cesaretti.
Büyük meydan okumaydı.
Hem de Aziz Yıldırım gibi baskın bir figürden sonra.
Gelin görün ki, Ali Koç tavırlarıyla bilinçaltlarımızdaki “şımarık zengin çocuğu”nu uyandırıverdi.
Soyadının rüzgârıyla geldiği yerde, kendi duruşuyla efsane olabilirdi.
İçerisinde yüzdüğü vizyon havuzundan futbol dünyasına, eksikliği hissedilen değerleri transfer edebilirdi.
Olmadı.
“Şımarık zengin çocuğu” egosu Koç’un, Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin başkanı olmasına engel oluverdi.
“Başkan” dediğin adam tükürdüğünü yalamaz. Daha doğrusu, yalayacağını tükürmez.
Ersun’un gelişi, “Ersun Yanal dün, bugün, yarın gündemimizde yok” diyen Koç’un zihinlerden gidişidir.
Yenilen takımı, “küstüm oynamıyorum” diyerek otobüse bindirip İstanbul’a gönderen “şımarık zengin çocuğu”ydu.
“Yanlış anladınız ceza değil, korumaydı” toparlaması FB lobisine kaldı.
Fenerbahçe, “şımarık zengin çocuğu” tarafından yönetilemeyecek kadar zorlu bir kulüp. Rahmi Beyin teknesi değil.
Koç acilen, bin düşünüp bir söylemeyi öğrenmelidir.
GÖKÇEK NETİCESİNE KATLANIR MI?
Melih Gökçek, gece dışarı çıkan, kısa etek giyen, sarhoş olan, cilveleşen bir kadının neticesine de katlanacağını söylemiş.
Tecavüzcü pislikleri haklı çıkarmış.
Yerel seçimlere giderken.
Dengeler hassas, üsluplar bin dikkatli olması gerekirken.
Sonuçları, diğer taraftan devşirilecek oylar belirleyecekken.
Yani.
Siyaset ince bir buz tabakası üzerindeyken.
Sen çık tecavüzcüyü haklı bul!
Hem ahlaken hem siyaseten olacak şey değil.
Peki neden?
Bildiğimiz Gökçek, sahne dışında tutulmayı asla hazmetmez.
Kendisiyle Ankara arasında kurduğu bağımlılık ilişkisi, normal dışı.
Ankara adayları kim olursa olsun, onlara işlerini öğretmek, rol çalmak için her yolu deneyecek.
Bunun için medyadaki sözcülerini kullanacak.
Onun bu hallerine Erdoğan tahammül göstermeyeceğine göre, Gökçek ya susmayı öğrenecek ya da neticesine katlanacak.
OTOMOBİL SOHBETİ
Arabadayız, trafik sıkışmış. Söyleniyoruz.
Diyorum ki, “CHP’nin yerel seçim aday belirleme sürecinde yapmadığı hata kalmadı. Bilinçaltlarında AK Parti hayranlığı var gibi. Seçimleri hediye etmek için acayip telaş içindeler.”
Arkadaşım lafı yapıştırıyor, “Sadece CHP mi öyle, diğer partiler farklı mı sanki.”
BİLİMİN GÖZYAŞLARI…
Tren kazasında hayatını kaybedenlerden biri bizim Berahitdin Hocamızdı.
Yakınlarına bıraktığı boşluk bir yana, uzay bilimlerinde bıraktığı boşluk bir yana.
52 yaşındaydı. Bir profesörün en verimli yıllarının eşiğinde.
Akademik ilerleme telaşının bittiği, üretme döneminin yoğunlaştığı yaşta.
En verimli dönemindeydi.
Düzenlenen törende, ona ağladık, kızlarına ağladık, bilime ağladık.
Gökyüzüne, uzaya aşık şahane bir hocaydı.
12 yıl önce. Gözlemevimizin müdürüyken, “gökyüzünü, yıldızları Ankara’ya nasıl açarız”ı konuşurken heyecanı dün gibi aklımda.
O gün, “yıldız ölüleri” diye bir şey var, ondan öğrendim.
Yıldızlar zamanla gaz ve toz bulutu yayarak sönüyor, ölüyorlardı.
Biliyor musunuz uzay, yıldız ölüleriyle dolu.
O gün bugündür, Berahatdin Hocamı anmadan yıldızlara bakamam.
Hocalığa tutkuyla bağlı, çözüm için var olan biriydi.
Ondan öğrenmeye hep devam ettim.
İki yıl önceydi. Annemin beş aya yakın hastanede yattığı dönemde, Berahitdin Hocamın da eşi yatıyordu.
Durumu ciddiydi.
Beklenen ölüm karşısında nasıl dirayetli olunacağını, kontrolü kaybetmemeyi gözlemiştim onda.
İki kızına olan düşkünlüğünü görmüştüm. “Rektör yardımcılığını bırakacağım, kızlarıma bakmam lazım” demişti.
Eşini kaybedince. Acısını gösterirse, kızlarının da acısı artar diye düşünüyordu.
Üniversitedeki törende. Bir çalışma arkadaşı şöyle dedi: “O, gezegenlerin davranışlarını (modelleyerek) öngörebilirdi. Modellenebilir sistemlerde kazalar önlenebilir...”
Kaza olmadan saniyeler önce Konya’da gençlere yapacağı sunumda son dokunuşları yapıyormuş güzel kalpli hocam.
Ona kalsa iki kızını bırakıp gitmezdi, aşkla sevdiği yıldızlara.
Yıldız ölümü gerçekmiş hocam, bilim kanıttır, işte kanıtladın…
ŞENOL GÜNEŞ HANGİ GEZEGENDEN?
Beşiktaş UEFA Kupasından elenince, Şenol Güneş “Sorumlu benim” demiş.
Özeleştiri yapmak istemiş.
Sorumlu davranmak istemiş.
Büyük hata!
Halbuki.
Futbolcudan malzemeciye herkesi suçlayıp, kendisini ayrı tutsa “imparator”luğa aday olabilirdi.
Güneş, futbolu biliyor ama ülkemiz futbolunu öğrenemedi gitti.
KENDİ OKURLARIMDAN
İstanbul’dan sevgili Şeyda L., “Annenizi tanımayı çok isterdim. 2 küçük evladım var ve ben nasıl evlat yetiştirdiğini, sizin için nelerden fedakârlık ettiğini, size ilk önce neler öğrettiğini sormak isterdim” demiş e-postasında.
Üzerime kocaman bir sorumluluk bırakıvermiş. Şahane iki çocuk yetiştireceksin Şeyda, bana güvendiğin gibi kendine de güven.
Bingöl’den Hatice A. “Lütfen sosyal medyada olmayın. Herkesin kafasına ve ruh haline göre takıldığı, yerli yersiz yorumlarla yazılarınıza alâkasız anlamlar yüklenilecek bir yer sosyal medya. Sizi seven, merak eden, okumak isteyenler zaten yolu biliyor. Kendinizi ve okurlarınızı bu karmaşanın vereceği ruhsal yorgunluktan uzak tutacağınızı umuyor sevgiler, saygılar sunuyorum” diyor.
Beni bu kadar çok düşünen okurlarımın olması, gözlerimi dolduruyor.
GÜZELLİK ÖNEMLİ DEĞİL
“Bizim Hikâye”nin oyuncusu Burak Deniz, güzel sevgilisi Büşra Develi’den ayrılmış.
Bize ne.
Velakin okur merakta. Yeni sevgili çirkinmiş, süklüm püklüm bir şeymiş. Bu nasıl olurmuş?
“Geçmişte de Hülya Avşar, sıradan bir kadın için terk edilmişti” dedim onlara.
Mesele güzellik değil ki, mesele yeni olanın eski olandan bir nedenle farklı olması. Hepsi bu.
AKLIMDA KALAN
En küçük marka yönetimi öğrencim: Yeni yıl bana göre çocuklar için gelen bir şey. 11 yaşındaki yeğenim Aral’a yeni yıl hediyesi olarak ne istediğini sordum. Açıkçası geçen yılki cevabını bekliyordum: “Halacım sen ne istersen onu al.” Cevabındaki incelikle gururlanmıştım. Bu yıl öyle olmadı. Daha doğrusu önce “sen ne istersen” dedi, sonra da birinin kulağına fısıldadığı şeyi söyledi: En pahalı spor ayakkabı markasının en pahalı alt markasını! Kendimi zorlarsam alabilirim, ancak o yaşta bu kadar pahalı şeylere sahip olmasını doğru bulmuyorum. Gönülsüzce Panora’nın yolunu tuttuk. Ayakkabıyı bulduk, fiyatı 600 TL! Ve ben orada, ayakkabının gerçek değeriyle marka değeri arasındaki devasa farkı anlatmaya başladım. “Ama halacım” dedi bizimki, “dolar çok yükseldiği için pahalı bu.” Durumun dolardan bağımsız olduğunu anlattım. ABD’de, o ayakkabıya sahip olmak için arkadaşını öldüren çocuktan söz etmedim. O davada savcının “Esas suçlu arkadaşını öldüren çocuk değil, masum bir spor malzemesini, uğruna cinayet işlenecek bir nesneye dönüştüren reklamdan pazarlamaya iletişim sektörünün kendisi” dediğini de anlatmadım.