Sinan Canan, modern kalabalıkların kabusu anksiyetenin reçetesini yazdı

Sinan Canan görünüşe göre fizyoloji doktoru, biyolog ve sinir bilim uzmanı. Ama o daha çok kaotik düzenin aşığı. Sinan Canan, ortalama 1.5 kilogram ağırlığındaki; protein, yağ, su, tuz ve şekerden oluşan ve medeniyeti ateş yakmaktan uzaya roket fırlatmaya kadar ilerleten o mucizevi varlığı, insan beynini, Türkiye'yi ve dünyayı karış karış dolaşarak anlatma telaşında bir bilim seyyahı...

Röportaj: Kadir Sarıkaya / SuperHaber

Sinan Canan, 2015 yılının Mayıs ayında çalıştığım televizyon kanalında bir programa davetliydi. Kalktı Ankara'dan geldi. Aşırı yağmur nedeniyle teknik sorunlar yaşandı, jeneratörler devreye giremedi, biz de Sinan Canan'la deneysel bir girişimde bulunmaya karar verdik. Periscope'un bebeklik çağıydı. Nasıl olacağını hiç düşünmeden televizyonda olmasını umduğumuz programı internete taşıdık. Kaydedilemeyen, yalnızca seyredilen bir söyleşi olmuştu. Bunun bir rövanşının olması gerekiyordu. İşte şimdi o rövanşı okuyacaksınız.'Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler'den yıllar sonra artık 'Unutulacak Şeyler'i konuşmanın zamanı...

Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler ve Değişen Beynim'den sonra Unutulacak Şeyler... Bu defa mevzunun biraz daha derinine dokunma, okurla bir hasbihal, bir nevi iç hesaplaşma var sanki...

Hayatımız hep böyle "şeyler" üzerine gitmez mi zaten? Benim 97 yılından beri günlük niyetine yaptığım bir internet sayfam var. Defter tutmaya üşendiğim için, aklıma gelen şeyleri yazmaya başlamıştım oraya. Doğru dürüst internet erişiminin bile olmadığı yıllarda hatırı sayılır bir etkileşim vardı. Yazıları okuyanlar, mesaj atanlar, itiraz edenler... Gençliğimden beri netameli ama az düşünülen mevzular üzerine kafa patlatmayı da sevince, o yazılar birikti, zamanla gelişti, kimbilir kaç kere değişti ve neticede önce "Fraktal Düşünceler" adı altında Ankara'da kendi kendimize basıp dağıttığımız bir kitap oldu.

Sonra 2015 yılında o kitaba Tuti Kitap talip oldu, bir daha ele aldık, baştan elden geçirdik, yeni bölümler ekledik ve ilk kitap olan Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler çıktı. Kitabın ismi aslında yayınevinden öneri olarak geldi; zira ilk etapta yine Fraktal Düşünceler diye basacaktık, niyet oydu. Ama o isim ilk başlarda da çok anlaşılmamıştı, o nedenle alternatif isim arayışları neticesinde, kitaptaki son bölümlerden birisinin ismi olan Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler üzerine bir anlaşma sağlandı. Ardından, onun ardılı gibi düşünebileceğimiz Unutulacak Şeyler de gelenek devam ettirmek üzere benzer bir isim aldı. Şimdi devamını yazıyorum inşallah; o da "Şey"li bir şey ama daha kesin olmadığından söylemeyeyim adını.

Benim "şey"li kitaplardaki yazılar, temelde kendimle ilgili. Naçizane aşmayı becerdiğimi düşündüğüm düşünce handikaplarıma dair notlar var orada. Sanırım çok insan da benzer mevzularda bazı sıkıntılar yaşıyor ki, bayağı bir tiraja ulaştık. Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler 40 bine doğru gidiyor mesela. Türkiye'de böyle bilim ve felsefe üzerine yazılmış ve bu kadar çok satmış bir kitap yokmuş henüz. Bu gurur verici tabii. Benim kitaplara yazdığım konular, sıradan gözüken, düşünmeye değmezmiş gibi addedilen şeylere biraz durup yakından bakmaya kalktığımda gördüklerimle ilgili aslında. Bazıları için karışık bilisel mevzular gibi görünen şeylerin aslında hayatla ne kadar ilgili, anlam arayışımızla ne kadar yakın temasta konular olduğunu vurgulamaya çalışıyorum bir taraftan. "Şeyler" başlığıyla çıkan her kitaba, zor anlaşılacak konular olarak bakılan bilimsel meseleleri de bir şekilde koyuyorum. Özellikle son bölümler her iki kitapta da böyle mevzularla ilgili: Kaos teorisi, fraktal geometri, kuantum düşüncesi, morfik alanlar, boyutlar, paralel evrenler vs. Bunlar sanıldığı gibi bizden ırak, sadece bilim insanlarının kafa patlattığı konular değil; anladığımızda, hayatımızın en derin dertlerine dokunabilecek potansiyeli taşıyan konular aslında. Biraz bunu anlatmaya, gençlerin bu mevzulara ilgilerini çekmeye gayret ediyorum. Ve en neticede, mesele kendimle bir hasbihal olarak başlıyor ve ilgilenen herkese bir şekilde dokunuyor sanırım. Bu güzel bir şey.

"Unutulacak Şeyler" kitabınının kapağı da yok. Yani var da yok. Boşver zarfı, mazrufa bak mı diyorsunuz?

Unutulacak Şeyler'in tasarımı da yine öncekiler gibi yayın evimizin sevgili tasarımcısı Özle'nin fikri. O benim için kitap tasarımının Steve Jobs'u. Tasarımlarına hiç itiraz etmem, tarzını çok seviyorum. Tabii Unutulacak Şeyler'in kapağında ismin "unutulması" esprisi için bayağı bir kararsız kaldık. Daha önce uygulanmamış bir yöntem ve riskli elbette. Benim doğal olarak fikir çok hoşuma gitti de işin bir de yayıncılık kısmı var. Yani insanlar anlar mı, alır mı diye çok konuşuldu. Ama sonra sevgili Kerim Güç, Tuti Yayınevi'nin sahibi, "Yapalım bence" dediğinde kararı verdik. Bence hoş bir espri oldu. Zira kitap, hepimizin hatırlaması gerektiğini düşündüğüm ama aynı zamanda sıklıkla unuttuğumuz mevzularla ilgiliydi. Yani bana göre öyle. Ve kitapçıya gidip, üstünde isim yazmayan, turuncu, şeker kutusuna benzer bir kitabı eline alıp "Aga bu nedir?" diye içine bakıyorsa birileri, onlarla paylaşacak daha çok şeyim olduğunu düşünüyorum. Şimdiden bayağı "niş" bir okur kitlemiz oldu. Aldığım mesajlar inanılmaz; onları bile kitap yapabiliriz ileride belki?

BUGÜNÜN MÜSLÜMANLARININ TATSIZ BİR HAYATI VAR

"Unutulacak Şeyler" kitabında "Allah'ın İpine Sarıl(a)mamak" diye bir bölüm var. Orada Bilge Kral İzzetbegoviç'ten bir alıntı yapmışsın. "İslam güzel de, Müslümanlar bunun neresinde?" Sürekli eleştiren ancak öneri getirmeyen bir güruh haline geldik. Siz artık düşünceden icraate geçilmesi gerektiğini ama önce düşünce dünyamızı yenilememiz gerektiğini söylüyorsunuz. Bu çılgınlık çağında bu nasıl mümkün olacak?

Bu ülkede benim en büyük derdim, inancıyla hayatı arasında gayya kuyusu misali boşluklar olan; idealleri gerçeklerden kopuk Müslümanlardan oluşan İslam dünyası. Tatsız bir hayatı var bence bugünün Müslümanlarının. Dinleri tarih içinde neredeyse yaşanamayacak denli karmaşıklaştırılmış; seküler özlemlerle cennete girme derdinde, dünyadan bağını kesmeye dair söylemler ağzındayken dünyaya dört elle sarılmış, ne zaman fikriyatının tersini yapsa haz duyan ve bundan dolayı kendinden tiksinen bir garip ruh halinin yaygın olduğu, benim de hayatıma doğrudan etki eden bir garip topluluk içinde yaşıyorum.

İnsanlar az akıllı veya deli oldukları için böyle yapmıyorlar; herkes gelenekten, aileden gördüğü tepkiyi düşünmeden kendi zamanına taşıdığı ve zaman çılgınca değiştiği için garip bir uyumsuzluk çıkıyor ortaya. Ben İslam'ın temel kaynağına bakınca ise bunların hepsinin ötesinde, sade, anlaşılır, insancıl, barışçı, yapıcı ve onarıcı bir inanç görüyorum. Ama bu inanç toplumda yok; Kur'an'ın abdestsiz dokunulmaya korkulan sayfalarında gizli kalmış gibi sanki. Peki bu insanları bu döngüden nasıl çıkaracağız? Bilmem? Ama ben kendi döngülerim üzerinde nasıl çalıştığımı anlatıyorum. Özellikle gelmekte olan nesli hedefliyorum. Bunun için bana "misyoner" bile diyen oluyor; aslında doğru. Burada bir misyon var. Yüzlerce yıldır hayrını görmediğimiz "ukba" konularını biraz kenara bırakıp bu dünyayı merak edecek yandaşlar üretme misyonu. Bu dünya, eğer inanıyorsan, Rabb'inden izler, mesajlarla doludur. Onları da ancak bilerek, deneyimleyerek, gözünü dört açarak, mesela bilim yaparak okuyabilirsin. Benim derdim bu. Bulduğumu anlatıyorum; beğenen alır, beğenmeyen istediği yolda devam eder. Ama insanın içine konmuş o bilime ve daha fazlasını talep etme arzusuna güvenim tam. Güzel anlatıldıkça daha fazla insan "neler oluyor?" diye soracak ve inşallah bunu soranların sayısı arttıkça biz daha iyi yarınlar inşa edebileceğiz. Elbette koca bir toplumun hepsi dönüşmez; ama seçkin dertlere sahip kaliteli bir azınlık inşa edebilirsek çok şey değişir. Bu da çok uçuk, ütopik ve uzak bir hedef değil bana göre...

100 BİN SENE ÖNCEKİ ATAMIZIN BEYNİYLE ŞİMDİKİ BEYNİMİZ AYNI

Bundan önceki "Değişen Beynim" kitabınızdaki "Bağımlılık ve Beyin" bölümünün çıktısını alıp şehrin meydanlarına asmaya niyetlenmiştim bir ara. İnternet bağımlılığı muhtemelen, belki de kesin, geleceğimizin hastalığı olacak. Telefonsuz kaldığımızda uzvumuzu kaybetmiş gibi oluyoruz. Sosyal medyada az beğeni aldığı için depresyona girenler var. İnsanlar birbirinden "Şu gönderimi rica etsem beğenir misin?" gibi tuhaf isteklerde bulunuyorlar. Nereye varacak bunun sonu?

Kendi ürettiğimiz teknolojiye köle olmamız eskimeyen bir tema, biliyorsun. Bunun temel nedeni, beynimizin ve bedenimizin 3.5 milyar yıllık canlılık süreci boyunca incelikle uyum sağladığı ayarlarıyla son derece uyumsuz icatlar yapıyor olmamız. İnternet, aynen endüstriyel gıda gibi, haz duygumuzu köküne kadar tatmin edebilen, tabiatta asla karşılaşmayacağımız yoğunlukta zihnen doyum sağlayan, deneyimler sunan bir mecra. Bundan dolayı, tabiattaki az ve seyrek zevklere göre tasarlanmış haz tespit sistemlerimiz internet gibi bir imkanla raydan kolaylıkla çıkabiliyor. Kendi haz tespit sistemlerini kötüye kullanabilen tek canlı olarak da bundan ziyadesiyle etkileniyoruz. Sonu nereye varacak bilmem ama iyi bir noktaya gitmiyor. Çünkü önümüzdeki beş yılda teknolojide neler olacağını kestirmekten bile aciziz. Gelişim o kadar hızlı yani.

Organizma olarak insanın ayarları ise neredeyse aynen duruyor; 100 bin sene önceki atamızla ihtiyaçlarımız ve beynimiz neredeyse aynı. Zira biyolojik yapının değişmesi için en iyi ihtimalle yüzbinlerce yıl lazım. Biz yarattığımız değişime adapte olmaya fırsat bulamadan, çevremizi anormal miktarda ve sürekli olarak değiştiriyoruz. Yani uyum sağlayamayacak kadar hızlı gelişiyoruz ve bu da bizi doğamızı anlamaya yönlendirmezse, felaket senaryoları çok yakında hayallerin bile ötesinde bir derecede gerçekleşecektir. Bu kesin. 3.5 milyar yıllık bir bilgelik olan biyolojik evrim sürecinin sonuçlarını anlamadan, şurada bir kaç yüz yıllık insan bilgisi ile "ilerleme" zannettiğimiz şeyler bu nedenle sonumuzu getirebilir. Benim temel dertlerimden birisi de bu: Ayarlarımızı anlayalım; icat yapıp teknoloji geliştireceksek, politika üretip stratejik planlar kuracaksak buna göre yapalım diye bir çağrım var. Bunun için de "Aman bırak, bilim adamları uğraşsın" diyemeyeceğimiz kadar önemli ve şahsi bir mesele olan" biyolojimizi" en azından temel düzeyde anlamak zorundayız. Hele ki beyin bilimlerinin bu kadar hızlı ilerlediği bir zamanda bunun için çok fırsatımız var. Yeter ki o bilgiyi doğru okuyacak okur yazarlığı geliştirebilelim.

YALNIZLIĞIMIZIN EN BÜYÜK NEDENİ SANAL KALABALIKLAR

"Dunbar sayısı" diye bir sayı var, malumunuz. Bilmeyenler için ben burada tarifini vereyim sizden iktibas yaparak: "Bir insan bireysel farklılıklar olmakla birlikte ortalama en fazla 150 kişiyle gerçekten tanışabilir ve stabil bir sosyal yapı kurabilir." Hâlâ öyle mi peki? Facebook'unda 1000'in altında arkadaşı olan lise öğrencisi bile yok neredeyse. Allah bilir sizin WhatsApp listeniz aşağılara doğru şelale gibi akıyordur. Günümüzün hız çağında bu rakam daha çok artmadı mı? Yoksa sosyal medyada bu kadar çok arkadaşımızın olması aslında hiç arkadaşımızın olmadığı anlamına mı geliyor?

Sanal kalabalıklar, yalnızlığın en önemli nedeni bana göre. Gerçek ilişkiler, beynimizin ayarlı olduğu ilişki biçimleridir. Fakat bugünün sanal sosyal medyasındaki "arkadaşlık" dediğimiz o dijital temas ve tanışıklıklar, beynimizin o zavallı ve milyonlarca yıllık devreleri için "gerçek" gibi; yani onları gerçek sanıyoruz. Bunun etkisi çok fazla. Mesela kafamız gereğinden fazla yoruluyor. Hayatımızda belki de hiç görmediğimiz insanların hayatlarının içine girmiş gibi hissediyoruz kendimizi; yahut öyle vehmediyoruz. Sanal alternatif bolluğu ve sanal ortamın doğal olmayan süzgeçleri, yanıbaşımızdaki insanların doğal kusurlarına tahammülümüzü azaltıyor. Bu etkileri tonlarla çoğaltabiliriz; ama sonuç aynı: Yalnızlaşıyoruz ve kafamız buna mukabil eskisinden çok daha fazla "sosyal ilişkilerle" meşgul görünüyor. O enerjiyi alıp yakınımızdakilere dağıtsak, kim bilir ne kadar derinlikli ilişkiler kurardık diye düşünmeden edemiyorum.

İŞİ OLMAYAN İNSAN VE SINIRSIZ İNTERNET EN TEHLİKELİSİ

İnternette kimlik gizleyerek yazmak bir nevi katarsis mi? Bu şekilde mi rahatlıyoruz? Ya trollük müessesesine ne diyorsunuz? Ruh hastalığının dışavurumu mu, yaratıcı zeka mı?

İşi olmayan insan ve sınırsız internet, en tehlikeli kombinasyondur. İnternet, gerçek hayatta yapamayacağımız bir çok fırsat sunuyor bize. Ama tatmin etmek istediğimiz güdülerimiz milyonlarca yıl yaşında aslında. Sevilmek, lafı gediğine koymak, başkaları tarafından görülmek ve dinlenmek gibi isteklerimiz kadim istekler. İnternet tüm bunlara sanal birer alternatif sunar.

Kimliğini gizlersen, en azından belli bir düzeye kadar, başbakana bile laf sokabilirsin; tüm dünyaya yazdığını hayal ederek Facebook sayfana istediğin mesajı yazabilirsin; normal hayatta belki yanına yanaşamayacağın kişileri takip edip, belki kim bilir, arada bir kaç "fav" bile alabilirsin. Bunlar, beynimizin kadim duygusal devreleri açısından az şeyler değil. Bize sanal ve derin bir tatmin duygusu yaşattığından, bunlara kapılmamak çok zor. Hele ki sosyal beyin frenleri iyi çalışmayan bir ergen yahut antisosyal isen, internet bu açılardan bulunmaz nimet. Ne yüce amaçlarla ne güzel sonuçlara hizmet etmek için kullanılabilecek böyle bir ortam, işte o ilkel beyin devrelerinin hizmetine girince, trollük müessesi de kaçınılmaz olarak doğar mesela. İnsanları "fareyle oynayan kedi misali" oynatma sanrısının cazibesine kapılmak çok kolaydır. Hastalık demeyelim belki ama, her insanda bulunan, tatmin edilmek için yanıp tutuşan o bencil duygusal devrelerin basit dışavurumlarıdır bu gibi haller. Ve korkarım, gün geçtikçe, teknoloji bedenimize an be an daha yakın sokuldukça, bu patolojilerin sayısı ve çeşitliliği de artacaktır.

ÖLÜM VE GELECEK KORKUSUNUN TEK BİR ÇARESİ VAR: ŞU ANDA KALABİLMEK

Size en çok sormak istediğim soruyu şimdi soruyorum. Çağın en büyük vebası kanser olmaktan çıktı anksiyete haline geldi. Biyolojik olarak uzayan ömrümüz psikolojik olarak kısalıyor sanki.

İnsan beyni anda kalmak, şu anı yaşamak için tasarlanmamış görünüyor diyor, yeni bir araştırma. Gerçekten de bizim zihnimiz diğer canlılardan açıkça farklı. Özellikle de sürekli geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmesi açısından farklı. Aşırı gelişmiş ön beynimiz sayesinde ömrümüzden çok daha uzun gelecek zamanlar için endişe edebilirken, uzak geçmişin dertlerini de taptaze yaşayabiliyoruz. Bunun sonuçlarından birisi de diğer canlılarda varlığına dair herhangi bir işaret görmediğimiz "öleceğini bilme ve ölüm gerginliği". Bu nedenle, en büyük derdimiz aslında gelecek endişesi ve ölüm korkusu. Bunun tek çaresi var. O da bu anda, burada zihnen bulunabilmek. Ana yoğunlaşabilmek. Dünyada meditasyon ve farkındalık öğretilerine gittikçe artan ilginin nedeni de bu.

Özellikle şehirli insan, dijital medyanın da etkisiyle ana yoğunlaşma şansını hiç olmadığı kadar ıskalıyor. Beynimizin bu ana odaklanmakla ilgili devreleri de diğer bütün beyin devreleri gibi kullanılmadıkça zayıflıyor ve yeteneksizleşiyor. Böylece, kendini günümüzün aşırı zihin meşgul eden dijital dünyasına kaptırmış insanları, zamanla ana odaklanamayan, hababam gelecek ve geçmiş arasında hoplayıp zıplayan bir zihnin peşinden koşmak durumunda kalıyor. Bu da duygusal devrelerimizi alt üst ediyor tabii. Sonuçta çağın hastalığı dediğin gibi, anksiyete ve gerginlik. İnsanlar bundan kurtulmak için de adeta yılana sarılırcasına eğlenceye, uyuşmaya, şu anını unutturmaya yönelik her türlü aktiviteye sarılmaya başlıyorlar. Halbuki tam tersine, fişi çekip, kendine dönüp, biraz yavaşlayıp şu anda olan bitene yoğunlaşma deneyimini egzersiz olarak uygulamaya başlayan herkes bu döngüden kısa bir zaman içinde rahatlıkla çıkabiliyor. Ama bunun için önce derdi fark etmek lazım. Maalesef bu gün ona bile fırsatımız yok.

Bu anksiyetenin kaynaklarından biri yine sosyal medya olabilir mi? Sosyal medyada gün içinde o kadar çok uyarana maruz kalıyoruz ki Twitter'daki gündeme şöyle göz gezdiren biri 3. Dünya Savaşı'nın çıktığına rahatça inanabilir. Bu bizde sahte bir stres yaratıyor olmasın? Beyin sonuçta gerçek stresle sahtesini ayırt edemiyor.

Elbette, zaten bu günün en önemli derdi bu veri bombardımanı. Hele ki aldığımız haberler bir de milyonlarca yıllık hayatta kalma ile ilgili bilinsiz beyin devrelerimize hitap ediyorsa, üreteceği tepkiler hiç de hayırlı olmuyor. Uzun vadede bu sürekli negatif bombardıman, bütün kimyamızı bozup, sürekli değişmek durumunda olan beynimizin tepki üretme mekanizmalarını da kendisine benzetiyor.

BİLDİĞİMİZİ SANDIĞIMIZ HER ŞEY ZİHNİMİZİN YORUMU

Son çıkan kitabınız "Unutulacak Şeyler"de bir bölüme "İğneyi kendimize batırmamızın zamanı" diyerek başlamışsın. Batıralım şu iğneyi kendimize de silkinip ayağa kalkalım artık. Ama nasıl olacak, ne yapmalıyız?

Bilmem? Herkes benzersiz, hepimizin parmak izi gibi farklı zihinleri var. Ama temel ihtiyaç ve reflekslerimizde ortak çok nokta da var. Ben iğnenin bana battığı zaman acıdığı kısımları anlatıyorum elimden geldiğince. Umulur ki bundan ilham alan arkadaşlar, kendi iğnelerini de kendilerine batırır, fikirlerini biraz olsun değiştirmek için bir cesaret geliştirirler. Sabit fikir ve konfor içinde yaşamak elbette çok cazip ama tüm dünya tarihinin de bize gösterdiği gibi, bu konforun bizi götüreceği pek yer hayırlı değil. Temel fikirlerini değiştiremeyen insanlar mutsuz ölecekler, bunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bazısı diyor ki "Benim fikrim Allah'ın sözüdür, değiştirmeme gerek yok". İyi de güzel kardeşim, o sözü doğru anladığın ne malum? Bu nasıl derinlikli bir kibirdir? Allah bir kere dedi, ben bir kere baktım, tamam, anladım, artık bu kafayı ölene kadar taşıyabilirim. Benim bildiğim bundan daha kötü bir hakaret yoktur hakikate karşı. Bildiğimizi zannettiğimiz her şey zihnimizin yorumundan ibarettir ve hakikate kıyasla muhtemelen yanlıştır. Sürekli değiştirebilme yeteneği ise aynen biyolojide olduğu gibi uyum sağlama gücümüzü artırır. Sabit fikirlilikten ve sabit inançlardan korkan insanlar, hakikate en fazla yaklaşma hakkı kazananlardır diye düşünüyorum. Yoksa, futbol takımı tutar gibi, aileden, arkadaştan, çevreden aldığı malzemeyle "fikir inşa ettiğini" sanmak, bize ait bir budalalıktır. İşte o iğneler, o gurur balonlarını patlatmaya yararsa bir gelişime vesile olacaktı diye düşünüyorum.

Siz bambaşka bir şeyi başardınız Türkiye'de. Korkulan, sıkıcı bulunan bilim kitaplarını "En çok satanlar" listesine sokmayı başardınız. Türk bilim dünyasının ROCK STAR'ı olmak nasıl hissettiriyor?

Öyle miymiş?!? Bilim dünyasının demeyelim de, bilim anlatıcılığının diyebiliriz belki. Anlatmayı ve anlatmak için anlamayı çok sevince, dinleyende de böyle bir etki kalıyor herhalde. Tek amacım, hayırla anılmak. Bunun dışındakiler boş işler bana sorarsan. Bilimsel olarak çok yayının olmuş, bilmem neyle meşhur olmuşsun, bana göre değil bunlar. Kitabıma yazdığım iki satır, bir yerlerde ettiğim iki laf, veya şu söyleşide ağzımdan dökülen bir kaç kelam, bundan yıllar sonra birine "evet yahu, böyle düşünmemiştim daha evvel" dedirtirse, benim için hayatın anlamı yerini bulmuş olur. Sanırım benim de görevim bu; yahut görevimin bu olmasını çok isterdim, diyeyim!

Ali Katırcıoğlu Kimdir? Öldü mü? Ali Katırcıoğlu Şirketleri Borsa İstanbul’da 6 haftalık yükseliş dönemi bitti Oktay Uludoğan Kimdir, Ne İş Yapar? Serveti
Sonraki Haber