Sınırda bir ‘sarı deniz’in içinde!

Cengiz Aytmatov’un ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanı Asya steplerinde geçer ve hikâyenin geçtiği yer anlatılırken “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi…” denir.

Kurumuş otların sarı bir sonsuzluk denizine benzediği, ortalama 2000 metre rakıma sahip yüksek ovaların göz alabildiğine uzandığı bu coğrafyada tam da sınırda duruyorum. Doğumda Ermenistan, batımda Türkiye -kış uykusuna yatmadan önce sararmış, solmuş- ufka uzanıyor. Serhat şehir deniyor buraya. Yani sınır şehri… Ancak rüzgâr şehir dense de yakışırmış. Rüzgârın esmediği zamanlarda öyle derin bir sessizlik çöküyor ki otların altında yürüyen karıncaları, dalda sarkan kargayı duymak mümkün oluyor. Lawrence Durrell’in “Her şey çevremizdeki sessizliği yorumlamamıza bağlı” sözü geliyor aklıma. Lawrence Durrell! Hani “Onu anlamak için ondan bunca uzaklaşmam gerekiyormuş meğer” diyen yazar.

Ve zaman… Ritim değişiyor, bambaşka akıyor. Zaman olgunlaşıp yere düşmeyi bekleyen bir meyve gibi telaşsız… Her şey öylesine yavaş ki… Acele etmeye izin yok! Geç kalmaya da öyle… Her şey vaktinde, her şey vaktinde…

Ani bir kararla Kurban Bayramı’nı Kars’ta geçirmeye karar veriyorum. Vakti buymuş demek ki… Ne geç ne de erken… Aklımda beş yaşımdan kalma silik anılar ve özel bir jet var… O sonra, onun vaktine daha var.

***

Kars, Doğu Ekspresi’nin aşıladığı kar romantizmiyle son yıllarda ilgi gören bir tatil destinasyonu oldu. Çarlık Rusyası yönetimindeyken yapılmış muazzam şehir planından, onlardan kalan karakteristik taş binalardan, tek bir çivi kullanılmadan inşa edilmiş Katerina Köşkü’nden, Kars Kalesi’nden, Çıldır Gölü’nden, kaz etinden, gravyer peynirinden söz etmeyeceğim. Ani’yi ise fırsat olursa başka bir yazı da anlatmak isterim. Bir hafta en kuzeyden en güneye Kars’ın Ermenistan sınırı boyunca yaptığım zorlu ama bütün güzelliği de zahmetinden gelen seyahati anlatacağım.

Seyahati son dakika planladığımız için İstanbul uçuşlarında yer bulamadık. Arife günü karayoluyla Ankara’ya gidip, Kurban Bayramı’nın birinci günü sabah uçağıyla Kars’a vardık. Dört mevsime yayılan mantıklı bir turizm anlayışı olmadığı için hayalet bir şehir gibiydi Kars, etrafta kimsecikler yoktu. Açık tek bir restoran veya market bulamadığımız için aç kaldık. Büyükbaş hayvancılığın başkenti Kars’ta “Tavuk döner yedim” derseniz, gülerler ama mecburen ilk gün bulduğumuz tek açık dükkâna sığınıp, tavuk döner yedik. Oysa kimin kapısını çalsanız ‘Tanrı misafiri’ görüp ağırlar. Onlar misafir değil konuk diyorlar gerçi.

Yakın olduğu için ilk durak Susuz… El değmemiş Aygır Gölü’nde sıcak yaz günlerini serinleyerek geçiren iki inek sürüsüne ve çobanlarına denk geliyoruz. Çobanların karşılaşması… Romantik bir andır! ‘Yalnızlık kıracağı’ gibi gelir bana… Bulduğumuz tek açık marketten aldığımız ekmeğin arasına tam yağlı Pınar beyazpeyniri koyup, gölde yıkadığımız domatesleri ısırarak yiyoruz. Kars’a gelip “Paketlenmiş peynir yedim” deseniz yine gülerler ama Türkiye’nin en derin krater gölünün başında yaptığınız piknikte ne yeseniz lezzetli gelir.

Sonraki durak TEDx konuşmalarına taşınmış, köylü kadınların Fransızca konuştuğu, yoga yaptığı Boğatepe Köyü… Peynir Müzesi’ni ve üretilen peynirleri takdir ettim -PR’ı çok yapılan bu köyle ilgili kötü bir şey söylemek istemiyorum- ama şu kadarını söyleyeyim: PR’ı iyi yapılmış. Tüm şehirdeki mantıklı ve organize turizm eksikliği burada da kendini gösteriyor. Belki bayramın birinci günü olduğu için köyde bizimle ilgilenen kimse olmuyor. Peynir satın almak istersek ilgi göreceğimizi anlayıp, oradan ayrılıyoruz.

Susuz Şelalesi önünde jandarmayla laflıyoruz. Oralı biri, suların ne kadar azaldığını, gürül gürül akan şelalenin cılızlaştığını anlatıyor.

SUSUZ, KURU YAYLALAR

İkinci gün kuzeyde Çıldır Gölü’nün doğusunda kalan Kakaç Köyü’ne gidiyoruz. Arpaçay ilçesine bağlı bu köy, Kars ve Ardahan sınırında yer alıyor. Oradan sürekli güneye inip sınır turunu tamamlayacağız.

Sonraki durak İbiş… Sınır köylerinden biri ve sadece 10 haneye sahip, nüfusu ise 28 kişi. Okul çağında 5 çocuk var ama okul yok. Çocuklar 17 kilometre uzaklıktaki başka bir köye servislerle taşınıyor. Kahvehane bile olmayan köyde bir cami ve taziye evi bulunuyor. Yazın bile geceleri soba yakılan köy, temiz havası ve kaynak sularıyla ömrü uzatır. Fakat tüm ildeki kuru havayı başımda ve teninde sürekli hissediyorsun. Nem yok, rüzgâr çok, rakım yüksek- buruş buruş olmamak işten değil. Gözlerimin içi bile kuruyor.

İbiş ve civarında Ermenistan sınırını ayıran hiçbir şey yok. Sadece küçük bir bölgede tel örgüler var. Yine küçük bir alan mayın döşeli… Sınırı renklerin tonundan ayırt ediyorsun. Türkiye tarafı yabani otları biçerek saman balyalarına çevirmiş, Ermenistan tarafı otları biçmediği için nispeten daha yeşil kalmış. Sınırda pek bir vukuat olmuyormuş. Doğrusu, hiç vukuat olmuyormuş. Ara sıra sığırlar sınırı geçiyormuş. Terbiyesizler! Karakollar haberleşip hududu geçen sığırları iade ediyormuş. Arılar ise 5-7 kilometre uzaktaki çiçeklerin polenlerini insanların çizdiği hududu takmadan kovanlarına taşıyor. Yediğiniz Kars balında Ermeni çiçeğinin, Ermenistan balında Türk çiçeğinin tadı var. Aşırı milliyetçilere bu bilgiyi verelim, belki beslenme biçimlerini değiştirirler. Ve ben! Sınırdaki tek vukuat ben olabilirim. Köylüler, sınıra gideceğimi öğrenince her iki karakolun da beni izleyeceğini söyledi. Renk tonunun ayırdığı sınırda Ermenistan topraklarında birkaç adım attım. İki karakol da beni vurmadı, teşekkür ederim. Birkaç saniye de sürse sınır ihlalim bir soruna yol açmadı.

Mîsâk-ı Millî yani ulusal sınırlar çizildiğinde ‘Teze İbiş’ yani taze-yeni İbiş, Ermenistan topraklarında kalıyor. Köyü birkaç kilometre öteye, Türkiye Cumhuriyeti topraklarına taşıyorlar, ismi de sadece İbiş oluyor. İsminde ‘yeni’ vurgusu olan köy bir harabeye dönüşmüş durumda. İronik! İbiş’te tırmandığım bir dağdan harabe köyü, sınırdaki karakolları ve Ermenistan’da bulunan, Türklerin renginden dolayı ‘Göğ Göl’ dedikleri (göğ kelimesi gök, göy, mavi anlamına geliyor) gölü görüyorum.

Bu sınır, acı hikâyelerle dolu. Sınır çizilince yer değiştiren köyler, değiş tokuş edilen insanlar… Sınırın öte yanında bırakılmış evler, mezersenlikler (yöre halkının deyimiyle mezarlık), evlatlar, halalar, babalar… Yoksulluktan şehirlere göçmüş insanların boşalttığı harabeye dönüşmüş köyler, sahipsiz mezarlar… Hayalet Azeri, Terekeme, Rus-Malakan, Ermeni köyleri… Hikâyeler çok burada ama hepsi acı!

Sonraki durak Göydağ’daki yaylalar… Yüzlerce yıldır zaten yüksek köylerde yaşayan köylüler, yaz aylarını daha da yükseklere çıkarak geçiriyorlar. Otalama 2000 metre yükseklikte yer alan köylerden neden 2500-3000 metre yüksekliklere çıkar ki insanlar? Sığırlar köylerdeki tarlalara zarar vermesin, yaylalarda rahat rahat dolaşsın diye. Fakat ciddiye alınmayan küresel ısınma kendini yaylalarda kuraklık olarak çoktan göstermiş ve bu geleneği yok etmek üzere. Yaylalardaki dereler ve kaynak sular kurumuş. Susuzluk çeken köylüler ve hayvanlar, yaz bitmeden köylerine dönme hazırlığı yapıyordu. Oysa yapılacak yapay bir göl, karlar eridiğinde gürleyerek akıp giden suyu çok rahat tutabilir. Yaylaya çıkan insanlar ve hayvanlar bir çeşit ‘Kerbelâ zulmü’ yaşamamış olur. Susuzluk, büyük merakla görmeye gittiğim bataklık kadife çiçeği lilparların da sonunu getirmiş.

EŞEKLERİN ÇİZDİĞİ YOLLAR

Bir önceki yazımda köylerdeki güç yaşam koşullarına değinmiştim. Buradan okuyabilirsiniz:

Yaylalarda ise yaşam daha da zor. Hele de son yıllarda o zorlu koşullara susuzluk eklenince…

Şehirli alışkanlıklarımızla insanların susuzluğuna susuzluk katmamak için yaylada konaklamıyoruz ama kaymakla mayalanmış nefis yoğurtları, tezek ateşinde tandırda pişmiş keteleri, taze çeçil peynirleri bir güzel mideye indiriyoruz.

Bozuk yolların arazi aracımızın lastiğini patlattığına ve yaşanan maceraya değinmeyeyim. Akyaka ilçesinin sınır köylerine uğramak için yola koyuluyoruz. Akyaka ilçesinden köylere giden yolun mimarı bir eşekmiş. Şose yollar yapılacağı zaman sırtına kireç çuvalı bağlanan bir eşeği salıyorlar. Salına salına giden eşek döktüğü kireçle yolu çizmiş.

Akyaka’nın en büyük köylerinden Büyük Durduran’a geliyoruz. Eski adı Büyük Kımılı olan köy…Kımışifalı bir ottan başka da bir şey değil ama her nedense köyün adını değiştirmişler. Toplam 80 hanenin bulunduğu köyde nüfus, 350 civarı. Köyün çeşmesi, camisi, okulu ve öğretmen lojmanları en orta yere yapılmış, herkese eşit mesafede. Köyün yakınlarında ‘Musa Ocağı’ denen bir yatırdan geriye küçük bir çukurdan başka hiçbir şey kalmamış. Köy halkı arasında anlatılan bir efsaneye göre kocaman bir taş yatırdan çıkmış uçarak gelip köyün orta yerine düşmüş. Koca taşın düştüğü toprağın şifalı olduğuna inanılıyor. Küçük çaplı bir şifa turizmi bile var. Cilt hastalıklarına iyi gelen toprağı almak için köye gelenler oluyormuş.

TAŞ YIĞINI, HİÇBİR ŞEY YOK!

Sonraki durak ise ‘Kız Kalesi’ diye de bilinen Tignis Kalesi… Tanımsız tarihi eser statüsündeki kale ortaçağda inşa edilmiş ama kimin, neden yaptığına dair bir bilgi yok.

Ani hariç, bu tür ören yerlerinin hepsi ücretsiz. Mantıklı ve organize bir turizm yapılmadığı gibi tarihi kalıntılara, doğal güzelliklere sahip çıkan da yok.

Yöre halkının tarihi kalıntılara yaklaşımı ise içler acısı. Sınıra gidecek oluyorsun, “Niye ki? Ne var ki? Hiçbir şey yok ki” diyorlar. Tarihi bir yığını görmek istiyorsun aynı tepkiyi veriyorlar:

“Niye ki? Ne var ki? Taş yığını işte! Taştır, duvardır… Hiçbir şey yok ki!”

Kars Çayı etrafındaki eski yolda ilerliyoruz. Muazzam bir trekking ve kamp alanı olabilir ama yerel halk bile gelip etrafında soluklanmıyor. Türkiye’de kaç kişi o yüksek ovaların, sınır ötesinin görülebildiği yüksek dağların, yürüyüş yapılabilecek kanyonların farkında? Karslıların kendisi bile farkında değilken, kimseyi suçlamamak lazım.

Köylüler bana “Çok yürüdün, yoruldun” diyorlar. Yürümeyi sevdiğimi, trekkinglere gittiğimi anlatıyorum, yüzüme şakınlıkla bakıyorlar. “Burada arazi bol, gel bedavaya istediğin kadar yürü” diyorlar.

Sınır gezim en güneyde Kilittaşı Köyü’nde bitiyor. Bir kaz sürüsünü kovalayıp, beş yaşımda uğradığım kaz saldırısının intikamını da alıyorum. İntikam dediysem, peşlerinden koşup eğleniyorum.

Ani Harabeleri’ne yarım gün ayırıyorum. Onu anlatma zamanı sonra…

TRENİN ÖNÜNÜ KESEN İNEKLER

Doğudan batıya giden bir trende yolculuk yapabilmek için Akyaka İstasyonu’na atıyorum kendimi. Herkesin birbiriyle ahbap olduğu, konuşulan dilin sanki Azerbaycan’daymışım hissi verdiği vagonun yabancısı olduğum hemen anlaşılıyor. Yaşlı bir teyze nereden geldiğimi merak edip soruyor:

“Sen hardan gelmişsen ay balam?”

Herkes ne kadar konuksever! Kapısının önünden geçtiğin yemek yedirmeden bırakmıyor. Gut hastası olmak kaçınılmaz sanki. Burada 365 gün kavurma bayramı yaşanıyor. Çaysız, ikramsız bir adım atamıyorsun. Hiç çay içmem Kars’ta günde 10 kez çay içiyorum. Her ikramı kabul etsem bu sayı rahatlıkla 30’a çıkabilir. Çay gurusu Ebru Erke ile yarışacak kıvama geldim sanırım. Çayı kıtlama şekerle içmeye başlamadan önce bu seyahati sonlandırmalıyım.

 “Bir de kışın gelmeliyim buraya, kar beyaz bir battaniye gibi her şeyin üzerini örttüğünde” diyorum kendi kendime. Trenin düdüğü düşüncelerimi dağıtıyor. Raylara çıkan bir inek sürüsü yüzünden duruyoruz. Sarı, sapsarı ovaya bakıyorum, sonsuzluğa uzanıyor sanki ama ufukta Ermenistan var. Dünya buradan çok düz görünüyor. Şüpheye düşüyorum. Acaba ‘dünya düzdürcüler’ haklı olabilir mi? Dönüş yolunda uçaktan bakıyorum, hayır dünya yuvarlak!

Şahnalar, Peldirvan, Başgedik, Yahniler, Mezraa köylerinin içinden trenle geçiyorum. Ne güzel köy isimleri bunlar! Daha önce gittiğim Subatan, Yerlikavak, eski adı halkın deyimiyle Urus(Rus) Erginesi ve Müslüman Erginesi olan Demirkent, İncedere, Cedere köylerinin isimleri de güzeldi.Bütün köylerdeki en önemli konu insanların medeni durumu. Evlilik programlarının bu ülkede çok tutmasına şaşmamak lazım.

Yurtseverlik bu bölge halkının en önemli değerlerinden biri. Atatürk sevgisi genç yaşlı herkesin yüreğinde… Milli Mücadele’nin ardından Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ilk şükran ziyaretlerinden birini 6 Ekim 1924’te Kars’a yapıyor. Halk Kars Garı’nda karşıladığı atasını “Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa” diyerek karşılıyor. Ata’nın karşılandığı o garda inip, Kars’ı adımlıyorum. Ve evet, yine gelmeliyim, başka bir mevsimde.

Burası benim annemin ve babamın dünyaya geldiği topraklar. Akrabalık, memleketçilik sevdiğim kavramlar değil. İnsanların sürekli memleketlerini, soylarını soplarını, akrabalarını, ailelerini övmesinden, akrabalarını kayırmasından çok sıkılıyorum çünkü. Burayı da seçmediğim bağların etkisiyle değil, objektif gezmek istedim. “Tüm dünyayı gezdin, bir Kars’ı görmedin” diye yıllarca sitem ettikleri için direnç gösterip gelmedim sanırım. Aslında daha önce iki kez gelmiştim buraya. Biri silik hatıralarla beş yaşımdayken yaptığım bir ziyaretti, kazların saldırısına uğramıştım. Diğeri ise Güler Sabancı ile özel bir jetle gelip birkaç saat kaldığımız bir kız öğrenci yurdu açılışıydı. Bu yüzden bu ilk seyahat sayılır.

Evet, üzerinde kara kargaların, kuzgunların, sakaların, turnaların uçtuğu o sarı denizi yeşilken, beyazken ve başka renklerdeyken görmeliyim.

Tüm yazılarını göster