Burak Elmas seçildiğinden beri, Galatasaray'da daha önce bu kadar net karşılaşmadığımız şeyler yaşamaya başladık.
Örneğin futbolcular imzaları kulübün bayrağı altında, yanlarında yöneticiler olmadan atıyorlardı.
Yönetim kurulu sözcüsü Sayın Sanver oldu ki, üslubu futbol izleyicileri için oldukça alışılmadıktı. YK üyelerinin kendi sosyal medya hesaplarından açıklama yapmaması kararı da bu tavrın ayinesi oldu ki buna uyum sağlayamayan bir üyenin kuralı ihlal ettikten sonra çatıştığını, taraftara yönelik davranışlarla YK'yı baskılamaya çalıştığını sosyal medya hesabını popülarite amacıyla kullandığını gördük.
Galatasaray gibi yarışmacı bir takımda, yapılan projeler de aynı anda beklenen başarıyla birlikte gerçekleşmek zorunda.
Ancak geçtiğimiz dönemde saha sonuçları, bir futbol takımından çok daha fazlası olduğu iddiasında olan kulübün özgüvenini oldukça sarstı. Özgül ağırlığı basit bir sözleşmeli çalışandan çok çok daha fazlası olan teknik direktörünün işine son verilmesi iyi-kötü işleyen bir sistemde deprem etkisi yarattı.
Kişilere dayalı bir sistem er-geç yıkılmak zorundadır. Ama bunun, ölüm-hastalık gibi, karşısında çaresiz kalınan bir durumda değil de iş akdinin feshi gibi ihtiyari bir seçimle yapılması, duygusal bir tahribatı da beraberinde getirdi.
Elmas şunu düşünmeliydi: Bu takımın seyircisinin önemli bölümü 25 yaş altında yani 96 ve sonrası doğumludur. Kulüpte onlarca daha efsane olsa da bu kişiler flu bir geçmişte kalmıştı. Artık hafızalarda ne Simoviç ne Turgay Şeren ne de babamın bana adını verdiği kaleci Yasin var.
Fatih Hoca, bu insanların Galatasaray'la olan duygusal bağının onsuz düşünülemez bir parçasıydı.
Hoca da şeytan tüyüyle kendini hep sevdirdi. Fakat her şeyin bir sonu olduğu kuralı anlamını belki de en çok futbolda anlamını buluyor. Futbolda zaten dün yok, yarın bile yok, hep bugün var. FatihHocanın ne Haziranları ne de Ocakları bitti.
Yenilgiyi kabullenmeniz, başka bir şekle bürünmeniz gerektiği zamanlar olur.
Mayıs ayı, kariyeri O Ses'te jürilik gibi karmaşık sinyallerle dolu Sergen Yalçın’a kaybedilen şampiyonluk, Ağustos ayı "bir hayalim var" hedefiyle çıkılan yolda 5 gollü PSV mağlubiyeti, Kasım-Aralık ayı ise İtalya'dan yeni gelmiş kaleci antrenörü Farioli'nin yardımcılığa yakıştırılmasıyla geçti.
Hocanın kendini atmaya çalıştığı Ocak ayına girerken dünya devi Galatasaray markası, benzerini hiç yaşamadığımız şekilde 9 maçta alınan 1 beraberlik, 10 kişilik ezeli rakibe yenilgi, 2. lig takımına elenme gibi birbirinden dramatik anlarla doluydu.
Hoca, yıllarca sevindirdiği milyonları şimdi kahrediyordu. Elmas, bu saha sonuçlarına rağmen Hocayla devam edebilir miydi?
Belki bir süre için evet. Kamuoyu 1'i dışında kalan 5'i son derece vasat oyunlarla geçen Avrupa Ligi'nde son 16'ya kalmak gibi vasatlığa ikna olmuş gibi görünüyordu.
Hoca bile ŞL hedefinden "makas açıldı" ifadeleriyle vazgeçmiş görünüyorken, Elmas "devamı" seçse makul karşılardım.
Diğer yandan, hocanın yönetilemezliği, GS seviyesindeki hiçbir kulüpte forma giymesi fiziksel olarak mümkün olmayan eski futbolcuları takıma alması, sene başında belirlenen nahif politikanın aksine fiillerle cezalar alıp takımı yardımcılarına bırakması ve belki bizim bilmediğimiz birçok olay karşısında tam tersini yapmayı seçti.
Hiç tanımadığım Torrent, başarısının çok az farkında olduğum Luis Campos ve yeni anlaşılan Pasquale ile birlikte Galatasaray'ın yönetimsel ilkelere daha uyar bir kurum olmaya başladığını görebiliyorum.
Çimlerin boyuna bile tek adamın karar verdiği bir organizmanın başarılı olması bugünün endüstri-futbol dünyasında zaten mümkün değil.
Fakat, Türkiye, global paradigmalardan çok uzak, kendi içine kapalı, tek başarının şampiyonluk, bağıranın, haklı sayıldığı benzersiz bir ülke.
Galatasaray gibi, ülkenin aydınlık yüzü, batıya açılan penceresi bir kulübe pek tabii kurumsal olmak yakışır.
Ali Koç'un 2. yılda pes ettiği vaadini Elmas yapabilecek mi?
Yaşayıp göreceğiz. Nasıldı o söz: Sonunu düşünen kahraman olamaz.