İçinde bulunduğumuz günler, Kurban Bayramı'nı da kapsayan hac mevsimidir.
Mekke’de Kâbe, Medine’de Mescid-i Nebevi, dünyanın dört bir tarafından gelen iman, muhabbet ve sadakat dolu nasipli gönüllerin kardeşleriyle, esirgeyip bağışlayan rableri ve merhamet elçisi olan peygamberleri huzurunda, bir kez daha buluşmalarına şahitlik edecektir.
Hac, mali ve bedeni bir ibadet olup İslâm’ın beş şartından biridir. Şartlarını taşıyan her Müslümana ömründe bir defa hac etmek Allah’ın emridir.
Osmanlı padişahlarının hiç biri, dini hassasiyet sahibi olmalarına rağmen, hac görevlerini yerine getirmemişlerdir.
Padişahlar bir tarafa şehzadeler de hacca gitme konusunda çok şanslı olmamışlardı.
“Genç” lakaplı Sultan II. Osman hacca gitme arzusu duymuşsa da onun bu yöndeki isteği gönül dünyasındaki tezahürü ile sınırlı kalmıştı. II. Beyazıt da şehzadeliğinde hacca niyetlenmiş ve hatta yola dahi çıkmışsa da babasının vefatı üzerine maneviyata uzanan yolculuğunu maddi gücün merkezine doğru değiştirmişti. Hanedan-ı l-i Osman’a mensup onlarca şehzade arasında Kâbe’ye ulaşmak ve Hazreti Peygamberin huzuruna çıkarak onu saygı ile selamlayıp teslimiyet arzında bulunmak, annesi ve hanımı ile birlikte, 1482 yılında Cem Sultan’a nasip olmuştu. Altı asırlık bir zaman diliminde Kâbe’yi ziyaret etmek bir başka şehzadenin kısmetinde yoktu.
Osmanlı padişahların hacca gidememelerinin temel nedeni öncelikle siyasî ve askerî sebeplere müstenitti. Yol güvenliği ve zaman meselesi belirleyici bir etkendi. Sözü edilen nedenler yolculuğa izin vermeyen fıkhî fetvaların da dayanağı olmuştu. İkinci Osman hacca gitme niyetini izhar ettiğinde kendisine ilk muhalefet eden en yakını, kayınpederi Şeyhülislam Esad Efendi olmuştu. “Padişahlara hac lazım değildir, oturup adaletle muamele etmek daha evladır…” demiş, fitneye fırsat vermemek gerektiğini fetvasına mesnet etmişti. İstese de hacca gitme imkânından mahrum olan ancak;
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlallah
Ezel Bezmi’nde dinmez bir figândım yâ Rasûlallah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallâh
...
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah
Halet-i ruhiyesinde günden güne bunalan Osmanlı padişahlarından bir kısmı, hac vazifesini, Kâbe hasretini ve peygamber muhabbetini Mekke ve Medine’yi ihya etmeye çalışmak, halkına ihsanlarda bulunmak, Haremeyn için tasarrufta bulunacak vakıflar tesis etmek suretiyle gidermeye çalışmışlardı. Diğer bir kısmı ise, Sultan I. Ahmet örneğinde olduğu gibi, içindeki vuslat hasretini ve muhabbet ateşini maddileştirmek suretiyle kâğıda dökmüşlerdi:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusul’ün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün
Osmanlı padişahları hacca gidememişlerse de, en azından bir kısmı, vekâlet vermek suretiyle hac vazifelerini yerine getirmeyi ihmal etmemişlerdi. Özellikle son dönem Osmanlı padişahlarının bu yöndeki tercihleri arşiv vesikalarında gayet açık bir surette görülebilmektedir. Bu anlamda Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz yahut Sultan II. Abdülhamid’i zikretmek mümkündür. Gerek Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz gerekse Sultan II. Abdülhamid kendi adlarına hac vazifesini ifa etmek üzere birer vekil tayin etmişlerdi.
Padişahlar adına hac vazifesini ifa edecek isimlerin seçimi de ihtimamla yapılmış ve özellikleri bulunan şahıslar arasından tercih edilmiştir. Hac yapmak üzere tayin edilecek vekil Mekke veya Medine’de ikamet eden kadı, müderris, hatip veya imam gibi ilmiye sınıfı mensuplarından olmalı, maddi makamlarının seçkinliği yanında züht ve takva sahibi olmak gibi manevi makamları da haiz bulunmalıydı.
Bu anlamda Sultan Abdülmecid adına hac farizasını yerine getirmek üzere tayin edilen isim Mekke-i Mükerreme Kadısı İmameddin Efendi olmuştu. Sultan Abdülaziz adına aynı görevi ifa etmek üzere tercih edilen kişi ise Medine'nin tanınmış âlimlerinden Müderris Ömer Zahit Efendiydi. Sonraki zamanlarda ise aynı vazife ile Zahit Efendinin oğullarına vekâlet verilmişti.
Herhangi bir padişahın kendi adına hac yapmak üzere bir veya birden fazla vekil tayin etmesi mümkün olabildiği gibi her yıl hac yapılmasını istemesi de mümkündü.
Yakın dönemin önemli padişahlarından biri olan II. Abdülhamid de yaklaşık 33 yıl saltanat sürmesine rağmen hacca gidememişti. Ancak sağlam bir itikat sahibi olan, beş vakit namazını kılan, Ramazan orucunu tutan ve genel olarak ibadetlerinde kusurlu olmamaya çalışan Sultan Abdülhamid 1897 yılında kendisi adına hac yapması için bir vekil tayin etmişti.
Sultan II. Abdülhamid adına hac yapmak üzere Mescid-i Nebevi imam hatibi merhum Mehmet Zahit Medeni’nin oğlu Ahmet Efendi tercih edilmişti. Ahmet Efendi, Sultan Abdülhamid adına vekâlet haccını, şartları ve kurallarını en güzel surette ifa etmek suretiyle vazifesini tamamlamıştı.
Ahmet Efendi kendisine verilen vekâlet gereği padişah adına hac vazifesini yerine getirdiğini 16 Mayıs 1897 tarihinde Mekke’de kadı/hâkim başkanlığında toplanan şer’i mahkeme huzurunda beyan etmiş ve ayrıca şahitler göstermişti. Şahitler de Ahmet Efendinin hac vazifesini kusursuz bir şekilde yerine getirdiğine şahit olduklarını ifade etmişlerdi.
Ahmet Efendinin beyanı ve şahitlerin şahadeti üzerine 1897 yılı hac mevsiminde Sultan Abdülhamid adına hac vazifesinin vekâleten yerine getirildiği hüccet-i şer’i ile tespiti ve tescil olunmuştu.
Mahkeme tarafından yazılan şer’i hüccette Ahmet Efendinin; Müslümanların sultanı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi, İslam mülkünün hamisi, Hazreti Peygamberin şeriatının müeyyidi, karaların ve denizlerin sultanı, Mekke ve Medine’nin hizmetkârı, merhum ve mebrur Sultan Mahmud’un oğlu olan merhum ve mebrur Sultan Abdülmecidin oğlu gazi Abdülhamid Han… adına hac vazifesini ifa etmek üzere ihrama girdiği, Arafat’ta vakfeye durduğu, Müzdelife’de bulunduğu, Mina’da şeytanı taşladığı… ve haccın sair şartlarını yerine getirdikten sonra tıraş olmak suretiyle ihramdan çıktığı ve padişah adına Allah’tan mağfiret ve hoşnutluk talebinde/duasında bulunduğu belirtilmiş ve bütün bu duruma şahit olanların şahadetleri dolayısıyla isimlerine yer verilmişti.
Hac mali ve bedeni bir ibadet olması ve şartlarını taşıyan kişi üzerine farziyet gerektirmesi nedeni ile hac yapmak üzere kendilerine vekâlet verilenlerin bütün masrafları ilgili padişahın Ceyb-i Hümayunundan yahut Hazine-i Hassa’dan yani kendi kesesinden karşılanmaktaydı.
Şehzadeliği ve veliahtlığı sırasında murakabeye tabi tutulan, İttihatçılar sayesinde tahta çıkınca da ileri yaşı ve hastalığına ilaveten siyaseten İstanbul’dan fazla uzaklaşması çok da uygun görülmeyen Sultan Reşat da hac görevini ifa edememişti. İktidarda bulunduğu sırada, Bursa, Edirne, Selanik, Üsküp, Priştine, Kosova ve Manastır’ı kapsayan üç haftalık bir Rumeli seyahati yapmışsa da bütün bunlar onun kendi tercihinden ziyade İttihatçıların cebri ile gerçekleşmişti.
Son dönemin oldukça tartışmalı ismi olan Sultan Vahdeddin gerek şehzadeliği gerekse oldukça kısa süren padişahlığı sırasında hac yapamamıştı. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bir kısım yerlerde bulunduktan sonra Şerif Hüseyin’in davetlisi olarak Mekke’ye gitti. Hac mevsimi de yaklaşmakta olduğunda haccını eda etme niyetindeydi. Ancak İngiliz etkisindeki Şerif Hüseyin’in Sultan Vahdettin’i Hicaz’a davetten maksadının Vahdettin’in de desteği ile halife olma maksatlı olduğu anlaşılınca Sultan Vahdettin Hicaz’dan haccedemeden ayrılmak zorunda kaldı.
İyi bir kütüphanesi olan, Fransızca kitaplar çalışma masasında eksik olmayan ve aynı zamanda “nu” tablolar çizecek kadar da liberal bir tavırla resme düşkünlük gösteren son halife Abdülmecid şehzadelik yıllarında Sultan Abdülhamid’in murakabesinden, veliahtlık yıllarında mevcut siyasi şartlar ve İttihatçı idarenin yaklaşımından ve nihayet güdümlü halifelik döneminde ise Ankara’nın tarassudunda kalmaktan hiçbir surete kurtulamadığından dolayı Kâbe’yi ziyarete imkân bulamamıştı.