Suriye ile normalleşmenin dinamikleri

Ceyhun Bozkurt oceyhunb@gmail.com

Her bir mücadele, içinde birden fazla denklemi ve aktörü barındırır. Örneğin 100 yıl önce, sadece Yunanistan ile değil, arkasındaki İngiltere ve diğer emperyalist güçlerle savaşmıştık. Ayrıca yine içeride de çok sayıda isyanı bastırmıştık. Çünkü savaşan güçler, her zaman aynı zamanda iç çelişmeleri de barındırmakta.

ABD’nin en derin stratejik akıllarından eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger da, 1973 yılındaki Arap-İsrail çatışmasında bu dinamiğe dikkat çekmişti: “1973’te savaşa dönüşen Ortadoğu krizinin pek çok bileşeni vardı: Arap-İsrail çatışması; ılımlı Araplarla radikal Araplar arasındaki ideolojik mücadele; ve süper güçler ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki rekabet. Bu bileşenlerin de birbirini besleyerek büyüyen farklı kökenleri bulunuyordu; birinin çözümüne diğerlerinin üstesinden gelinmeden ulaşılamıyordu.” (Henry Kissinger, “Kriz-İki Büyük Dış Politika Krizinin Anatomisi”, çeviren: Beyza Sümer Aydaş, ODTÜ Yayıncılık, 1. Baskı, Ekim 2004, s. 7)

2011 yılının Mart ayında önce toplumsal gösterilerle başlayan sonrasında da iç savaşa dönüşen Suriye krizinde benzer bir durum söz konusu. Merkezinde Suriye’nin olduğu savaşta, gerek küresel gerek bölgesel çok sayıda aktör sahaya giriş yaptı ve enerjiden güvenliğe çok sayıda başlık üzerinden çarpışmayı sürdürüyor. Bu aktörlerin desteklediği gerek silahsız gerekse de silahlı muhalif güçler, sahadaki görünen aktörler. Bir de üstüne var olan veya sonradan kurulan terör örgütlerinin varlığı, Suriye sahasını ve çevresini ateş çemberine itti.

Aktörlerin tutumlarını tek tek analiz ettiğimizde, bu alanın büyük bir küresel mücadelenin parçası olduğunu söyleyebiliriz.

Örneğin, Suriye, Doğu Akdeniz ve enerji denkleminin önemli bir parçası. İsrail’in Leviathan sahasında doğalgazı bulmasından tam 5 ay sonra 18 Aralık 2010 tarihinde Arap Baharı’nın fitili ateşlendi. Suriye de bu süreçte karıştı. Golan’da da petrol bulunması ve 2013 itibariyle denkleme dahil edilmesi oyunun büyüklüğünü artırdı. Yani İsrail’in Suriye ile ilgili “stratejik derinliği” sadece bu ülkenin güvenliği değil, petrol ve doğalgaz derinliğiyle de gündeme geldi.

ABD’nin Irak ve Suriye üzerinden kurmaya çalıştığı kukla devlet, bu kukla yapı üzerinden Basra’dan Doğu Akdeniz’e ulaştırmaya çalıştığı enerji koridoru, yine buradan bölge ülkelerini ve Avrasya coğrafyasını kontrol etme, bölme, parçalama, dizayn etme isteği bu denklemlerden bir başkası. Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, yakalandıktan sonra cezaevinde Saddam Hüseyin ile yaptığı görüşmede “kitle imha silahlarının Suriye'de gizlendiğini açıklaması durumunda serbest kalacağını” istemişti. Saddam bu teklifi reddetmişti. Yani Suriye’nin hedef seçilmesi Irak’ın işgaliyle eş zamanlıydı.

Bir başka aktör Rusya. Yıllarca Doğu Akdeniz’de bulunmanın yollarını aradı. Bu nedenle Türkiye ile Boğazlar gerilimi bile yaşadı. Suriye’deki savaşta ABD’nin saldırgan ve teröristleri destekleyen tutumu, Moskova’ya bu imkânı verdi ve Şam ile anlaşarak bu ülkede birer tane hava ve deniz üssü sahibi oldu.

Çok sayıda aktörü sayarız. Ülke olarak İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail vs.

Türkiye de silahlı muhalefete ve orada yaşayan Suriye Türklerine destek veriyor. Ayrıca terörle mücadele kapsamında Suriye coğrafyasında güç bulunduruyor.

Başta PYD/PKK olmak üzere çok sayıda terör örgütü de sahada.

Normalleşmenin önündeki bariyerler

Bu kadar çok aktörün olduğu ve yerleştiği bir sahada, yaklaşık 10 yıl önce kopan Ankara-Şam ilişkisini onarımı hiç kolay olmayacak. Bir kere bunu kabul etmek lazım. İki tarafın tokalaşmasının önünde ciddi bariyerler duruyor. Bu bariyerlere göz atacak olursak;

Bir dönem bu diyaloğun önündeki engellerden birinin Moskova olduğu belirtiliyordu. Bazı bilgiler de bu tezi destekliyordu. Ancak Ukrayna savaşı Rusya’nın bazı önceliklerini değiştirdi. Savaşta NATO’ya rağmen izlediğimiz dengeleyici politika da Rusya’nın nezdinde elimizi güçlendirdi. Normalleşme teklifinin Rusya’dan gelmesi, Rusya’yı bariyer kurma konusunda devre dışı bırakıyor.

ABD

Rusya’nın hem küresel hem de bölgedeki en büyük rakibi ABD’nin ciddi rahatsızlığı olduğu kesin. Olası bir normalleşmede ilk hedef, içinde Suriye’nin petrol yataklarının da olduğu ülkenin üçte birlik toprağını işgal eden PYD/PKK terör örgütü, yani ABD olacak. Washington’un bu diyaloğun önüne geçmek için her türlü provokasyon da dahil olmak üzere baskı unsurunu devreye sokacağını tahmin edebiliriz.

İsrail

Bir diğer bariyer olması muhtemel ülke İsrail. Her ne kadar onlarla da bir normalleşme süreci yaşasak da, Türkiye ile İsrail arasında bazı ciddi problemler varlığını sürdürüyor. Suriye ile sorunlarını aşmaya başlayacak olan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de eli güçlü olacak. Bunun ise hem Mavi Vatan politikamıza hem de enerji denklemindeki konumumuza katkısı çok fazla. Bu da Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde yer kapan ve Suriye iç savaşını fırsat bilerek Golan Tepeleri’ni gayri hukuki bir şekilde gasp eden Tel Aviv yönetimi, eski düşmanı Suriye’nin olası güçlenmesi sonrası yüzünü yeniden kendisine dönmesini istemeyecektir.

İran

Bir başka aktör İran… İran, en başından bu yana Irak-Suriye hattı üzerinden Lübnan’a uzanan bir Doğu Akdeniz stratejisi izledi. Bu koridor sayesinde ciddi etki alanı oluşturdu. Suriye iç savaşında da sahada çok sayıda silahlı vekil unsuru var. Olası Türkiye-Suriye normalleşmesinde İran’ın vekil unsurlarının provokasyonları gündeme gelebilir. Bu konuda uzun süre sonra olumlu anlamda ısınan Ankara ile Tahran arasındaki diyalog, olası provokasyonların önüne geçebilir. 19 Temmuz’da Tahran’daki Astana Üçlü Liderler Zirvesi’ndeki görüntü umut verici. Ama yine de ülkelerin çok da duygusal hareket etmediği, çıkarlarına göre hareket planı benimseyeceğini unutmamak lazım.

Ek olarak silahlı muhalefet unsurlarının tepkisi de önemli. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “rejim ile muhalefeti uzlaştırmak lazım” açıklaması sonrasında bazı grupların Türkiye’ye ve operasyon bölgelerinde oluşturulan kurum ve kuruluşlara karşı giriştikleri eylemler endişe vericiydi. Türkiye, en başından beri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararındaki siyasi çözüme yönelik yol yol haritasını savunmaya devam ediyor ve bu tutumundan geri adım atmış değil. Ancak Türk bayrağına alçakça saldırının da yer aldığı provokasyonda sanki Türkiye “teslim olun” demiş gibi hareket edildi. Bu durum da silahlı muhalefet içinde bazı istihbarat servislerinin uzantılarına karşı uyanık olunması gerektiğini gösteriyor.

İki ülke arasında da bariyer var

En önemli bariyerler ise iki ülke arasında. Deyim yerindeyse Soğuk Savaş dönemi ABD-Sovyetler ilişkisinden daha engebeli bariyer. Daha ilerisi diyorum, çünkü Soğuk Savaş’ın iki süper gücü, dünyayı hararetlendirdikleri o gerilimde dahi iletişimi hiç kesmemiş, en üst düzeyde iletişim kurmuştu. Ancak Türkiye ile Suriye arasında alttan yürüyen süreçler dışında siyasi diyalog yok. Oysa, Cumhurbaşkanı Erdoğan, olayların başlangıç sürecinde ABD’nin her türlü baskısına direnmiş, hatta İngiliz Financial Times’in 12 Ağustos 2011 tarihinde yazdığına göre, Beyaz Saray’ın Esad’a yönelik iktidarı bırakmaya çağrısının bile önüne geçmişti. Erdoğan, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaklaşımının tersine, Esad ile diyaloğu uzun süre devam ettirmişti. Bu diyaloglarda da Esad’a ısrarla “reform yap” tavsiyesinde bulunmuştu. Ancak o reformlar bir türlü gerçekleşmemiş sonunda da ülke iç savaşa sürüklenmişti.

Putin Soçi’de ne önerdi?

İki ülke arasında siyasi diyalog kurulması, 11 yıl sonra ilk kez zaman sırasıyla Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, MHP Lideri Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gibi üst düzey isimler tarafından dile getiriliyor. Buna Rus lider Putin’i de ekleyebiliriz. Hatta Rus uzmanların Soçi görüşmesinin perde arkasıyla ilgili şu iddiayı gündeme getirdiğini de aktaralım: “Putin, Soçi’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ‘Şam ile diyaloğu artır, PYD/PKK terör örgütünü hep beraber Suriye topraklarından silelim’ teklifi yaptı. Erdoğan sıcak baktı.”

İddia bu. Sonrasındaki gelişmeler de bu iddiayı doğrular nitelikte. Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov’un, Soçi görüşmesinden önceki şu açıklaması da iddiayı güçlendiriyor: “Türkiye’nin meşru güvenlik kaygıları var. Bunları kesinlikle dikkate alıyoruz. Fakat Suriye’de istikrarsızlığı artıracak ve ülkenin toprak bütünlüğüne zarar verecek hiçbir adım atılmaması çok önemli.”

Bu kadar zemin hazırken, bariyer nasıl oluyor?

Öncelikle psikolojik bariyer var. Yani ilk aşamada diyalog oluşturulacak. En kolay çözülecek de bu.

Şam’ın talepleri

Bir diğer ve belki de en zor bariyer iki tarafın sahadaki gerçekliği ve olası normalleşme süreci talepleri. Önce Şam yönetiminin taleplerine bakalım. Suriye’nin eski Ankara Büyükelçisi Nidal Kabalan’ın Sputnik’e yaptığı açıklamalarda, Şam yönetiminin bazı talepleri yer alıyor. Talepleri ve analizimizi maddeleyelim:

- Şam, Türkiye'nin terör örgütlerine verdiği desteği kesmesini isteyecek. Bu talep büyük sorun. Çünkü Türkiye’nin destek verdiği bir terör örgütlenmesi yok. Aksine, terör örgütlerinin saldırısına maruz kalan bir Türkiye var. “Terör örgütü”nden kasıt silahlı muhalif gruplar ise, bu da Suriye’de siyasi çözümün taraflarından birini terörist ilan etmekle eş değer. Muhalefetin içine sızmış, provokasyon, başı bozuk gruplarını ayrı tutabiliriz. Ama tüm muhalefeti bir çuvalın içine koymak olmaz.

- İdlib ve diğer iller, Bab el-Hava Sınır Kapısı ve Lazkiye'yi Halep'e bağlayan M4 karayolu ile Suriye'nin kuzeyi ve kuzeydoğusunun yeniden Suriye devletinin kontrolüne girmesini isteyecek. Abdullah Ağar’ın sosyal medyada yaptığı analizdeki gibi, bu alanlar Türkiye’nin olası terör örgütüne yönelik harekat alanları.

- Şam yönetimi, Ankara'dan silahlı güçlerini (yani Türk Silahlı Kuvvetleri’ni) Suriye topraklarından çekmesinin yanı sıra, desteklediği silahlı milislerini de (Suriye Milli Ordusu unsurları) Suriye’de bırakmamasını isteyecek. Birincisi, TSK terör bu ülkeden Türkiye’yi tehdit edemeyecek şekilde temizlenmeden çekilmez. İkincisi de SMO unsurları zaten Suriyelilerden oluşuyor. Neden ülkelerini bırakıp gitsinler?

- Şam, Türkiye’nin Batılı ülkelerle olan ilişkileri ve NATO üyesi olması nedeniyle birçok Suriye devlet kurumu ve şahsiyetine yönelik yaptırımların kaldırılmasına yardımcı olmasını isteyecek. Bu ilginç bir talep ama bu talebin gerçekleşmesi, yani Ankara’nın Şam’a destek için Batı’da diplomasi yürütmesi Şam’ın atacağı adımlara da bağlı.

Kabalan kalıcı çözüm için de; “ya Türkiye'nin yardımıyla yabancı teröristler Suriye’den çıkarılacak ve elleri kana bulaşmayanlar affedilecek ya da askeri bir çözüm ile İdlib ve diğer bölgelerde bu gruplar ortadan kaldırılacak” diyor. İdlib’te ve bölgede terör gruplarını sabırla, sivillere zarar vermeden, fincan dükkanına giren filler gibi ezmeye kalkmak, çok büyük boyutlu yeni sorunları getirecektir. Yani bu da (iyi niyetle kullanayım bu kelimeyi) ütopik.

Bunca sıkıntıya rağmen umut var mı? Elbette var.

Normalleşme/diyalog sorunların çözümünde katkı sunar mı? Kesinlikle sunar.

İki ülkenin sorunlarını adım adım çözmesi PYD/PKK terör örgütünü rahatsız eder mi? Şimdiden panikledikleri açık.

Peki çözüm ne?

Türkiye, Rusya ve İran’ın ağırlığını koyması, Şam’ın aklı selime gelmesi ve bölge ülkelerinin desteğiyle Suriye’de bütün Suriyelilerin çıkarına bir siyasi çözümün sağlanması. Bunun önünün açılması için de MHP lideri Bahçeli’nin dediği gibi, “Türkiye’nin Suriye ile görüşme düzeyini siyasi diyalog mertebesine çıkarması, bu çerçevede terör örgütlerinin yuvalandıkları her coğrafi alandan işbirliğiyle sökülüp atılması önümüzdeki siyasi gündem konularından birisi olmaya namzettir ve hatta ciddiyetle ele alınmaya değerdir”.

***

SAYIN ABDULLAH GÜL’E SORULARIM: İKİ SENATÖR İLE BASINA KAPALI NE GÖRÜŞTÜNÜZ?

Tarih: 9 Nisan 2012.

Yer: Cumhurbaşkanlığı Tarabya Köşkü.

ABD’nin şahin olarak bilinen iki senatörü, Yahudi kökenli Joe Lieberman ve John McCain (aynı zamanda eski ABD Savunma Bakanı), dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ziyaret etti.

Görüşme bir saat 10 dakika sürdü.

Detaylara ilişkin tek kelimelik bilgi paylaşımı yapılmadı.

İki senatör, İstanbul’dan sonra Suriye sınırına gitti.

Gazeteci olarak merak ediyorum ve (basın toplantısında olduğumu var sayarak) kamuya açık bir şekilde şu soruyu soruyorum:

Bu iki senatörle Suriye ile ilgili ne görüştünüz?

Bu görüşmeden sonra uzunca bir süre görev yaptığınız için etkiniz olduğu dönemin Dışişleri yönetimine Cumhurbaşkanı olarak tavsiyeleriniz oldu mu?

Tüm yazılarını göster