Arap yarımadası coğrafi farklılıkları yanında demografik olarak da çeşitlilik arz eder.
Yarımada tarihte, Yahudi’si, Hristiyan’ı, Müslüman’ı ve hatta inançsızları ile muhtelif kabilelerden oluşan bir nüfus kütlesine sahipti. Söz konusu kabileler, yaşam yerleri dikkate alınarak, Hicazlılar ve Necidliler şeklinde iki ana başlık altında toplanmaktaydı.
Yüzlerce kabileden oluşan yarımadada askeri ve siyasi gücü itibari ile özellikle son asırda öne çıkanlar ise Reşidiler ve Suudiler olmuştu.
Reşidiler ve Suudiler aynı milliyetten olmalarına ve aynı coğrafya üzerinde yaşamalarına rağmen siyasi olarak farklı temayüller sergilemekteydi.
Birbiri ile hiç geçinemeyen, bazen birinin ötekine, bazen diğerinin berikine galebe çaldığı bir askeri ve siyasi mücadele aralarında hep var ola gelmişti.
Varlıklarını daimi kılma ve askeri ve siyasi üstünlüklerini koruma arayışında olan bu iki kabile/emirlik on dokuzuncu ve yirminci asrın başlarında kendilerine birer hami edinmek sureti ile birbirlerine karşı tarihi mücadelelerini devam ettirdiler.
Arap yarımadası ve tabii olarak Hicaz bölgesi Osmanlı idaresi altındaydı. Reşidiler Osmanlı Devleti’ne bağlı bir siyasi politika izlemekteydi. İbni Suud ise İngilizlere temayül etmiş ve onlardan da destek görmüştü.
Reşidiler ve Suudilerin belki ortak yanı her ikisinin de yarımadada mutlak söz sahibi olma arayışı içerisinde bulunmalarıydı.
Suud ailesinin nihai hedefinde Arap yarımadasında nihai olarak büyük bir Arap Krallığı kurma fikri yer almaktaydı.
Gerçi İbni Suud’un bu hedefi sadece ona mahsus olarak da kalmamış ve kalmayacaktı. Şerif Hüseyin liderliğindeki Mekke Arapları yani Haşimiler de aynı amaç için çalışmış ve fakat bunu Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmek suretiyle gerçekleştirmeye kalkışmışlardı.
İbni Suud idaresinde arzu edilen büyük Arap krallığının kurulabilmesi ise o tarihlerde ancak Osmanlı idaresinin bölgede etkisiz hale getirilmesi veya ondan müsaade alınması ile mümkün olabilirdi. Abdülaziz bin Suud, Şerif Hüseyin’in tercihinin aksine, Büyük Arap Krallığı’nı Osmanlı Devleti ile karşı karşıya gelerek kurmak yerine onunla anlaşarak gerçekleştirmek istemişti.
Bu isteğin somutlaşmaya başladığı tarihlerde Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid vardı. Ve tabii ki neticeye ulaşabilmek için onunla bir şekilde anlaşmak gerekmekteydi.
Abdülaziz bin Suud arzusunu gerçekleştirmek üzere Sultan Abdülhamid’e, üzerinde Osmanlı bayrağı dalgalanmak ve yıllık belli bir vergi ödenmek şartıyla kendisinin tüm Arap Yarımadası’nın valisi olarak tayin edilmesini teklif etmeye karar vermişti. Bu maksatla Mesud bin Suvayla adlı şahsı teklifini Sultan Abdülhamid’e sunmak üzere İstanbul’a göndermişti.
Mesud bin Suvayla Basra’ya kadar gitmiş ve fakat o sırada İstanbul’da 31 Mart hadisesi gerçekleştiği için yola daha fazla devam edemeyerek tekrar Necid’e dönmüştü.
Abdülaziz bin Suud, belirtildiğine göre, Osmanlı Hükümeti’ne tabi olarak uzun bir süre valilik yapamayacak derecede hırslı biriydi. Gerek kendisi gerekse kendisine bağlı Arapların nihai hedefi şüphesiz ki tam bağımsızlıktı. Fakat o tarihlerde arzu edilen bağımsızlığı doğrudan elde etmek üzere başlatılması gereken hareketin gerektirdiği maddi olanaklar ellerinde mevcut değildi. Dolayısıyla da tabii bir hareketsizlik içerisinde olmaya mecbur kalmışlardı.
Birinci Dünya Savaşı bağımsız bir Arap Krallığı kurma yolunda hem İbni Suud ailesine hem de Şerif Hüseyin’e büyük bir fırsat sağladı.
İbni Suud, öteden beri yakın bir temas içinde olduğu İngilizlerle Birinci Dünya Savaşı sırasında uzlaşıp anlaştı. İngiliz Hükümeti’nden siyasi ve coğrafi güvence elde etti ve Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali ile birlik sağlayarak Osmanlı kuvvetlerine karşı saldırı başlattı.
Sadece Osmanlı kuvvetlerine karşı saldırıda bulunmakla kalmayan İbni Suud Osmanlı hükümeti ve kuvvetleri ile birlikte hareket eden İbni Reşid kuvvetlerine de saldırdı. Neticede 1924’te İbni Reşid ailesini ve idaresini bütünüyle tarihe intikal ettirdi.
İbn Suud kuvvetleri 1925'te Mekke'yi ele geçirdi. Bu vesile ile Şerifi Hüseyin bin Ali ve asırlara sâri iktidarına da sona verdi. Ve nihayet İbni Suud 1926'da Hicaz Kralı olarak taç giymeye hak kazandı.
1927'de bölgede otoritesini perçinleştiren İbni Suud idaresi İngiliz Hükümeti tarafından da hüsn-i kabul gördü.
Ancak İbn Suud elde ettiği bu başarılarla yetinmedi. 1927 yılı ve sonrasında Arabistan yarımadasının kontrolünü ele geçirmek maksadıyla bir dizi askeri operasyonlar icra etti. Nihayetinde Irak'ın bir kısmını işgale de muvaffak oldu.
1932 yılında gelindiğinde Arap Yarımadası’nın neredeyse tamamını İbni Suud hâkimiyeti altına girmişti.
İngiliz destekli bu başarılar neticesinde Necid ve Hicaz bölgelerinin de içinde bulunduğu bir coğrafya üzerinde bugünkü Suudi Arabistan Krallığı böylece tesis edildi.
İbni Suud idaresi dün her ne kadar Arap Yarımadası’nda büyük bir Arap Krallığı tesisi için çalışmış ve bunda muvaffakiyet gösterememişse de görünen o ki bu tarihi düşüncesinden hala vazgeçmemiştir.
Bugün Suudi Hükümeti’nin izlemiş olduğu dış politika; Körfez ülkeleri ile yürüttüğü işbirliği; Mısır Hükümeti ile sergilediği sıkı dayanışma; Yemen’deki askeri mevcudiyeti; Lübnan üzerindeki yönlendiriciliği; İsrail ile olan dirsek temasları; ABD ile olan dayanışması ve Türkiye ile alenen görünmeyen çatışması Suud ailesinin ve Suudi Hükümeti’nin Ortadoğu’da etkin bir devlet haline gelmeyi başarmak suretiyle, coğrafi olarak değilse de, siyasi olarak bir Büyük Arap Krallığı oluşturma arayışı içerisinde olduğuna işaret eder gibidir.