Her kazanç ve kayıp bir süreç yönetiminin sonucudur.
Süreci iyi yöneten kazanır, yönetemeyen kaybeder.
İstanbul seçimleri de öyle oldu.
23 Haziran seçiminin yasağı saat 19.15’de biter bitmez, Binali Yıldırım kameralar önüne çıktı ve kibarca “süreç bitmiştir” demeye getirdi.
Herkes gördü, kimse analizini yapmadı.
Halbuki zamanlama da mesajdır.
Kime? Kendi dava arkadaşlarına. “Yenilmeyi de bilmek lazım” dedi, gitti.
31 Mart’ta da Binali Bey bırakıp gidecekti, arkasından ittiler.
Önce.
Kazanana hakkını teslim etmek gerek.
Başkan İmamoğlu ve ekibi kutlanmalı. Altı aylık maratonu kazanarak tamamladılar.
Kazandılar çünkü;
İmamoğlu’nun enerjisi vardı.
Kazandılar çünkü;
O enerjiyi seçmenle buluşturan pozitif bir seçim kampanyası gerçekleştirdiler.
Kazandılar çünkü;
Üstten bakmayıp, kucaklayıcı olmayı başardılar.
Yıllarca, seçim kazanan Batılı siyasetçilerin zafer konuşmalarında kampanya ekibine teşekkürlerini gıptayla izlerdim.
Nihayet. Bizde de oldu. İmamoğlu konuşmasında, kampanya direktörü başta olmak üzere ekibine teşekkür etti.
Zaferin siyasetçilere, kaybetmenin kampanya ekibine yazılmasına alışmıştık.
İmamoğlu’nun siyasi yürüyüşü daha yeni başlıyor.
Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi yürüyüşünde neler oluyor?
İstanbul seçimlerinin yenilenmesi için gösterilen çaba, AK Parti’yi yüzde 51’le yola çıkarmıştı.
Süreç yönetimindeki başarısızlıklar rüzgârı tersine çevirdi.
Bu konudaki en güzel saptamayı ANAR’dan İbrahim Uslu yaptı: “AK Parti seçim kampanyasında tesadüfen bile doğru bir şey yapmadı.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın çevresindeki ekipte ciddi sorunlar olduğu konusunda fikir birliği var. Değişen bir şey yok.
1 Nisan’da bu köşede şöyle yazmıştım:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan ekibiyle birlikte;
Kendisinin bu kadar yorulmasına karşılık aldığı sonuç arasındaki farkın nedenleri üzerinde,
Yerel aday belirlerken ‘ben kimi istersem’ yerine, ‘seçmen kimi isterse’ kriterinden neden vazgeçtiği üzerinde,
Kampanya dili ve mesajları üzerinde,
Özgüvenini kaybetmiş görüntüsü veren iletişim yöntemi üzerinde” düşünmeli demiştim.
Gördük ki, zerre düşünülmemiş.
7 Nisan’da da yazmıştım:
“Eğer siz, tıpkı bir Yeşilçam filmindeki gibi, başrol kadınını, başrol adamına devamlı kötülerseniz, kötü olana aşkı da büyütürsünüz.”
15 Nisan’da sorular sıralamış, “özeleştiri raporlarında o soruların cevapları yoksa ciddiye almayın” demiştim.
Yokmuş.
31 Mart sonrası AK Parti’de kimse şapkasını önüne koyup düşünmemiş, korkarım şapka kayıp.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “seçim tekrarlanırsa kazanırız” fikrini kim empoze ettiyse şapkayı kaybeden odur.
Şapka kaybolmasaydı süreçte şu hatalar da yapılmazdı;
Bir, Cumhurbaşkanının etrafında “evet efendim”ciler değil, eleştirenler olurdu.
(Erol Olçok’un yokluğu da bu işlev çerçevesinde önemlidir.)
İki, “bedelli askerlik” yasasının, zenginlerin ve yoksulların çocukları ayrımı algısı oluşturmasının seçmendeki karşılığı hesaba katılırdı.
Üç, enerjik olanla yorgun olanın, genç olanla yaşlı olanın, istekli olanla isteksiz olanın kıyaslanacağını ve bu kıyaslamadan kayıpla çıkılacağını bile bile televizyon tartışmasına çıkılmazdı.
(Sanırım bunun bir intihar olacağını da yazmıştım, işte oldu.)
Dört, seçime birkaç gün kala Öcalan’ların devreye sokulmasına yol açılmazdı.
Beş, İmamoğlu’nun valiye “it” dediği sorunsalı gündemde tutulmazdı. Bizim insanımız, Osmanlı’dan bu yana valilerden hazzetmez.
Altı, “gönül belediyeciliği” diyerek yola çıkıp, gönül kazanmak yerine rakibi suçlamayla yola devam edilmezdi.
Yedi, “Pontus” yakıştırması krizi ortaya çıkmazdı.
Sekiz, bir zarftan çıkan dört oyu birden iptal ettirmek yerine birini iptal ettirmenin açıklanamayacağı bilinirdi.
Dokuz, kabine üyesi bakanlar arasında bir karmaşa görüntüsü verilmezdi.
On, kendi medyasındaki gazeteci ve entelektüel çıkmazının batağına düşülmezdi.
Sonuçta;
Yeni başlayan süreçte, Türkiye’nin kazanacağı politikalar ve kararlar, kişilerin egolarından kurtularak sağlanabilir. Sağlanmalıdır.
BENCE
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerinde olsam iki kişiyi baş danışman yapardım.
Biri Binali Yıldırım. Son birkaç ayda nelerin yapılmaması gerektiği konusunda acayip deneyim kazandı.
Diğeri, seçim gecesi TGRT’de analizlerini dinlediğim gazeteci Atilla Güner. O kadar doğru tespitleri vardı ki, yarısı sahiplenilse büyük iş.
HA BİRİ HA ÖBÜRÜ
Fatih Terim futbolda neyse Ergin Ataman basketbolda odur.
Sıralayayım;
Bir, ego ikisinin de kulaklarından fışkırıyor.
İki, ego ikisinin de benliğini esir almış, kemiriyor.
Üç, ikisi de Galatasaray’a başkan olmak istiyor. İşte buraya yazıyorum, Terim daha sinsi olduğundan başkanlığa daha yakın.
Dört, ikisi de Allah için çok çalışkan.
Beş, ikisinin de son derece itici iletişim tarzları var, başarıları öne çıktığı için göze batmıyor.
AKLIMDA KALAN
Seçimlere medyanın koyduğu çerçeve: Yine aynı şey oldu. Sezen Aksu, Cem Yılmaz oy verince Türkiye de oy vermiş oldu. Sadece iki parti seçime girdi sandık, diğerlerinin ana yemek yanındaki garnitür olduğunu gördük. Toplumsal
cinsiyet sorunumuzu Didem Arslan Yılmaz’ın moderatör olup olmayışına bağladık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ahmet Hakan’la barışınca medya sorunumuz çözüldü dedik. İsmail Küçükkaya’nın, Ekrem İmamoğlu ile otelde görüşmesini
medyamızın tek etik sorunu haline getirdik. Toplumun seks çıkmazını, Fatih Altaylı’nın “İnterneti bedava yapacağınıza seks sitelerini serbest bırakın, millet elektrik direğine tecavüz ediyor” cümlesiyle özetledik. Daha ne olsun.