Televizyonda haberdi, ayakkabılarını tamir ettirenlerin sayısı artmış.
Gazeteye göre, otomobil tamirciliğinde yeni parçayla değiştirmek yerine, bozuk parçanın tamir talebi yükselmiş.
Haberlerde vurgu “ekonomi” üzerine.
Ekonomi davranışları değiştiriyorsa, planların da değişmesi gerekmiyor mu?
Aynı anda “kullan at” yaklaşımına, “tek kullanımlık” malzemeye ilgi artışına ne diyeceğiz?
Tüketim davranışıyla insan ilişkilerine dönük davranışlar arasında bir bağ kurmak ve çıkarımlarda bulunmak zorundayız.
Davranışa dair küresel modeller Türkiye’de nadiren karşılık bulur.
Son çeyrek yüzyılda, “kullan at” ve “tek kullanımlık” yükselişi Batı politikalarında sonuca yansıdı, Türkiye’de yansımadı.
Batıda pek çok siyasetçinin iktidarı geldi ve geçti, bizde geçmedi.
Aynı “siyasi ürün”le 20 yıldır beraberiz.
Biz, teknolojiyi yakından izleyerek dünyaya bağlanıyoruz ama davranışta ayrışıyoruz (mu?).
Cevabı sosyologlar versin.
Yazar bir akademisyen olunca, hayata da bir laboratuvar gibi bakar.
Oradan görülen şu; Cumhur İttifakı da Millet İttifakı da ilişki tamiri işine girmemiş.
Ne teşkilât içinde ne de seçmenle ilişki tamiri diye bir anlayış var.
1960 model kafalarında (çoğunun doğum tarihi o civarda) “ne söyleyelim” kaygısı var, “seçmenin güven tesisi için ne yapmalıyım” sorusu yok.
Bir başkasıyla iletişimin/ ilişkinin tamiri deyince, bizim milletin ya eli ayağına dolanıyor ya da egosu tavan yapıyor.
Yeni ilişkiler kurabilmenin yolu, mevcut ilişkilerin tamirinden geçer halbuki.
Mevcut ilişkilerin tamiri de kendi iç dünyanın tamirini gerektirir.
Ve fakat.
Telefonumuzun bozulmasına kafa taktığımız kadar bozuk ilişkilerimize kafa takmıyoruz.
Hayatımızın ne kadar kırık dökük ya da düzgün olduğu, ilişkilerimizin dökümünü yaparak ortaya konabilir.
Her şeyi çöpe atsak da hiç atamayacağımız bir şeyimiz hep vardır, ya anısı olan bir eşya ya da içinde gömülmek istediğimiz bir giysi.
Onları tamir ettirir, hayatımızda tutarız.
Sözün özü, dünyayı, ülkenizi ya da başkalarını kurtarmaya niyetlenmeden önce ilişkilerinizi tamir etmeye bakın.
Etrafta kırıp döken çok, tamir eden yok.
Sökükleri dikmeden, yama yapmadan hayatın anlamı da değeri de artmaz.
GÜRÜLTÜ, GÖRGÜSÜZLÜĞÜN İŞARETİDİR
Sohbet ettikleri sırada, mekânın sahibinin “sessiz olun” uyarısına kızan emekli polis iki kişiyi öldürdü.
Demet Akalın’ın kocası restoranda düğün yapınca, gürültüden isyan eden komşu işletmeci çözümü popçunun kocasını rehin almakta bulmuş.
Parası çok, işi az Çankaya Belediyesi, semt arasındaki parkta dev ses sistemleriyle konser organize ediyor.
Arabasının müziğini ve kapılarını açarak son ses müzik dinleyenleri gürültüleri nedeniyle şikâyetten, semt parkından polis arabaları eksik olmuyor.
Her tür mekânda “yan masayı rahatsız ediyor muyum” kaygısı taşımaksızın üst perdeden konuşan öküzler bolluğu yaşıyoruz.
Cep telefonuyla her mekânda, babasının evindeymiş gibi bağıra bağıra konuşanları şikâyet edecek olsak, bize “hasta” derler.
Trafikte, sarıdan yeşile geçerken klaksona basan “hasta” sayısı az değil.
Çocuğuna “ablaya teşekkür et” diyen, “yüksek sesle konuşma” terbiyesini akıl etmiyor.
Gürültünün görgüyle, görgünün medeniyetle mutlak ve yakından bir ilişkisi var.
ZORU BAŞARMIŞLAR, KOLAYI KALMIŞ
Hafta sonu Eskişehir’e gittik. Proje toplantımız vardı. Yol üzerinde “Sürel Grup”un fabrikası olduğunu öğrendik.
Malum soba alacağım ya, uğrayalım dedik.
Telefonlaştık, uğradık.
Soba dediğin şey iki demir iki teneke, onu da iki usta yapıyordur sanırken dev bir fabrikayla karşılaştık.
Döküm soba da yapıyorlar, mutfak malzemeleri de. Birçok yabancı marka için ihracat da yapılıyor.
Şaşırdık.
Ağır sanayide 150 kadının çalıştığını görünce şaşkınlığımız arttı.
Böylesi dev bir fabrikayı kurmak dünyanın en zor işlerindendir, başarmışlar.
Biz “marka yönetimi”nde “önce iş/ürün iyi olacak zor olan o, sonra marka yapmak kolay” deriz.
Onlar zor kısmını yapmışlar.
MEKÂN MODERN PEKİ YA KAFA?
Eskişehir’e gitmişken Odunpazarı Modern Müzesi’ni (OMM) gezmeden olmazdı.
Müze mimarisiyle, içeriğiyle Eskişehir’i Avrupa’nın orta yerine taşımış.
Modern sanatla aram iyi değildir. O yüzden eserlerden çok Müze’nin iletişim şekliyle ilgilendim.
“Kasa” adlı video yerleştirme karşısındaki basamaklara ziyaretçilerin oturması yasak. Neden?
Esere gösterilen ilginin süresi, eserin değerini artırmaz mı?
Uffizi’de “David”in karşısında yere oturup saatlerce seyreden biri olarak soruyorum bunu.
OMM’un mağaza kısmı da “modern” kavramının epeyce altında, sıradan objelerle doluydu.
Madem durum yeni, kafa da yenilensin.
BİR BEN MİYİM?
Bir, birkaç kişi kadını kaçırıyor, işkence ediyorlar. Üzerine kaynar su döküyorlar sonra da yakıyorlar.
Bu tür vahşetlerin öznelerine “ruh hastası” demek yerine “suçlu” denmesine siniri bozulan bir ben miyim?
İki, Diyarbakır’da 15 çocuğu taciz etmekle suçlanan öğretmenin görevden uzaklaştırılması yerine, görev yerinin değiştirilmesine öfkelenen bir ben miyim?
Üç, ilk hafta dersleri yaptık. Öğrencilerin çoğunluğu sınıftaydı. Ders tartışmalarına katılırken istekliydiler.
Yüz yüze eğitimi özlemişlerdi. Buna rağmen ODTÜ gibi bir üniversitenin online eğitimde ısrar etmesini anlamakta güçlük çeken bir ben miyim?
Dört, ODTÜ yönetiminin web ortamında “kampüse bekliyoruz” açıklaması yapıp, öğrenciye “online” demeyi anlaşılmaz bulan da bir ben miyim?
Beş, egosunun geldiği saçma düzeyi epeyce eleştirdiğim Yılmaz Erdoğan, son zamanlarda daha mütevazı bir adam olmaya başladı.
Hürriyet’teki söyleşisinde “Artık kızmayan halimi daha çok seviyorum. Daha tatlıyım” diyor.
Kendim için “daha tatlıyım” ifadesini kullanamam ama eskiye göre daha az kızıp daha az kafayı takıyorum.
Yaş ilerledikçe aksilikleri daha az sorun eden bir ben miyim?
Altı, yeni dönem dizi oyuncuları Alina Boz, İlayda Alişan, Miray Daner üçlüsünü birbirleriyle karıştıran, hangisi kimdi hiç anlamayan bir ben miyim?
Yedi, Galatasaray Genel Kurulu’nda önceki başkanın mali yönden kıl payı ibrası ve de idari yönden ibra edilmemesi üzücü.
Kanserle mücadele eden, başkanlığı sırasında da çok yerinde açıklamalarıyla taraftarın sevgisini kazanan Mustafa Cengiz’e ayıp edildiğini düşünen bir ben miyim?
“BİR GÜN BENİ ARZULARSAN GEL”
Başlıktaki şarkıyı geçmişte Banu Alkan söylemiş, şimdi Nilipek söylüyor.
Hiç duymamıştım.
Nilipek’in şarkı söyleme şeklini, sakinliğini seviyorum. Yeni ne yaparsa mutlaka dinlerim. Seversem arabamın listesine alırım, sevmezsem geçerim.
İşin içinde Banu Alkan olunca nasılsa sevmem diye şarkıya biraz kenardan takıldım ama Nilipek modelini çok sevdim.
Banu Alkan nasıl söylemiş ki merakıyla dönüp onun klibine de baktım.
Onun klibinde kaba bir erotizm var, Nilipek sanki ona gönderme olsun diye mutfakta aşçı bir delikanlıya garip hareketler yaptırıyor.
İkisinin klibi de fena.
Afrodit’imizde ses olmayınca ritim başrolde, Nilipek’te sakinlik.
Banu Alkan şarkısı buram buram şuhluk içeriyor, Nilipek sadelik.
Banu Alkan’ın “Bir gün beni arzularsan gel”ini dinlerken aşk değil seks ağır basıyor, Nilipek’te özlem.
Gözden kaçan şarkıları demlekte Nilipek üzerine yok.
ÜZÜLÜYORUM ALİ KOÇ’A
Fenerbahçe, Trabzonspor’a 3-1 yenilince Başkan Ali Koç açmış ağzını yummuş gözünü.
Bir yöneticinin üzülmesini anlarım. Üzülünce iç dökmesini de anlarım.
Ve fakat. Kendini kaybetmesini anlamam.
Benim büyük takım, küçük takım ayrımım yenilgiyi nasıl açıkladığıyla ilgilidir.
Büyük takım maçı hakemin niyetine bırakmaz, yenilince özeleştiri yapar.
Elbette Türkiye’de hakem sistemi Federasyon’dan itibaren sorunlu. Maçların sonuçları hep tartışmalı.
Ancak. Ali Koç’un Fenerbahçe taraftarını ayaklanmaya çağırması büyük hata. Acizlik işareti.
“Bu düzeni yıkacağız” ifadesi skandal, tam savcılık.
Merkez Hakem Komitesi’ni tehdidini saymıyorum bile.
AKLIMDA KALAN
Çocuklara “izleme”, anne babalara “izletme” denmesi: Oyuncu Bergüzar Korel yeni moda dizi “Squid Game” için anne babalara seslenmiş, “Çocuklarınıza bu diziyi izletmeyin” demiş. Haklı mı? Haklı. Ve fakat uygulanabilirliği yok. Bir çocuk söylenene bakmaz, yapılana bakar. Dahası, bir insana hele de bir çocuğa emir kipi kullanılmaz. “Yapma,” “etme” dedikçe yapıp etmesine, yasak olanın cazip olmasına yol açarsınız.