Tarih tekerrür ediyor ama muhalefet ders almıyor!

Koskoca Osmanlı böyle uçup, gitti... Murat Bardakçı: Muhalefetin politikası 1900’lerin ilk senelerinde kalmış vaziyette! Tek bir hedefleri var, Tayyip Erdoğan’ın işbaşından gitmesi! O hele bir gitsin de ne olacağı Allah kerim; ama bir gitsin!"

Habertürk yazarı Murat Bardakçı, Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde devleti ayakta tutmak için yoğun çaba harcayan Abdülhamid'in iktidardan devriliş sürecini bugün köşesine taşıdı.

Abdülhamid'in yerine darbeyle yönetime gelen İttihad ve Terakki Partisi'nin Osmanlı'yı felakete sürüklediğini anlatan Bardakçı, o günlerde "Abdülhamid gitsin" diyenlerle, bugün "Erdoğan gitsin" diyenleri aynı kefeye koydu.

Türkiye'nin şu an Osmanlı'nın çöküş dönemine oranla çok daha güçlü olduğunu vurgulayan Bardakçı, "Memleket şimdi böyle ama muhalefetin politikası 1900’lerin ilk senelerinde kalmış vaziyette! Tek bir hedefleri var, Tayyip Erdoğan’ın işbaşından gitmesi! O hele bir gitsin de ne olacağı Allah kerim; ama bir gitsin!" ifadelerini kullandı.

Bardakçı "Muhalefet ve Abdülhamid’i devirmek" başlıklı yazısında şu ifadeleri kullandı;

"1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânından önceki senelerde, muhaliflerin tek bir hedefi vardı: İkinci Abdülhamid’i devirmek...

İçeride gizliden gizliye birşeyler yapmaya çalışanlar mevcuttu ama asıl muhalefet dışarıda idi, Avrupa başkentlerinde faaliyet gösteriyordu...

Önce, Abdülhamid devrinden ve o zamanın muhalefetinden bahsedeyim:

Sultan Abdülhamid bizde hâlâ ifrat-tefrit hudutlarının arasında değerlendirilir, yani bir kesimin gözüne “ulu hakan”, diğerlerine göre ise “kızıl sultan”dır; 33 sene devam eden iktidarı bugün bir çevre tarafından “Türkiye’nin en güçlü olduğu seneler” olarak gösterilmeye çalışılır ve hükümdarın “tek karış toprak bile kaybetmediği” iddia edilir ama gerçekler başkadır.

Abdülhamid devletin en zayıf ve en buhranlı olduğu döneminin hükümdarıdır, iktidar senelerinde büyük sıkıntılar ve toprak kayıpları yaşanmıştır ama felâketlerin tek sorumlusu tabii ki tek başına o değildir. İmparatorluk zaten zangırdamaktadır; çöküş döneminde tahta çıkan Abdülhamid çareyi baskı ve tavizde görmüş ama felâketler birbirini takip etmiştir.

31 Ağustos 1876’da bir darbe ile işbaşına gelen Sultan Abdülhamid’in iktidarı birkaç ay sonra girilen “93 Harbi”nde, yani Rus Savaşı’nda uğradığımız yenilginin ve Rus ordusunun Yeşilköy’e kadar gelmesinin ardından 3 Mart 1878’de imzaladığımız Ayastefanos Anlaşması ile gölgelenecekti...

Ayestafanos’un şartları Berlin’de toplanan ve 13 Temmuz’da imzalanan bir diğer anlaşma ile hafifletildi ama bugünkü Bulgaristan’ın bir bölümü prenslik oldu, Bosna-Hersek vilâyeti Avusturya-Macaristan’ın işgaline terkedildi; Romanya, Karadağ ve Sırbistan bağımsızlıklarını elde etti, Niş ve etrafı Sırbistan’a, Antivari kasabası da Karadağ’a bırakıldı, Besarabya’nın yanısıra Kars, Ardahan, Batum ve Artvin sancakları Rusya’ya verildi, yani imparatorluk geniş arazi ve nüfus kaybetti!

Toprak kayıpları sonraki senelerde de devam etti. Tunus 1881 Mayıs’ında Fransa’nın oldu, o senenin 2 Temmuz’unda koskoca Teselya bölgesi ile Narda kazası Yunanistan’a terkedildi, Mısır 1882’de İngiliz işgaline uğradı ve sadece kâğıt üzerinde Türk toprağı olarak kaldı, Doğu Trakya da 18 Eylül 1885’te Bulgaristan ile birleşti... 18 Aralık 1897’de Girit’e muhtariyet verildi ve Girit meselesi adanın Yunanistan’a bağlandığı 1908’e kadar imparatorluğun en büyük dertlerinden birini teşkil etti. Kıbrıs da İngiltere’ye kiralandı. Üstelik, Avrupa ile Rusya’nın artık hemen her bahane ile karışmayı ve kaşımayı âdet halinde getireceği bir de Ermeni derdi başlamış, Osmanlı İmparatorluğu’nun o senelerde dağılması da, Rus yayılmasına karşı İngiltere’nin verdiği destek ile önlenebilmişti.

O seneler hem devlet, hem de halk için sıkıntılı, dertlerle dolu ve hattâ nefes almanın bile zor olduğu bir devirdi. Sadrazamlar bile hükümdarın korkusundan bazen yabancı elçiliklere sığınıyorlardı, halk fakirdi, imparatorluk dışarıya karşı acz içerisinde ama içeride baskıcıydı, malî ve siyasî bakımlardan yarı sömürge halindeydi. Maliye berbat, hazine tamtakırdı. Askerin ve memurun maaşı zamanında ödenememekteydi.
Asırlar öncesinden gelen kapitülasyonların üzerine bir de senelerin getirdiği borç yükü ilâve edilince Abdülhamid’in 20 Aralık 1881’de yayınladığı meşhur “Muharrem Kararnamesi” ile iflâsımızı ilân ettik, ardından Düyûn-ı Umûmiye derdi geldi ve en önemli gelir kaynaklarımızın idaresi Düyûn-ı Umûmiye’ye devredildi. Millî sermaye ve yatırım yoktu ama kapitülasyonlara ilâve olarak bir de imtiyaz derdi mevcuttu; demiryollarının, deniz nakliyatının ve madenlerden bazılarının imtiyazı yabancılara verilmişti. Hazine tamtakır olduğu için maliye nâzırları maaş ödeyebilmek için Düyûn-ı Umûmiye’den borç talebinde bulunmakta, hattâ maliyenin başveznedarı Galata bankerlerini dolaşıp yüksek faizle borç istemekte idi.

Avrupa’nın bitmeyen taleplerini zamana bırakmak ama çok sıkıştırdıkları anlarda derhal taviz vermek, sarayın alışılmış politikasıydı. Dolayısı ile uluslararası alanda sistemli bir dış politika değil, sadece günü kurtarma çabası hâkimdi ama bu iş bile tam bir teslimiyetle yapılmaktaydı.

KURUCU NESİL, ABDÜLHAMİD GENÇLİĞİDİR

Abdülhamid’in iktidar dönemi Mustafa Kemal’in, Enver Paşa’nın ve onunla yaşıt olan, sonraki senelerde imparatorluğun kaderinde ve ardından da cumhuriyetin kuruluşunda önemli roller oynamış isimlerin yetiştikleri dönemdir ve yakın çevresindekilerin haricinde talebesinden alt rütbelerdeki subayına ve entellektüeline kadar hemen herkes hükümdara muhaliftir.

Meselâ, ileriki senelerde imparatorluğun en güçlü adamı olan Enver Paşa, hatıralarında askerî okuldaki öğrencilik zamanından bahsederken “...Soba başında toplandığımız istirahat zamanlarında hükümetin aczinden; mutlakiyet idaresinin, özellikle de Sultan Hamid’in fenalığından bahsederdik. ...Bu hâin herif, istese bir anda her şeyi yapar; memleketi bahtiyar eder; etrafındaki alçakları dağıtır; hem memleket, millet bahtiyar olur, hem kendisi, diyordum. Fakat bu adamın senelerden beri kan içmeye alışmış olduğunu ve insanın alışkanlığından vazgeçemeyeceğini düşündükçe, şahsına karşı fevkalâde bir düşmanlık hissediyor ve vücûdunun ortadan kalkmasının en iyi çâre olacağını düşünüyordum…” diyordu. Ama, gecelerin birinde Fizan’a yahut imparatorluğun bir başka uzak ve ücra köşesine sürülüvermek korkusu; istikbal, aile ve meslek endişesi seslerin yükselmesini engelliyordu. Açık muhalefet sadece Avrupa’daki Jöntürkler’den geliyordu.

Abdülhamid’in idaresi Mehmed Âkif’i bile isyan ettirecek ve bir şiirinde hükümdardan “Yıldız’daki baykuş” diye bahsedecekti!

Yukarıda da söyledim, bütün bu dertlerin ve felâketlerin sorumlusu olarak sadece Abdülhamid’i göstermek gayet yanlış olur, zira imparatorluk zaten çökmek üzere idi. Sultan Abdülhamid çöküşü geciktirebilmek için elinden geleni yapmış ama genellikle tavizden medet ummuş ve devrilmesinde baskıcı idaresinin getirdiği nefret önemli rol oynamıştı!

NİHAYET DEVİRDİLER AMA SONRASI?

Devlet bu halde, muhalefet ise fikir perişanlığı içerisinde idi. Bütün bu dertlere son verebilecek ciddî çareler düşünmüyor, Abdülhamid’i devirebildikleri takdirde herşeyin düzeleceğine inanıyorlardı...

Sultan Abdülhamid, 1908 Temmuz’unda Meşrutiyet’i yeniden ilâna mecbur kaldı, ertesi sene çıkan 31 Mart isyanının bastırılmasının ardından da 27 Nisan 1909’da tahtından indirildi ve yerini kukla bir hükümdar, kardeşi Sultan Reşad aldı.

Muhalefetin hayali artık hakikat olmuş, Abdülhamid gitmişti!

İttihad ve Terakki memlekete yavaş yavaş hakim olmaya başlarken İstanbul’daki belirsizlik imparatorluğun dört bir yanına sıçradı.

Arnavutluk ayaklandı, Girit Meclisi Yunanistan’a sadakatini duyurdu ve Balkanlar’da bağımsızlık hareketleri daha da arttı.

Bütün bu tatsızlıklar içerisinde 1911’e gelindi ve o senenin Ekim’inde İtalya birdenbire Libya’yı işgal ediverdi. Artık sık sık hükümetler değişmekte, sadrazamlar yani başbakanlar birbirini takip etmekteydi.

Hergün bir başka yenilginin haberi geliyor, hayat gittikçe pahalılaşıyor ve hemen her an darbe bekleniyordu.

Kabinelerde temsil edilmeyen partiler hükümetleri yıpratmak için ellerinden geleni yaptılar, derken bakanlık yapan eski başbakanlar birbirlerine girdi. İstanbul’daki bu didişmeler sırasında üstüne üstlük bir de Balkan savaşı patladı, Rumeli olduğu gibi elimizden çıktı, bu arada Libya’yı da kaybettik Sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın işbaşına gelmesinden üç ay sekiz gün sonra, 29 Ekim 1912’de istifasının üzerinden iki ay geçmişti ki, İttihadçılar Babıali’yi basıp işbaşına geldiler; İttihad ve Terakki Partisi devletin tek sahibi oldu, Türkiye’de Abdülhamid’e rahmet okutacak bir baskı rejimi başladı, muhalifler ya öldürüldüler yahut gemilere doldurulup sürgüne yollandılar, arkasından durup dururken Birinci Dünya Savaşı’na girdik...

Sonrası ise mâlum: Koskoca imparatorluk uçtu, gitti!

MUHALEFET BUGÜN DE AYNI!

Bugün Abdülhamid zamanındaki zayıf, çaresiz, güçsüz ve devamlı şekilde toprak kaybeden Türkiye değiliz; ortada güçlenen, kalkınan, kendi silâhını kendisi yapmaya başlamış ve etrafında olup bitenlere karşı kararlı güç hâline gelmiş yeni bir Türkiye var...

Memleket şimdi böyle ama muhalefetin politikası 1900’lerin ilk senelerinde kalmış vaziyette! Tek bir hedefleri var, Tayyip Erdoğan’ın işbaşından gitmesi! O hele bir gitsin de ne olacağı Allah kerim; ama bir gitsin!

Hemen her gün ekranlara çıkan ve demeç üstüne demeç veren muhalif partilerin liderlerinden, sözcülerinden ve mensuplarından memleketin sıkıntılarına devâ olabilecek tek bir çözüm bilmem işittiniz mi?

Ben işitmedim!

Tek söyledikleri, Tayyip Erdoğan’ın gitmesi gerektiği! O gittikten sonra bütün dertler bitecek, memleket güllük gülistan olacak, demokrasi gelecek, kalkınmada ilk on ülkenin arasına gireceğiz, uzaya çıkacağız, Mars’a gideceğiz, Jüpiter’de de koloni kurup bayrağımızı dalgalandıracağız ama hele bir gitsin!

Muhalefetimiz 2022’de yüz yirmi küsur sene öncesini, yani 1900’leri yaşıyor! Geçmişin tek sloganı olan “Gitsiiiiin!” haykırışları bugün de yükseliyor ama gittiği takdirde ne yapılacak, ne edilecek, sıkıntılara karşı ne tedbirler alınacak, bunlar hakkında tek söz eden yok!

Geçen yüzyılda yaşanan felâketleri hatırlayıp ders almadığımız, sadece “Gönderme” fikrine takılıp kaldığımız ve “Hele bir başa geçelim, gerisini sonra düşünürüz” saplantısı ile ortaya yeni birşey koyamadığımız takdirde, o felâketler her daim yakamızda olurlar!"

YAZININ TAMAMI İÇİN...

İsrail: "Hizbullah'ın Nasr biriminin komutanlarından Faour öldürüldü" Giovanni van Bronckhorst: Antrenmanlarda bile böyle değil! Bill Clinton: İslam'dan önce İsrail vardı
Sonraki Haber