Bir iletişimci olarak siyasete baktığımda, aklımdan başlıktaki cümle geçiyor, oldukça tuhaf bir hikâyenin içinden geçiyoruz.
Seçime birkaç ay kalmış, iktidarda 20 yıldır aynı siyasi parti var, 10 küsur siyasi partili muhalefetin adayı/ adayları ortada yok.
Sadece aday yok olsa iyi, “kazanacağız”ın altını dolduran iddiaları da yok.
İddia yok olsa iyi, bir nesneye gönderme yapan “6’lı masa” dışında bir etiket de yok.
En absürtü ise şu, aday yıpranmasın diye açıklama geciktiriliyormuş!
Yıpranma olasılığı yüksek, dayanıklılık kapasitesi düşük bir aday ülkeyi nasıl yönetecek?
Bu tuhaflık, olsa olsa bir senaryoda olur.
Ve fakat izleyiciyi aşağılayan dizi senaryoları gibi, senaryo mantık hatası dolu.
Kimi koysak seçmen seçmeye mahkûm düşüncesinin iler tutar yanı yok.
İletişimci olarak saptamamı yapıp geçeyim, olup bitenin perde arkasında her şeyi bilen sayısı zaten fazla.
Brezilya’da seçilen Lula, iletişimci olarak daha cazip geliyor bana.
ABD’ye kaçan önceki başkanın hayaletinden görevi teslim alırken akıttığı gözyaşları, tüm mücadeleyi ve tüm yıpratılma saldırılarını özetliyordu.
Söylediği bir cümle aklıma mıh gibi oturdu: “Kabus sona erdi.”
Bu kadar net bir cümleyi, ne muhalefetin ne de iktidarın ağzından duyabildim.
Muhalefet “Kabus sona erecek” diyebilirdi.
İktidar, “Ülkemizin her kurumuna çöreklenmiş bir kabusu temizlemek son 6 yılımızı aldı şimdi güzel günlere yürüme vakti” diyebilirdi.
Muhalefet toplumun genelinin çözüm beklediği işlerde tarih verebilirdi.
İktidar toplumu rahatsız eden meseleleri çözeceğini garanti edebilirdi.
Ama yok.
Her iki taraf da kendi gölgelerinden çekinerek seçime doğru gidiyorlar.
Dedim ya, tuhaflık katsayısı hayli yüksek bir hikâyenin içinden geçiyoruz.
Bir Çin bedduası ne diyordu: “İlginç zamanlarda yaşayasın.”
FANTAZİLERİNİZİ KENDİNİZE SAKLAYIN
Devamlı okurlar bilirler, “6’lı masa” stratejisini baştan bu yana yanlış buldum.
Yine o okurlar hatırlar ki, “O masadan ilk CHP’nin kalkması gerekir” dedim.
Geldik bugüne.
Masadaki genel başkanlar, ortak adayları cumhurbaşkanı seçilirse ülkeyi nasıl yöneteceğine dair fantastik görüşler ileri sürüyorlar.
Alınacak kararlarda cumhurbaşkanı genel başkanların onayını alacakmış!
Sanki sıfır sorunlu bir kuzey ülkesindeyiz desem, orada bile fantazi bu boyutta olamaz.
Türkiye gibi, sert sorunları ve konumu olan bir ülke, genel başkanların kapılarını dolaşan bir cumhurbaşkanıyla yönetilebilir mi?
Dahası, bu anlayış demokrasiye ters. Yüzde 51 ile seçilmiş bir cumhurbaşkanı, oyları yüzde 1’i bile bulmayan en az üç partiden neden onay alsın?
İdeolojiye ters. Tamam, ideolojiler ölmeye yattı ama sol bir politik öneri, sağ siyasetle çatışmayacak mı? Masada sol yok o ayrı.
Zamana ters. Dünya hızla değişiyor, zaman hızlı akıyor. Ani kararlar almak gerek, onayla zaman geçirilemez.
“Ego”ya ters. Yeni cumhurbaşkanı lider egosu yönetmekten ülke yönetemez. Masadakilerden biri neredeyse her gün, “İstanbul’u bizim sayemizde aldınız” demiyor mu? Bu soruyu 6 ile çarpın.
Benim önerim mi? Fantazilerinizi kendinize saklayın, seçmen sizden daha ciddi öneriler bekliyor.
İMAMOĞLU’NUN SORUNU
Ekrem İmamoğlu, çoğu kendisine dayanmayan birden fazla nedenle İstanbul’a belediye başkanı seçildi.
Büyük bir fırsata sahip oldu.
Sonra, yaptığı iletişim hatalarıyla o fırsatlar heba edildi.
Listem şöyle;
Bir, liderlik süreci doğal akışında akmıyor, her kafadan bir ses çıkıyorsa geriye çekilmek lazımdır, söyleyeni yok.
İki, ağzından çıkanın ayağına dolanacağını bilip, beş düşünüp bir konuşması lazımdır, hatırlatanı yok.
Üç, seni seçen kente borcunu ödemeden başka hedeflere yürüyemezsin, yürürsen her şey daha kötü gider, anlatanı yok.
Dört, o liderin bu liderin kanatları altında görünmek, buna ihtiyaç duyuyor algısı oluşturmak, siyasi intihardır, uyaranı yok.
Beş, bir durmak, beklemek, bakmak, bir sabırlı olmak lazımdır, diyeni yok.
GICIK OLDUĞUM ŞEYLER
Bir, hangi gazeteyi açsam bir Çin eleştirisi. “Çin çevreyi kirletti”, “Çin ekonomisi çöküşte”, “Çin’de salgın yayılıyor” vs.
Haber kaynağı nedense hep Çin’den ödü kopan ABD medyası. Bizim medyamızın kendi görüşünün olmayışına, başka görüşlere teslim anlayışına o kadar gıcık oluyorum ki…
İki, Ahmet Hakan yazmış: Can, Metis, İletişim gibi yayınevleri “Türk edebiyatı” yerine “Türkçe edebiyat” diyorlar. Ama, Fransız edebiyatı, Alman edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı diyorlar.
Ben de diyorum ki, hadi bu çelişkiyi görmezden geldik, peki Nazım Hikmet’in pek çok dile çevrilen şiirleri ne olacak? Aziz Nesin’in o güzelim öyküleri başka dile çevrilince edebiyatımız yok mu sayılacak?
Nerden bakarsan tutarsız bu yaklaşım beni gıcık ediyor.
Üç, New York Times ideal telefon konuşma süresini 8 dakika olarak önermiş. Çok uzun.
Bence ideal telefon konuşma süresi taş çatlasın 5 saniyedir, “efendim”, “peki”, “hoşça kal.” Uzadığı zaman gıcık oluyorum.
Dört, binlerce yıldır mutfak kadın işi olsun, kadınlık serüveni “işten gelen kocam ne yiyecek”, “okuldan gelen çocuk ne yiyecek” diye sancılanmakla geçsin.
Sonra da Michelin yıldızlarının hepsi erkek aşçılara dağıtılsın. Büyük paraları erkek aşçılar kazansın, olacak iş mi, ne gıcık.
Beş, cadılar bayramı diye saçma sapan partiler düzenle, abuk sabuk makyajlar yap ama ülkemizde, Trakya’da, Ortaçağ’dan bu yana cadılar bayramı olarak kutlanan “bocuk”u görmezden gel, ne gıcık.
Altı, Bülent Ersoy hayatının belgesel yapılması için bir anlaşma imzaladı.
Böyle bir belgeselde kariyer yürüyüşünü kimse merak etmez. Cinsiyet değiştirme mücadelesi ise en ilginç kısmı olur.
Cesur davranacak, belgeselciye alan açacaksa ne alâ, aksi halde fena gıcık olurum.
GECEKONDU ZİHİN YAPIMIZIN ACIKLI HALİ
Geçen hafta, bir öğretmenin kısacık ve daracık eteğiyle ders anlatması, ergen erkek öğrencilerin fısıldaşıp gülüşmesi gündem oldu.
Instagram hesabımda anket yaptım.
Yüzde 81 “giyim şekli yanlış” dedi, yüzde 19 “insanlar istediği gibi giyinmeli”.
Yüzde 81’in içinde her türden gerekçe vardı ama yüzde 19 blok halinde giyim özgürlüğünden dem vuruyordu.
Özgürlük anlayışımızın ister türban isterse mini etek olsun şekle indirgenmesi ne acıklı.
Ücretli bir işte çalışanlar dünyanın hiçbir yerinde canının istediği gibi giyinemez, mesleğin adabına uygun olmak gerek.
Hem kendinin hem de etrafın dikkatini dağıtmak yapılan işe saygısızlık.
Öğretmenin tüm derdi, öğrenciyi öğrettiği şeye odaklamak olmalı.
Ben mesela, ilk derse girdiğim günden bu yana bırakın dikkat çekici giyinmeyi, dikkat çeken yüzük bile takmam.
Özgürlük anlayışımız o kadar gecekondu tarzı ki, ilkesizlik sarmış dört yanımızı.
DÜNYAYI YÖNETMEK Mİ İSTİYORSUN?
İster yaşadığımız dünya, isterse kendi dünyanı yönetmek mi istiyorsun? Öyleyse her tür ilişki biçiminde;
Bir, önce dinlemeyi öğren. Dinlersen, sorun alanları nedir, fırsatlar nerededir öğrenirsin.
İki, çok sıkça “Onun yerinde olsaydım” de, onun gibi düşün, kendin gibi karar ver.
Üç, asla tercihte bulunma, bulunmuşsan da belli etme. Her seçeneğe göre harekete hazır ol.
Dört, yeni bilgiye açık ol. Her şey çok çabuk eskiyorsa, senin bildiğin çoktan eskimiştir.
Beş, değişim mi istiyorsun? İnsan değişime direnir bunu bil ve önce uyum sağla. Değişimi içerden, fark ettirmeden yap.
BU ÇOCUK İYİLEŞMEZ
Bizde anne- kız dramlarını dizi yapmak moda ama anne-oğul ilişkilerindeki travmalar daha büyük bence.
Onlardan birini de bizim Harry yaşıyor, hani şu prens olan.
Karısıyla birlikte içlerini dök dök bitiremediler.
Bir yandan kraliyeti paraya çeviriyorlar, diğer yandan derin bir travmanın dışa vurumu yaşanıyor.
Hayatını annesinin öcünü almaya adamış sanki. Küçücük yaşta annesiz bırakılmasında dahli olan ya da sarayla hareket eden kim varsa, onları küçük düşürmek için çırpınıyor.
Evliliğini bile bu öç duygusuyla yapmış bir adam. Bir adamın hınç dolu kalbini hınçla besleyen bir eşi olması ne kabus.
Önce “Babamı isterim” diye ağladı, sonra annesini öldürenlere isyan etmeyen abisini hedefe koydu, “Beni dövdü” dedi, yetmedi utanmadan “23 Afganı öldürdüm ama Saray istedi diye yaptım” itirafında bulundu.
İnsan ister prens olsun isterse herhangi biri, geçmişiyle sorunları çözmeyince bugünü de hakkıyla yaşayamıyor. Kayıp bir hayat.
Dahası, İngiltere Sarayı’na meydan okuyan annesinin sonunu unutmasa iyi olur.
SARILMANIN İLETİŞİMSEL DEĞERİ
Teknoloji dünyası korona ile hayatlarımıza giren mesafe ve izolasyonu hızla kâra çevirmeyi bildi.
Her kriz sermayenin güçlenmesiyle bitiyor.
İnsanların korunaksızlığı ve “bilinçsiz bilinci” de kendisini kurban veriyor.
İnsan sıcağı diye bir şey var. Bir insanın başka bir insanın sarılmasıyla hissettiği.
Önce korona, sonra teknoloji ve elbette tacizleri de eklediğinizde insan insana dokunamaz oldu.
Ben mesela, sevdiğim birinin yanağından makas alamıyorum. Omuzuna dokunamıyorum. Saçını okşayamıyorum.
21. Yüzyıl korku salgınıyla yaptı bunu, “korku”, “temas”ın yerini aldı.
Peki sarılmanın yerini ne tutacak?
Bir dostun, bir arkadaşın, bir sevgilinin sımsıcak sarılmasını hangi teknolojik program dolduracak?
Hiç biri. Sonuç? Sadece bu yüzden gezegenimiz güneşin tüm sıcaklığına rağmen soğumaya devam edecek.
AKLIMDA KALAN
Messi’nin şişme forması: Futbolun en büyük yıldızlarından Messi’nin 20 metre yüksekliğinde şişirilmiş forması rekorlar kitabına girecekmiş. Haberi okuyunca gülümsedim, işte dedim, içinde bulunduğumuz zamanlar kendi simgesini sonunda buldu. Olayların, dudakların, yüzlerin, başarıların, rakamların durmadan şişirildiği bu zamanları şişirilmiş bir formadan daha iyi ne sembolize edebilir?