TURGUT CANSEVER VE ‘EV VE ŞEHİR’ ÜZERİNE NOTLAR

Mahmut Özer mahmutozer2002@yahoo.com

Turgut Cansever, bu ülkede insanı merkeze alan ve yapılarla ilişkisini insana saygı üzerine inşa etmeye çalışan bir mimardı. Cansever, yapılar ve yaşanan hayat arasındaki ilişkinin öneminin altını sürekli çizerek ölçeğe saygıyı, yapılar arasındaki tutarlı hareketliliği ve bütünlüğü önemsedi. Özellikle bu dinamiklerin yeni şehirlerin gelişmesinde odak noktası olması gerektiğini sürekli vurguladı. Bu yazıda Turgut Cansever’in 1994 yılında İnsan Yayınlarından yayımlanan ‘Ev ve Şehir’ kitabı merkeze alınarak ev ve şehire bakış açısının altında yatan sistemik bütünlük irdelenmektedir.

Mimari Bakış ve Varlık Telakkisi

Mimari bakış başta insan olmak üzere insanlar arası ilişkiyi, çevreyi, aile yapısını ve sosyal ve ekonomik hayatı değerler sistemine göre yapılandırır. Herhangi bir yapıyı çevresi ile birlikte değerlendirdiğinizde hangi değerleri korumaya çalıştığını ayrıntılı olarak görebilme imkânı vardır. Hayatı boyunca Cansever’in vurguladığı şey, mimarinin değerler sisteminin bir yansıması olacak şekilde bir bütünlük arz etmesi gerektiğidir. Geçmişte bu bütünlük korunur ve şehirlere hâkim iken mimaride başlayan dönüşüm aslında değerler sistemindeki dönüşüme tekabül ederken bunun göz ardı edilmesi Cansever’in feryadına yol açmış ve kaybedilenin bu bütünlük/tevhid’i bakış olduğunu, bu kaybın toplumsal maliyetinin de çok yüksek olacağını tek başına dillendirmiştir.

Bütünlük, varlık telakkisi ile doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla, bu özden neş’et eden mimari de varlığının bütünlüğünü dikkate almak durumundadır. İslami açıdan insanın yüce bir varlık olması ve dünyanın da buna paralel güzelleştirilmesi merkezi bir öneme sahiptir (Sh. 215). Bu çerçevede gelenek ve kültür oluşmakta, gelenek zaman içerisinde zenginleşerek tarihi birikime sahip olmaktadır. Bu birikim ortaya çıkan yeni problemlerin çözümünü de kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla, insan hayatı bu minvalde canlı bir akışkanlığa sahiptir. Cansever, bu çerçeveyi dünyadaki sorunları ele alırken merkeze almakta, her türlü yozlaşmanın bu tevhidi bakıştan sapmanın, yani şirkin sonuçları olduğunu söylemektedir (Sh.220): “Her türlü şirk, her türlü felaketin kaynağıdır. Kültürel kirlenme, çevrenin kirlenmesi, dünyanın yok olması, denilebilir ki, bir şirk istikametindeki yanılgının sonuçlarıdır.

Dolayısıyla, Cansever’e göre mimari, varlığın tüm alanlarını düzenleyen bir sanat faaliyeti olduğu için ahlâktan kopuk bir dünyevi süreç değildir. Tam tersine, hayatı şekillendiren değerler sistemini tazammun eden ve yansıtan bir eylemler bütünüdür (Sh.153): “Mimarinin insan hayatını çevreleyen ve insan eli ile vücuda getirilmiş yapıların, insan hayatını şekillendirme görevini nasıl, hangi amaçlar ve değerler sistemine göre şekillendirmesi gerektiğini tartışmayan bir toplumun kültürel sorunları kadar diğer sorunlarını da çözmek için gerekli esaslara ulaşamayacağı Türkiye’nin son 70 yıllık deneyimi ile bir kere daha ortaya çıkmıştır.

Ölçek ve İlişkiler Ağı

1961 yılında kaleme aldığı ‘Beyazıt Meydanı’ başlıklı kısa bir makalesi bile derdini anlamaya yetmektedir. Beyazıt meydanının 1961 yılındaki durumu ile geçmişteki dokusu arasındaki farklılıkları, sürecin arka planındaki hassasiyet farklılıklarına dayalı olarak ele almaktadır. İnsanın çevresi ile ilişkisini en üst seviyeye çıkartan meydanın, ölçeğe ve meydanın merkezinin ne olduğuna dikkat edilmeksizin yapılan yeni yapılarla ve özellikle trafiğe açılan yollarla fonksiyonlarını icra edemez bir duruma sokulduğunu çok net bir şekilde ifade etmektedir (Sh.62-63).

İnsan ve yapılar arasında çok kuvvetli bir etkileşim olup insanı doğrudan etkilemektedir. Bir dokunun mimarisi, aslında insan ile yapılar üzerinden diğer insanlarla bağlantı ağını doğrudan etkilemektedir. Bir dokuya bakıldığında yaşattığı bu ilişkiler ağı üzerinden dokunun neleri mümkün kılacağı veya nelerin o dokuda imkânsız olacağı anlaşılabilir. Ağ yapısı, aynı zamanda insani ilişkilerin boyutunu da belirlemektedir. Ayrıca, bu ilişkiler ağında hangi yapı veya yapıların merkezde olacağını da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla mimari bir te’lif, nasıl bir insan hayatını öngördüğü düşüncesini içermektedir.

Cansever Beyazıt Meydanı bağlamında bu ağ yapısının önemine vurguda bulunmaktadır (Sh.62): “Eskiden saray duvarları, cami ve medrese ile meydana gelen şehir mekânı, camiin toplayıcı niteliğini ortaya koymaktaydı. Bu durumda, meydanın kolları civar mahallelere ve çarşıya doğru uzanmakta ve meydanın bunlarla birleşmesini sınırlayan trafik yolu gibi bir unsur bulunmamakta idi. Meydanın sınırları, geometrik olmayan plan çizgileri ile özellik kazanmakta, ayrıca meydanda değişik seviyelerin bulunması ile de meydanı çevreleyen küçük unsurlar meydana hâkim olacak yerde adeta kenara çekilip meydanı boş bırakmak isteyen bir havaya bürünüyorlardı. Meydanı çevreleyen yapıların bu özelliği, kaçınılmaz bir şekilde, cami ve medresenin bütün alanın en önemli unsurları haline girmesine yol açıyor ve böylece meydan, Beyazıt Camii gibi bir sanat eserinin etrafında gelişiyor, o da böylece, kendisine verilmek istenen en yüksek mevkie yerleştirilmiş olup şehirlinin hayatına anlam kazandırıyordu.” Cansever’in aslında Beyazıt Meydanı ile ilgili işaret ettikleri, odak noktasının çevresi ile bu şekildeki bütünlüğünün bozulması, dolayısıyla odağın fonksiyonunu icra edemez duruma sokulmasıdır. Cansever, bu dönüşümün Tanzimat’la birlikte başladığını özellikle vurgulamaktadır (Sh.83). 

Aslında mimarideki oluşturulmak ve yaşatılmak istenen bu doku, hemen hemen tüm medeniyetlerde söz konusudur. Odak noktasını kutsal bir yapı oluştururken meydan ve mütevazı evler bu odağın etrafında saygılı bir ölçekte yerlerini almakta ve her şey o merkezin etrafında dönmektedir. Teoman Durali (Din ve Felsefe-bilim Açısından Doğu ve Batı Medeniyetleri. Aynur Erdoğan Coşkun (Editör), Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2022, sh.188-189) benzer bir örneği Yunan medeniyeti için vermektedir: “Dedik ki evleri çok mütevazidir. Kamu binaları olağanüstü güzeldir. Bireyler için fazla bir şey yapılmıyor ama kamu binası, tapınaklar, devletin binaları muhteşemdir. Yunan şehri daire biçimindedir. Daire kutsal kabul edilir. Bu dairenin ortasında büyük bir meydan vardır. Bu meydana agora denilir. Toplum hayatının yüzde sekseni bu agorada cereyan eder. Burada alım-satım işleri vardır, şehrin meseleleri konuşulur, şehrin kanunları görüşülür, sohbet edilir, muhabbet edilir, dedikodu edilir, her şey orada geçer.

Dokunun merkezi ve çevresi arasındaki bu hiyerarşi aynı zamanda bir ölçeğe göre yapılandırılmakta ve nisbi büyüklük fikrine dayalı bir illüzyon oluşturulmaktadır (Sh.84). Bir başka deyişle şehirde örtük bir ölçek düzeni söz konusudur. Odak noktaları, özelde mahalleyi genelde ise şehri bütüne bağlamaktadır. Şehrin sakinleri, şehre hâkim ölçeğe saygı duyarak süreçlere aktif katılmakta ve odak noktası olan yapılar ve çevresindeki doku ile uyumlu ve saygılı yapılar inşa ederek bu bütünlüğü ölçeği dikkate alan bir akışkanlıkla genişletmektedir. Bu bağlamda her eklenti bütünü yeniden oluştururken ilavelerle güzelliğin bozulmaması sağlanmaktadır. Bu bütünlük fikri, aslında aşkın bir temelden kaynaklanmaktadır (Sh.116): “Varlığın bütünlüğünün ve bütünlüğün yapısının yaratılıştan gelen hiyerarşileri göz önünde tutulmadan girişilen mevzii, parçacı tahlil ve değerlendirmeler yerine bütüncül bir yaklaşım Osmanlı şehirlerini anlamak için bir ihtiyaç haline gelmiş bulunmaktadır.

Şehrin sakinlerinin odağın etrafında teşekkül eden açık uçlu/gelişmeye açık bütünlük farkındalığı canlı tutulmaktadır (Sh.290). Böylece mahalle sakinleri de mahalledeki tüm süreçlere aktif katılarak sorunları mahalle içerisinde çözebilme yeteneğini sürekli geliştirmektedir. Bu katılım, mahalledeki temizlikten güvenliğe, komşuluk ilişkilerinden bu bütünü bozacak yapılara müdahaleye kadar geniş bir mükellefiyet/sorumlulukla insanı zenginleştirmektedir. Kısacası, bu iklimde insanlar çevreye duyarlı bir şekilde süreçlere aktif katılım sağlayabilmektedir.

Rant ve Yasal Olanın Helal Olma İmkânının Kaybedilmesi

Şehrin bu dinamikleri ve karakteristikleri Tanzimat ile birlikte tamamen alt üst oluyor. Odak noktası değişiyor. Şehrin ölçek düzeni tamamen tahrip edilerek rantın temelleri atılıyor (Sh.93). Yapılar büyüyor, çok katlı apartmanlar mahalleleri işgal etmeye başlıyor. Bahçeler teker teker yok oluyor, çocuklar oyun alanlarını kaybediyor (Sh.286): “Yani kalkıp da otuz katlı bir bina yapıp, onun bir yerine bir aileyi yerleştirdiğiniz zaman, o insana siz, nerede oturacağını emrediyorsunuz. Dolayısıyla, o insanın çevresini yapma, idrak etme, değerlendirme, değiştirme haklarını onun elinden alıyorsunuz.

Şehirlerde artık bütünlük bilinci tarumar edildiği gibi eş zamanlı olarak insanların süreçlere katılımları ortadan kaldırıldığı için çevre ile kurdukları güçlü ilişki de zayıflatılmıştır. Sonuç olarak bu tavır, camii ve onun kültür aksını yaşam alanının dışına itmiştir (Sh.98). Diğer taraftan mevcut ev yapısının oluşumunda aktif olan ve hem evinin hem de mahallesinin mükellefiyetini taşıyan insan, apartmanlaşma ile bu aktif katılım sürecinden kopartılarak önce pasifliğe, sonra bana neciliğe, yani sorumsuzluğa ve nihayetinde yabancılaşmaya mahkûm edilmiştir (Sh.130-131).

Yeni oluşum sadece yapılaşmadaki kısmi bir dönüşümden ibaret değildir, tam tersine değerler sisteminden de köklü bir kopuştur. Yapıların birbirine bağlı ölçek hassasiyeti bir kez bozulduğunda, bu boşluğu elbette rant doldurmaktadır (Sh.99). Böylece şehirde artık yoğunlaşmalar ortaya çıkmaya başlıyor. Yoğunlaşmaların olduğu bölgelerde bireysel rantı artıran değer artışlarının kamu kaynakları ile sağlanmasının meşruiyetinin yolu da böylece açılmış oluyor. Dolayısıyla, Cansever bu dönüşümü sadece bir mimari çöküntü olarak değerlendirmiyor, aynı zamanda ahlaki bir çöküntü ile de ilişkilendiriyor (Sh.169, 171, 179).

Alev Alatlı’nın değindiği ‘yasal olanla helal olanın nasıl örtüşeceği’ problematiğinin kökenlerinden bir tanesini de, bu rant transferi başlatmış oluyor. Aslında Cansever, kitabın başlangıcında yer alan 1993 tarihli ‘Ülke ölçeğinde İstanbul’u planlamak’ başlıklı makalesinin ilk sayfasında bu ayrımı ortadan kaldırmanın yolunu da önermiştir (Sh.16): “Hukuki yapı ile ahlaki her türlü yozlaştırıcı-spekülatif etkenin vücut bulmasının imkansızlaştırılması”. Arazinin çevresinde yaşayan insanların süreçlere katılımları ve müdahale imkânları (mükellefiyetleri) da ortadan kaldırılınca bu boşluk merkezi bürokratlar tarafından doldurulmakta ve yozlaşma süreci başlamaktadır. Helal olmasa da yasal rantlar üretmenin kapısı açılabilmektedir. Bir başka deyişle, bu kapının açılmasıyla artık yasal olanın helal/ahlaki olma zorunluluğu ortadan kaldırılmış olmaktadır. Yeni ilişkiler ağı artık farklı değerleri yaşatmaktadır!

Tüm yazılarını göster