Bir önceki yazımda, ABD’nin bölgesel değil küresel bir mücadeleye hazırlandığını aktarmış ve bunun ülkemize de etkileri olacağını belirterek, ABD’nin Türkiye’ye ilk olarak Doğu Akdeniz’den müdahale edeceği öngörümü aktarmıştım. (Bkz. https://www.superhaber.com/abd-turkiyeye-nereden-taarruz-edecek-makale-197433) Bugün de Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa bir tarihçesini ve ülkemizi de içine alan bu kuşatmayı nasıl bertaraf edebileceğimiz noktasında bir beyin fırtınası yapmak istiyorum.
Önceki yazımda belirttiğim gibi NATO müttefikimiz, “Avrasya’yı ele geçiren dünyayı ele geçirir” merkezli Kenar Kuşak Teorisi (Rimland)’ni uygulamaya çalışıyor. Bu teorideki kilit ülke ise Türkiye.
ABD müttefiklik ilişkileri iyi görünen dönemler de dahil olmak üzere, Türkiye’ye hiçbir zaman güvenmedi. Çünkü Türkiye, bölgede büyük bir güç olmuş hakimiyet kurmuş bir millet ve medeniyet silsilesinin devamı. Türkiye'nin hinterlandı olan coğrafyalarda geçmişte oluşturduğu hakimiyeti gelecekte de tekrar oluşturma ihtimalini düşünen Amerikalı jeostratejistler Türkiye'nin ekonomik olarak hiçbir zaman Kore benzeri bir sıçrama yapmasını ve gelişmesini istemedi. Bu nedenle de Türkiye’yi sürekli el altında bulundurmanın, tabiri caizse hizaya sokmanın yollarını ve yöntemlerini aradı. 15 Temmuz işgal girişimi de bunun bir parçasıydı.
ABD, Türkiye ne zaman bir sıçrama aşamasına gelse ekonomik ve sosyal olaylara gizli açık müdahalelerde bulundu. Bu müdahaleler bazen askeri darbe, bazen ekonomide dış kredi ve yatırım kanallarını da engeller çıkartarak tökezletme şeklinde cereyan etti. Çoğu zaman kaos stratejisini de kullanan ABD, kaosu desteklemek için terör örgütlerini kullanmaktan çekinmedi. Örneğin, “Vizesiz Müttefik” kitabımda da ayrıntılarını ele aldığım üzere PKK terör örgütüyle 30 yıldır ciddi bir şekilde iletişim içindeydi. Yine Güvenlik Politikaları Uzmanı Mete Yarar ile birlikte yazdığımız “Darbenin Kayıp Saatleri” kitabında da ABD-FETÖ ilişkisini irdelemiştik.
ABD, Türkiye ile olan sorunları sürüncemede bırakarak jeopolitik söylem ve hamleler ile ekonomik yaptırımlarla Türkiye'nin esas güç unsurlarını yıpratmayı amaçladı. Örneğin toplumu kutuplaştırmaya, ortak paydamız olan ve hiç tartışılmaması gereken milli ve manevi ortak değerlerimizi ayrışma aracı haline getirmeye çalıştı. Bu sürecin gidişatına yardımcı olması için finansal saldırılarla toplumda hoşnutsuzluğu çatışmaya dönüştürüp toplumu ayakta tutan ana direkleri zayıflatarak çökertmeye ve sonunda bölüp, parçalama amacına yönelik faaliyetlerine devam etti, ediyor.
Dünyanın büyük bir sınamadan geçtiği günümüzde Türkiye artık, dünya barışı açısından kilit ülke durumundadır. Ağırlığını terazinin hangi kefesine koyarsa o taraftaki güç merkezi öne geçecektir. Bu durumda kritik soru şu: Türkiye ne yapmalı?
Bu konularda kafa yoran uzmanların beyin fırtınası niteliğindeki önerilerini ve bu önerilerle ilgili kişisel değerlendirmelerimi aşağıya madde madde yazacağım. Bunlar, aynı zamanda içinde bulunduğumuz kuşatmayı nasıl yarabileceğimiz noktasında bir pencere açması anlamında etkili olacaktır. İşte madde madde öne çıkan o öneriler:
- NATO’DA KALALIM, ABD İLE UZLAŞALIM: Çok yüksek dille söylenmese de, eski sistemi savunanlar hala varlığını koruyor. Özellikle liberal ve neo-liberal kesimin dillendirdiği bu görüş, özellikle Suriye konusundaki görüşleri nedeniyle PKK terör örgütü ve FETÖ’cüler tarafından da savunuluyor. Ancak eski düzenin devamı fikrinin artık çok kabul göreceği bir zemin bulunmuyor. Çünkü bunu kabul etmek demek, özellikle Doğu Akdeniz’deki enerji ve nüfuz mücadelesinde geri kalmak, güvenlik ve maddi anlamda haklarını teslim etmek, Suriye’nin kuzeyinde de PKK terör örgütünün varlığını kabul etmek anlamına gelecek. Bu nedenle bu formül en zayıf formül olarak gözüküyor.
- NATO’DA KALALIM ANCAK AVRASYA VE ASYA İLE İLİŞKİYİ GELİŞTİRELİM: Bu formülü savunanlar, kamuoyunda güçlü bir kesimi oluşturuyor. Savunanlar arasında farklı siyasetlerden uzmanların, kanaat önderlerinin olduğunu söyleyebiliriz. Hükümetten yapılan açıklamaları da bu çerçeve içinde değerlendirebiliriz. Bu görüşü savunanların en önemli argümanı, NATO’dan çıkarsak bölgede Rusya gibi bir dev ile başa çıkmak kolay değil. Bu fikrin kendi içinde ayrıştığı temel noktalardan biri Suriye konusu. Hükümet, Esad yönetimiyle temasa da karşı dururken, bu fikri savunan bir başka kesim ise Esad yönetimi ile iletişim kurulması taraftarı.
- NATO’DAN ÇIKALIM, AVRASYA İTTİFAKI’NI OLUŞTURALIM: Toplumda tabanı olan bir başka güçlü fikir ise ülkemizi de içine alan kuşatmadan kurtulmanın yolu olarak Avrasya ülkeleri ile ittifak. Bu fikir sahiplerine göre, Türkiye başta Rusya ile bölge ülkeleri ve Asya dünyası ile iletişimi geliştirmeli. Ayrıca ekonomik pazar açısından bu bölgeye yönelmeli düşüncesi hakim. Bu kesim Suriye konusunda bir bütün halinde Esad yönetimi ile temastan yana. Bu düşünceyi öne çıkaranlar, Esad yönetimi ve Rusya ile ortak hareket edilirse ABD’nin Doğu Akdeniz ve Suriye’de yenileceğini, Irak’ta da zayıflayacağını belirtiyor.
Bütün bunlara ek olarak iki ve üçüncü öneriyi savunanlar içinde Çin’le iletişimin güçlendirilmesi ve Kuşak Yol projesinin içinde yer almamız gerektiğini dile getiren ciddi bir çoğunluk mevcut. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu projeye verdiği açık destek ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu ay başında Doha’da yaptığı “Asya yüzyılı gerçekleşmeye başlıyor” açıklaması, hükümetin de Asya politikasına önem verdiğinin göstergesi.
Kişisel kanaatim savunma sanayii ve ekonomi yönünde bağımsızlaşma adımları atılmadan NATO’dan çıkmanın belli riskleri barındırdığı. Ancak bu adımların belirli bir seviyeye getirilmesi durumunda NATO’dan çıkıp, aynen Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki gibi bölge merkezli bir dış politika izleyerek terazinin dengesini Atlantik dünyasının aleyhine değiştirmemizin gerekliliğine inanıyorum. Bu sayede bölgesinde bir merkez olan Türkiye, düşmanlarını da yalnızlığa iter. Bunun en somut örneğini, Irak’ın kuzeyindeki gayri meşru referandum sürecinde gördük. Hatırlarsanız Türkiye-İran-Irak işbirliği kısa sürede meyvesini vermiş, ABD yaklaşık 30 yıllık yatırımını yani Peşmergeyi yalnız bırakmak zorunda kalmış, Barzani’de 2003 sınırlarına çekilmek zorunda kalmıştı.
Savunma sanayimizde atılan adımlar tam bağımsızlık yolundaki inancımı güçlendiriyor. Ekonomimiz ise maalesef hala yumuşak karnımız. Tarımsal alandaki üretimin ve bu alandaki devlet hakimiyetinin bile ne kadar önemli olduğunu, cüzdanları vuran son hareketlilikte net bir şekilde gördük. Finans yerine her alanda üretimin öne çıktığı ve yeni pazarları hedeflediğimiz bir ekonomi modeliyle belki bu hayalimiz gerçek olabilir. Bu sayede ABD, Çin ve Rusya gibi dünya devleriyle de eşit ilişki kurma yolunda epey yol katetmiş oluruz. Ne dersiniz?