Başka ülkeleri bilmem ama Türkiye’yi ayakta tutan, “aile” kavramıdır.
Hani geçenlerde İstanbul Sütlüce’de bir bina çöktü biliyorsunuz.
Bu bina niye çöktü? Çatısı çöktüğü için mi çöktü yoksa temeli “aşındığı” için mi çöktü?
Aile de böyle bir şeydir. Sağlam binaların inşası, ailenin güvenli bir şekilde “oturması” için şarttır.
Peki sağlam nesillerin inşası nasıl olur?
O da güvenli bir aile ortamının inşası ile olur.
Bu da ancak ihya ile olur.
Aksi durum, imha için yeterli olur.
Bahsedeceğim konu, aileye dair üç “problemli” alana işaret etmekten ibarettir.
Bunlardan birincisi sık sık haberlere yansıyan boşanmış kişilerin, çocuklarını icra memuru vasıtasıyla görebilmesine dair yaşanan gayri vicdani tutuma dairdir.
Diğeri, “süresiz nafaka” meselesi..
Bir diğeri de, eşlerden birinin diğerine veya beraber yaşadıkları eve “yaklaşmamasına” dair getirilen düzenlemenin “sakatlığına” dairdir.
Bu üç problemle de ben karşılaştım. Hayır, eşimle boşanmış ya da boşanma davası arifesinde değilim.
Karşılaşma sebebim, bu üç meseleye de bir zamanlar avukat olarak müdahil oluşumdandır.
Zaten avukatlık mesleğini bırakmamda bu üç unsurla birlikte, hacizlerde yaşadığım hadiselerin büyük tesiri oldu.
Yoksa, “savunma hakkının” kutsallığına sonsuz derecede inanan biriyim.
Baktım, bu mesleği yapmama mizacım müsait değil, bıraktım ve sadece hukuk danışmanlığı yapmaya karar verdim.
Bir tanesini aktarayım ki meseleyi daha iyi izah etmiş olayım.
Babam, ben ilkokul 5. sınıfta iken iflas etmişti. Evimize icra memuru gelmişti.
O esnada televizyonda “Şeker Kız”ı izliyordum. Avukat ve icra memuru televizyonu alıp gitmişti.
Yıllar geçti, avukat oldum, hacze gittim, evde benim “Şeker Kız”ı izlediğim yaştaki bir çocuk film izliyordu.
(Filmin ismini hatırlamıyorum; çocuğa bakmaktan, mesleğim gereği bakmam gereken televizyon cihazına bakamıyordum.)
Çocukluğumda yaşadığım o an gözümün önüne geldi ve hiçbir işlem yapmadan icra memuruna “Hadi gidiyoruz” dedim.
Ben gidince, 3 gün sonra bana “azilname” geldi!
Elbette mesleğimi icra ederken beni mutlu eden anlar da oldu.
Hadi, onu da anlatayım da başta belirttiğim konulara bilahare giriş yapmış olayım:
Lise 2’ye gidiyordum. Babam inşaat kalfası idi. Yaz aylarında babamın yanında amelelik yapıyordum.
Ağustos sıcağında çalışırken, birden yanımıza tanımadığım, Türkçe bilmeyen, Bingöllü olduğunu daha sonra öğrendiğim bir kadın hızlıca geldi.
Kadın, tepsi içinde demlik ve bardakları bırakıp gitti.
Bir şey dedi ama anlayamadım. Kürtçe bilmiyordum ama sanıyorum Kürtçe bir lisandı.
Bu kadın hem tesettürlü idi, o yüzden mesela başörtülü kızı üniversiteye gidemiyordu.
Hem de Kürttü, o yüzden mesela askerdeki oğluna Kürtçe mektup yazamıyordu.
Evet, o “hızır gibi yetişen” çay, ömrümün en gerekli, en lezzetli çayı oldu.
Aradan yıllar geçti, avukatlık büroma biri geldi. Baktım, o teyzenin kocası.. Oğlu trafik kazası yapmış.
Aynen, karısının çayı seri şekilde bırakması gibi, parayı seri şekilde masaya bıraktı.
O çay nasıl ki ömrümün en gerekli çayı idi; o para da ömrümün en gereksiz parası olmalıydı. Almadım.
Bana bu “ödeşme” fırsatını verdiği için mesleğimi çok sevmiştim. Ama sadece o gün, o an sevmiştim.
Pardon, biz ne diyorduk? Unuttum.
Ha, şu üç “problemli meseleden” bahsediyorduk. (Atlı süvari gibi oldu ama olsun!)
Birincisi: Eşlerden birine velayet veriliyor, diğeri vicdansızlık ediyor, çocuğu göstermiyor, göstermeyince icra dairesine başvuruluyor.
Kanun, çocuğu teslim etmeyene de, teslim edilen çocukla gün içi görüştükten sonra iade etmeyene de hapis cezası öngörüyor.
Ama bu yaptırım ne yazık ki tatbik edilmiyor.
O yüzden, icra dairesi devreden süratle çıkarılmalıdır.
Çünkü çocuk, “mal” değildir. Düşününüz ki yukarıda, kelime bulamadığım için ben de “iade” kavramını kullanıp çocuğa mal muamelesi yaptım.
Kaldı ki çocuğa mal muamelesinde bulunmak onun ruhunda onulmaz yaralar açacaktır, muhtemelen ileriki yaşlarda gerçekten, tabirimi mazur görün, “mal” olacaktır!
Evet, her ilçede Aile Bakanlığı uhdesinde bir birim oluşturulmalı ve çocuğu göstermeyen ana-babaya tesirli bir yaptırım uygulanmalıdır.
Mesela nafaka kesilmelidir, mesela direkt boşanma sağlanmalıdır, mesela velayet direkt karşı tarafa verilmelidir.
İkinci problem şudur: Kadını korumayı “öncelemek” amacıyla 10 yıl kadar önce getirilen bir madde var ki bu madde iyilik yapayım derken kadına şiddeti “teşvik” eden bir madde haline geldi.
Mesela, kadın belki de kocasına açacağı muhtemel bir davada lehine uygulanır düşüncesiyle, “Kocam bana şiddet uyguluyor” demek suretiyle savcılığa başvuruyor.
Başkaca bir tanıklığa ve belgeye lüzum kalmaksızın, sorgusuz sualsiz, “Kocanın bilmem kaç metre mesafede eve yaklaşmamasına..” şeklinde karar veriliyor.
Bu belki Norveç’te uygulanabilir bir yasadır ama bizim milletimiz duygusaldır, gururludur.
Belki de baş başa ya da büyükler vasıtasıyla “görüşerek” çözülebilecek bir mevzuda, koca gurur yapıyor ve “Sen benim eve girmeme nasıl engel koyarsın?” diyerek karısını öldürüyor.
Sonuç: Anne mezarda, baba hapiste, çocuk yuvada..!
Üçüncü meseleye gelirsek: Süresiz nafaka hadisesi de düzeltilmeye muhtaç bir mevzudur.
Lehine nafaka tesis edilen kadın boşandıktan sonra çalışmaya başlarsa ya da evlenirse elbette nafaka kesiliyor.
Ama sorun tam da burada başlıyor: Kadın çalışmaya başlıyor ama resmi olarak çalışıyor görünmüyor.
Dolayısıyla işçi de işveren de devlete sigorta primi ve vergi ödememiş oluyor. Devlet zarar görüyor.
Hatta evlense de resmi nikah kıymıyor. Yani devleti aldatmak, devlet eliyle teşvik ediliyor.
Daha da vahimi, kadın “filen” çalışıyor ama kocası işten çıkarılsa da beş kuruş parası olmasa da karısına ölene kadar nafaka ödüyor.
Neticede devlet “infak”ı önemserken, aynı zamanda “nifak”ı bertaraf etmenin yollarını tespit, tayin ve tatbik etme merciidir.