15 Temmuz’da, ülkemizin uçurumun kenarından çekip alınması bir kahramanlık hikayesidir. Ve fakat, ülkece uçuruma doğru sürüklenirken hepimizin kişisel hikâyeleri var, çoğumuzunki dram.
Size kendi yaşadıklarımın özetini anlatacağım. Uzun ama yine de eksik bir yazıya hazır mısınız?
Deneyimli bir gazeteci dostum bana, “Kassandra” lakabını taktı, birkaç köşe yazısında da nedenini anlattı. Kassandra, olacakları önceden bilen ama buna kimseyi inandıramamakla cezalandırılmış mitolojik karakterdi.
Halbuki üstün bir yeteneğim yok. İki şeyim var; Birbirleriyle ilgisiz gibi görünen parçaları birleştirerek puzzle yapmak ve birleştirmek için akademik bilgiyi kullanmak.
Bu bir alışkanlık. Size ilgisiz gelen parça, bana bir şey anlatır.
Anlatmaya başlayayım.
Nisan 2007’de, Sabah gazetesinde çok okunan bir köşem vardı. Fatih Altaylı’nın iki sütun 10 cm olarak başlattığı yazılarım, gördüğü ilgiden neredeyse tam sayfaya yaklaşmıştı.
TMSF Sabah’a el koyunca, Fatih Altaylı yayın yönetmenliğinden istifa etti, yerine gelen ve şimdi kaçak olan Ergun Babahan’ın ilk işi, yazılarıma son vermek oldu.
Odamı topladığımı gören Yavuz Donat, “Olmaz öyle şey, sen çok okunuyorsun” isyanıyla Babahan’ı aradı. “Benim değil, TMSF’nin gazeteye atadığı yeni yönetim kurulunun kararı” cevabını aldı.
Suçu attığı yönetim kurulunun başkanı Mehmet Akif Yaşın o sırada beni aradı, “Böyle bir karar söz konusu değil, Babahan yalan söylüyor, lütfen gazetede yazmaya devam edin” dedi, Fatih Altaylı şahit.
Bana göre yayın yönetmenin istemediği yerde, köşe yazarı çalışamazdı, kendisine teşekkür ettim ve Sabah defterini kapattım.
Aynı günlerde Taraf gazetesi yayına başlamıştı. Olabilirdi, her yeni gazete, işsiz gazeteci sayısının azalması demekti.
Ve fakat Taraf’a, basın tarihinde hep tuhaf rolleri olan Çetin Altan’ın, romancı oğlu Ahmet Altan yayın yönetmeni olmuştu. Ne alâkaydı?
Türkiye’de gazeteci yokmuş gibi, yazı işleri müdürü olarak Yasemin Çongar ABD’den getirilmişti. Garipti. İşkillenmeye yeterdi.
Sanki ülkede benden başka işkillenen yokmuş gibi (ki yokmuş), Habertürk’te bu konuya dikkat çekmiş, adrese teslim, “Hain Kadınlar” başlığıyla şu yazıyı yazmıştım:
“Hep derim ya, ben kadınlardan korkarım. Hain erkekler ortada dururlarken öylece, hain kadınlar küçücük bedenlerinin içine gizleyebilirler hainliklerini. O küçücük cüsseden beklemezsiniz o büyüklükte kötülükleri.
Zaten en büyük avantajları da mini minnacık oluşlarıdır. O yüzden bakın tarihe, büyük toplumların, büyük adamların sonunu getiren hain kadınlardır çoğu zaman…
Küçücük hain kadınlar… Hırslı kadınlar… Ruhları çürük kadınlar… Korkmalı onlardan.
Sızıverirler incecik yapılarıyla içinize. Sizi satarlar, ülkelerini satarlar…
Bilmem anlatabildim mi sevgili okur?”
Yazının tarihi 16 Ekim 2008! Ülkem henüz FETÖ konusunda uykudayken. O yazıyla, medyada saldırılar başladı, “İlker Başbuğ’un danışmanı Nuran Yıldız, Yasemin Çongar’ı vatanı satmakla suçladı” haberleri yayıldı.
Başbuğ’u tanıyordum, arada sohbet ederdik ama danışmanı değildim. TSK danışmanlığımı istemiş, ancak nedense olmamıştı.
O yazımdan bir süre sonra, en çok okunan yazarlarından biri olduğum halde, Habertürk’teki yazılarıma son verildi.
O sıralar, Türk ordusunun iletişimini Pentagon’la kıyaslamalı analiz ettiğim, bu konudaki ilk akademik çalışma olan “Tanklar ve Sözcükler” kitabımla ilgili Vatan gazetesine röportaj vermiştim. Röportajı yapan bir arkadaşımdı, artık değil.
Arkadaşım da olsalar gazetecilere güvenmediğimden, röportajı baskıdan önce görmek istedim. Gördüm de.
Ertesi gün röportaj “TSK’nın danışmanı Nuran Yıldız” alt başlığıyla çıktı. Gece bana gönderilen halinde bu ifade yoktu.
Muhabir arkadaş “Bunu ben eklemedim” dedi. Yayın yönetmeni Tayfun Devecioğlu’nu aradım, “Hocam yazı Ankara’dan öyle geldi. İstanbul’da bunu ekleyecek kapasitede biri yok” dedi.
TSK düşmanlarına hedef gösterilmiştim. İtibarsızlaştırma saldırıları arttı.
Kim ekledi ya da ekletti, o kısım halâ karanlık.
Sene 2010. Entelektüel bir tartışma ortamı olarak ilgi gören Radikal gazetesinde, “yetmez ama evet”çi İsmet Berkan’ın yerine (şimdi kaçak, Londra’da) Eyüp Can’ın yayın yönetmeni olmasıyla tuhaf değişiklikler olmaya, köşe yazıları, haberler Türkiye karşıtlığı kokmaya başlamıştı.
Tüm vatanseverler gibi, benim hakkımda da yalan haberler yapıyorlar, Eyüp Can’ı arayıp söylesem bile değişen bir şey olmuyordu.
Aynı günlerde Oda Tv’de, ülkedeki tuhaflıkların altını çizen, dolayısıyla birilerini rahatsız eden yazılar yazıyordum.
Yine bu dönemde, ne hikmetse, Eyüp Can’ın eşi Elif Şafak durmadan “çok satanlar” listesine giriyordu.
Ne tesadüfse artık aynı günlerde ülkemde, Türk askerini beceriksiz gösteren “Kurtlar Vadisi” büyük ilgi görüyordu!
Bitmedi. “Tanklar ve Sözcükler” kitabımdaki cümleleri bağlamından kopararak, olmayan cümleleri varmış gibi göstererek Aktüel dergisinde kitabı ve beni karalayan analiz yazdılar. Yazanlar kaçak şimdi.
Önce tutuklanıp sonra serbest bırakılan Nazlı Ilıcak, o uyduruk analizlerin ekranlardaki sözcüsü oldu. “Bu kadın var ya bu kadın” diyerek bana iftiralar atıyordu.
Aradım, “O analiz doğru değil, siz kitabı okudunuz mu” dedim ama o, bildiğini yapmaya devam etti.
15 Temmuz’a giden süreçte büyük suç ve günahları olan Ilıcak, şimdi serbest.
Ergenekon, Balyoz kumpasları sürerken. Şimdilerde milyonluk takipçisi olan, o günlerde ise Gülen’in dizinin dibinden ayrılmayan eski bir İLEF’li televizyoncu, Radikal’de “İlker Başbuğ ve Nuran Yıldız” tutuklanacak yazdı.
Hatırlayacaksınız, tutuklanacak kişilerin ismi FETÖ’cü gazeteciler aracılığıyla önce medyaya servis ediliyor, ardından tutuklamalar geliyordu.
Doğan Şentürk gibi güya arkadaşım olan gazeteciler, yönettikleri televizyonlarda tutuklanacağımı, ana haberlere taşıdılar. Sonra hiç sıkılmadan “haberim olmadı” dedi FOX’u yöneten Şentürk, söylediği doğru değildi. (FETÖ’nün palazlanma sürecinde masum medya neredeyse yoktur.)
Haberi izleyen konu komşu hasta annemi aradı, “Nuran tutuklanmış öyle mi” dediler. Parkinson olan annemin hastalığı, bir haftada bir yıllık ilerledi.
Nereye gittiysem oradan, anneme telefonda sesleri dinlettim, kuşlar, trafik vs. tutuklanmadığımı kanıtlamak için uğraştım.
İçinde kitap, pijama, çarşaf, havlu, ağrı kesiciyle çantam hazır, her sabah saat 5’te, tutuklamaya gelecek polis araçları bekledik pencerede.
Evimde hep birileri kaldı, polisler bulacakları delilleri yanlarında getirdikleri için, o sırada yalnız olmamam lazımdı.
“Neden tutuklanacağımı hiç bilmiyorum, ben yanlış bir çizgi bile çizmem” dedim, avukatım Şahin Mengü’ye.
“Seninle ilgisi yok zaten” dedi, “Başbuğ’u tutuklayacaklar, yolu döşüyorlar.”
O zor süreçte, hiç ama hiç kimse arayıp sormadı. Ne tanıdığım siyasetçiler, ne dost bildiğim insanlar. Derim o zaman kalınlaştı.
Eyvallahsızlığım o günlerin mirası.
FETÖ’nün hedefindeki Org. Başbuğ, basın toplantısı düzenleyerek boş bir lav silahı gösterdi. Herkesle birlikte “ne gereği var” şaşkınlığıyla izlediğim basın toplantısını, benim organize ettiğimi yaydılar.
Çok sonra öğrendik ki o toplantının fikrini veren, şu an halâ birçok devlet kurumuna danışmanlık yapan eskimiş bir iletişim danışmanı idi.
Şimdilerde. Habertürk başta olmak üzere televizyonların vazgeçilmezi, adı lazım değil bir gazeteci bozuntusu, o günlerde FETÖ’nün sağlam neferiydi, hakkımda asılsız yazılar yazıyordu.
O yazılardan birine kızıp, dostum Erol Olçok’u aramıştım. Gece çalışıp gündüz geç kalktığı için, öğleye doğru uykulu bir sesle, “Tam 7 kez aramışsın. Bu senin tarzın değil, ne oldu, üçüncü dünya savaşı mı çıktı?” demişti.
Konuyu anlatınca “Boş versene, adam hasta” demişti. Adam hasta ama halâ ekranlarda yorum yapıyor!
O günlerde, FETÖ’nin kullanışlı neferi karı koca da (boşandılar mı ne) ekranlardan, vatansever herkese saldırıyorlardı. Şimdilerde sanki hiç suçları yokmuş gibi utanmadan, ekranlarda boy göstermeye devam ediyorlar.
Gerçekten de bu ülkede, ne yaparlarsa yapsınlar bazı tiplere hiçbir şey olmuyor.
Ülkenin uçurumun kıyısına doğru sürüklendiği o süreçte, durumun farkında olan, uyarıda bulunan herkes ağır faturalar ödedi, ödedik.
Ruhlarımız yaralandı, sevdiklerimizi kaybettik.
Sürecin günahı kolay kolay temizlenmez. Aldatıldığınızı söyleyerek uyarıda bulunanları düşmanlaştırmalarına, itibarsızlaştırmalarına göz yumulması günahı kat be kat katlıyor çünkü.
Ve. 15 Temmuz gecesi. Yazlıkta akşam yemeği yerken telefonum çaldı. Telefondaki iş adamı “Darbe oluyor” dedi, “dalga mı geçiyorsun” dedim. Sesindeki panik inanmama yeterdi, “sana Kassandra diyorlar, sence ne olur bu işin sonu” sorusuna verdiğim cevabı, çok sonra bana hatırlattı: “Bu devletin kendini koruma refleksine güvenmek zorundayız.”
Bir saat kadar sonra, işkence misali o telefon tekrar çaldı, açmasaydım iyiydi ama açtım, “Erol’u öldürdüler” dedi karşımdaki ses.
“Mümkün değil” dedim, “Erol Olçok ölmez.” O hayat dolu adam mümkün değildi, ölmezdi.
Ağladım. Ağladım. Dost kaybetmişler varsa, onlar beni anlayacaktır.
Geriye doğru bakınca, her şeyin Pentagon’un davetini reddetmemle başladığını görüyorum.
“Tanklar ve Sözcükler” basıldıktan sonra, 2007’de, beni Pentagon’a davet ettiklerinde, kitabımı İngilizceye çevirmeyi teklif ettiklerinde kabul etseydim, başıma bunların hiçbiri gelmeyecek, en çok okunan, en çok tanınan, paylaşılamayan kişi olacaktım.
O daveti reddetmek, o olanakları elimin tersiyle itmek, benim gibi bu vatana aşkla bağlı olanlar için bir onur meselesiydi.
15 Temmuz’u doğru anlamak gerek.
Bu vatana çıkarla değil, aşkla bağlı olanlara selam olsun.
Not: Yazıyı sonuna kadar okuduysanız ne mutlu bana. Ki daha çok eksik.