Yaşamımın tamamı benim seçimlerim mi yoksa alnıma yazılanları
mı yaşıyorum? Bir trenin içindeyim ama yolcu muyum makinist
miyim bilmiyorum. Belki kondüktör? Ama kesin olarak bir makasçı
var, karar verdiğimde trenimi bir raydan alıp ötekine
yerleştiren…
Kimse işin içinden çıkamamış. Benim de çıkmak gibi bir derdim
yok ama bir süredir ‘kader’ kavramı üzerine düşünüyorum.
Kimileri yazgıya inanır kimileri seçimlere. Kimileri der ki
“Annemizi, babamızı, ülkemizi seçmeden doğduk” ve başkaları da
aslında senaryoyu önceden okuyup, seçerek geldiğimizi düşünür.
Dünyaya farklı zamanlarda pek çok kez, farklı formlarda
geldiğimize inananlar da var. Her defasında alacağımız ders
başkadır. Paralel evrenlere, farklı boyutlara, zamansızlığa
inananlar da az değil. Ben bilmiyorum. Kafamın içindeki
düşüncelerle, inançlarım çelişiyor. En çok inandıklarımdan da
şüphe eden bir yanım var. Hayata 180 derece bakmanın insanı
yere seren bir ağırlığı var.
Kendi hayatımda öyle şeyler yaşadım ki kaderi kabul etmek
zorunda kaldım. Bütün o tesadüflerin karşıma çıkardığı
duraklar, insanlar, olaylar… Daha lisedeydim ve Matbaacılar
Sitesine gitmek için bindiğim taksinin şoförü “Milliyet
Gazetesi’ne mi” diye sorduğumda, “Şimdi değil sonra çalışacağım
orada” demiştim. Ve üzerinden 20 yıl geçtikten sonra ben o
binada çalıştım. Hürriyet Gazetesi oraya taşınmıştı. Onu bir
şekilde biliyordum. Taksi şoförüne neden öyle dediğimi o esnada
bilmesem de… Ancak kaderciliği de sevmem. Yaşamıyla ilgili
sorumluluk alamayanların, kurbanı oynarken en çok sığındığı
kelimedir kader. Karakterimizin kaderimiz olduğuna çok
inanırım. Zira daha çocukken bir zalim kayınvalide görmüştüm,
diğer gelinine melek gibi davranan. Çoğu zaman bize yapılan
muameleye kendimiz izin veriyoruz. Tahammül sınırlarımız
hikâyeyi yazıyor. Sonra da buna kader diyoruz.
***
Yaşadığımız dualite (ikilik) dünyasında her şey zıddıyla var. Özgür irade, ancak seçim yapma hakkının bize bırakılmasıyla mümkün. Eğer seçim yapıyorsam kaderimden de ben sorumluyum. Boşuna “Kader gayrete âşıktır” demiyorlar. İsra 13. ayeti de
(Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı
kıldık) kaderimizdeki çabamızdan söz eder. Şems-i Tebrizi ise
diyor ki “Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını
verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya
aittir. Öyleyse ne hayatın hâkimisin ne de hayat karşısında
çaresizsin.”
Belki ne zaman ve ne şekilde öleceğimiz kaderimizdir. Belki
gerçekten bu dünyaya gelmeden, alacağımız nefesin sayısı
bellidir. Belki bazen bir el uzanıp yolunuzu kapatıyordur.
Belki bazen o el, kapalı bir yolu açıyordur. Geçenlerde
Facebook’ta bir video karşıma çıkınca “Ben bu sıralar kader
üzerine bu kadar çok düşünürken bunu izlemem tesadüf olamaz”
dedim.
Çölde suyu biten bir adam dua ediyor ama bir mucize gerçekleşip
matarasına su dolmuyor. Sinirle attığı matarası ışıklı bir
panoya çarpıyor. Panodaki seksi kadın önündeki musluğu işaret
ediyor. Adam çılgınlar gibi musluğa doğru koşarken, bir el
uzanıp adamın yönünü değiştiriyor. O yönde hayvan
iskeletlerinden başka bir şey yok. Adam panoya doğru gitmekte
ısrarlı… Musluğa doğru koşarken, el sürekli onu engellemeye
çalışıyor. En son musluğa sarıldığında el, silgiyle musluğu yok
ediyor. Bizimki pes etmiyor. Uğraşıp didinip musluğu tamir
ediyor ve o kadar çaba sonucunda diline bir damla su düşüyor.
Zafer kazanmışçasına seviniyor. Oysa son sahnede görüyoruz ki
üzerine hayvan iskeletleri serilmiş yol, adamı bir şelaleye ve
önündeki gölde kokteyl içen bir kadına çıkıyormuş. Beklemekten
sıkılan kadın diğer kokteyli de kafasına dikiyor ve film
bitiyor. Belki yürümemiz gereken bildiğimiz değil de
bilmediğimiz bir yoldur. Seçmemiz gereken bize kolay görünen
değil de zor görünendir, bir bilinmeyendir.
***
Videoyu izleyince hayatımda ısrar ettiğim hiçbir şeyin hayrını
görmediğimi hatırladım. Bazen kaderi ağlatıyoruz sanki. O
videodaki adamın yaptığı tam olarak bu ancak gayret etmeyi de
unutmamalı sanırım. Savaşlar çıktığında hareket edenlerin
(mülteciler) daha fazla hayatta kaldığı, hiçbir şey yapmadan
evinde, köyünde oturanların ölme oranının ise daha yüksek
olduğu tespit edilmiş. Çoğu zaman ‘karar verememenin’ ardına
sığınırız, haksızlık ederiz. Karar verememek de bir karardır.
“Savaş çıktı kaçıyoruz” nasıl bir karar ise “Savaş çıktı ama
hiçbir yere gidemem” veya “Savaş çıktı ne yapacağımı
bilmiyorum” demek, gidememek, çakılıp kalmak, gitme cesaretini gösterememek de bir karardır. Nasıl vazgeçmek bir seçimse,
vazgeçememek de bir seçimdir.
Kaderimize kararlarımızla yön veriyoruz. La La Land filminin
zarifçe gösterdiği gibi aslında davranışlarımızdaki küçücük
farklılıklar bile tüm hayatımızı nasıl farklı yaşamamıza neden
olabiliyor.
Kader deyince Slumdog Millionaire romanını ve filmini anmamak
olmaz. Varoştan gelen Cemal’in milyoner olması filmde
“Kaderinde var” cevabıyla açıklanıyor. Filmin son sahnesinde,
hayatının aşkı Latika’yı öperken Cemal, “Bu bizim kaderimiz”
diyor ama tüm hayatı boyunca onu aradığına, asla ondan
vazgeçmediğine, hatta ‘Kim Milyoner Olmak İster’ yarışmasına
sırf onu bulabilmek için katıldığına değinmiyor. Çaba ve
verilen emek göz ardı edilemez. Kader gayrete âşık işte! En
kaderci film bile farkında olmadan ‘gayret’ konusunu işliyor.
Ya ‘Kim Milyoner Olmak İster’ yarışmasında karşısına çıkan tüm
soruların bildiği yerden gelmesi… Gayreti gösterene mutlak
kaderin sunduğu hediyeler mi diyeceğiz buna?
***
Kader her seferinde Tanrı’nın yeryüzüne inip size mucizeler
bahşetmesi değildir. Tanrı bazen size bir insan gönderir
kurtuluşunuz olsun diye. Bazen bir mesaj, bazen bir işaret…
Kasabayı sel basınca kilisenin damında Tanrı’nın yardımını
beklerken üç kere kendisini almaya gelen sandalı geri çeviren
papazın durumuna düşmemek lazım. Ölüp de diğer tarafa gidince
isyan eder “Beni kurtarmadın” der Tanrı’ya. Tanrı da üç kez
sandal gönderdiğini hatırlatır. Bazen tüm ömrünüz boyunca
ettiğiniz duanız kabul olur, dileğiniz gerçekleşir ama belki de
siz onu almaya hazır değilsinizdir. Ya da dileğinizin
gerçekleştiğini fark edemeyecek kadar avanaksınızdır.
Evet, bu sıralar hep kaderi düşündüm. Ve aldığım, alamadığım
kararlarımı, seçimlerimi…
Yaşamımın tamamı benim seçimlerim mi yoksa alnıma yazılanları
mı yaşıyorum? Bir trenin içindeyim ama yolcu muyum makinist
miyim bilmiyorum. Belki kondüktör? Ama kesin olarak bir makasçı
var, karar verdiğimde trenimi bir raydan alıp ötekine
yerleştiren… İlk ve son istasyonum belli, yolculuk boyunca ben
karar verdikçe bir el makası değiştiriyor. Gideceğim yönü
kendim seçiyorum. Yoluma raylar döşeniyor, bir film platosu
gibi sahneler kuruluyor, paket bazı olayları ve kişileri
kapsıyor, bazıları ise bonus… Sürprizler çıkıyor karşıma; bir
istasyonda karnavala denk geliyorum, bir vagonda konser
dinliyorum, bir yolcu bana yemek ısmarlıyor, armağanlar
alıyorum, bir hırsıza çantamı kaptırıyorum, âşık oluyorum, onun
bir istasyonda inmesi gerekiyor üzülüyorum, sonra trene binen
başka bir yolcuya gönlümü kaptırıyorum, bir istasyonda teknik
arıza nedeniyle bekliyorum, bazen lokomotif arıza yapıyor
yerimde çakılı kalıyorum, bazen inip başka birinin trenine
biniyorum. Son nefesimi verene kadar, kararlar vereceğim ve
tren raylarda ilerlemeye devam edecek. Bazen hiçbir şey yolunda
gitmez ama bu yine de varacağımız son noktayı değiştirmez.
Galiba kaderi “Seçimlerim bana ait ancak Tanrı öyle bir bilgi
sahibi ki ne karar vereceğimi önceden biliyor” diyerek
açıklamak yeterli. Peki Tanrı’yı şaşırtmak mümkün mü?
Buda’nın “Sonunda üç şey önemlidir: Ne kadar sevdiğin, ne kadar
nazik yaşadığın ve yazgında olmayan şeylerden nasıl zarafetle
vazgeçebildiğin” dediği iddia edilir.
Varsın Buddha söylemiş olsun veya başka birinin toplumca
evrilmiş deyişi… Zaten Buda diye biri gerçekten yaşadı mı onu
da bilmiyoruz. Söz güzel, başka söze gerek yok.
Ah bir de işaretleri kendi dilimizde değil, işaretlerin dilinde
okuyabilsek…
Şimdi izninizle bu istasyonda biraz mola vereceğim, makinist
karşımda bir işaretimi bekliyor.