Vedat Milor onları küçük parçalara doğradı
Gastronomiyle ilgili yazı ve TV programları ile geniş bir hayran kitlesine sahip olan Vedat Milor son köşe yazısı ile büyük yankı uyandırdı.
Ünlü yemek eleştirmeni Vedat Milor , son olarak Instagram hesabından yaptığı paylaşım ile Türk lokantalarında video çekmeyi bıraktığını açıklamıştı.
Milor buna gerekçe olarak ise, ziyaret ettiği restoranların kendisine özel muamele yapmasını ve bunun da kendisini objektif değerlendirme yapmaktan alıkoymasını gösterdi.
Uzun yıllar dünyanın saygın üniversitelerinde ekonomi ve sosyoloji eğitimi alan ve sosyoloji profesörü olarak dersler de veren Vedat Milor bugünkü köşe yazısında ise gastronomi yerine sosyolojik problemlere değindi.
Yavaş yavaş ulusal bir sorun olmaya doğru evrilen "sosyal medya trollerini" masaya yatıran Milor, çok önemli tespitlerde bulundu.
İşte o köşe yazısı;
- Sosyal medya Vedat Milor'a ne yaptı?
Yukarıda gördüğünüz iki fotoğraf da benim... Hayır, aralarında zaman açısından büyük bir fark yok. Tek farkı; bu fotoğrafı yayımlayan takipçim (@TweetciHanim)tespit etmiş: Biri Twitter’dan önce, diğeriyse ben Twitter’a girdikten sonra çekildi. Stres, sinir, kızgınlık… Ne ararsanız var. Geçen hafta Instagram’dan artık Türkiye’deki restoranlardan video paylaşmayacağımı duyurdum. Tepkiler beni yıldırdı. Bu fotoğraf, o kararı açıkladığım videodan alınmış. Daha önce programım ‘Tadı Damağımda’da yemek yerken telefonumun denize düşmesini umursamamış, “Ondan artık hayır gelmez” diyerek önümdeki yemeğe ve çekime devam etmiştim. Böyle umursamaz biriyken nasıl bu hale gelmiş olabilirim? Sosyal medya bana ne yaptı?
Sosyal medya Vedat Milora ne yaptıTakipçimin iki fotoğrafı yan yana koyarak oluşturduğu tezat, bende bir ‘intervention’ etkisi yaratıyor. ‘Intervention’, zararlı hale gelen bir alışkanlıktan kurtulabilmeniz için dostlarınızın sürpriz şeklinde tertip ettiği müdahale toplantılarına verilen ad. Bir nevi, seni birinin tutup kendine gelmen için kuvvetlice silkelemesi. Bu tabii ilk değil. İlk anekdottan başlayayım...
Brown Üniversitesi, Sosyoloji bölümü başkanı alı al, moru mor içeri giriyor. Adamcağız asansörsüz olan eski binada dört kat tırmanıp ofisime daldığında ağzından şu sözler dökülüyor: “Üçüncü sınıf öğrencilerine ders veriyorsun. Geldiğin Berkeley’de Michael Burawoy’un doktora öğrencilerine verdiği seminer değil bu. Sınıfın ancak yüzde 10’u anlıyor dediklerini! Ortalamayı tuttur.” Profesör haklı. Gerekli bir ‘intervention’ bu. O zamanlar, yani 1993 yılında çiçeği burnunda bir profesörüm... Karşımdaki öğrencilerin düzeyini tam kavrayamamışım.
Bu statüyü bana yakıştırıyorlar
Fakültede en genç ben olduğum için ceket-kravat giriyorum derslere. Ciddiye alınmak için bu, elzem. Giriş seviyesindeki profesör maaşları malum. Tek bir takım elbisem, iki ceketim var. Bölüm başkanının azarlamasından bir gün sonra okula yürüyorum. Sosyoloji Teorisi... O günkü konu; Karl Marx. Nasıl basitleştirebilirim konuyu? Hızlı hızlı yürürken birden küçük bir bataklığa saplanıyorum. Islak çimento... İşaret konulmamış. Tek iyi pantolonum dize kadar çimento içinde. Bana bunu yapanın...
Sınıfta bakışlar üzerimde. Palyaçoya dönmüşüm. Ağzımdan şu sözler dökülüyor: “Marx işçi sınıfını devrimci bir güç olarak gördü ama beni bu hale getiren işçiler. Çok kızgınım onlara. Nesnel olamam bu derste. Bugün havadan sudan konuşalım!” Öğrenciler gülmekten kırılıyor ve buzlar çözülüyor. Devre sonunda, bana uyarıda bulunan bölüm başkanı profesör, öğrencilerden bu kadar iyi değerlendirme alan birini görmediğini söylüyor.
Profesyonel yaşamımın ikinci ‘intervention’ı Nasreddin Hoca’nın tepsiyi kırmadan kızını tokatlaması gibi. Milliyet’te hasbelkader yazmaya başlamadan önce Mektebi Sultani’den yakın arkadaşım olan Cengiz şunları söylüyor: “Oğlum, basında seni çok yaşatmazlar. Standartların çok yüksek. Hiçbir mekânı beğenmeyeceksin. Okur sıkılacak kısa sürede.”
Üniversite giriş sınavında ders bile almadan ilk 10’a giren ve matematikte hep sınıf birincisi olan Cengiz Yücel aptal sayılmaz. Kafa yormak lazım söylediğine. Ben de ‘türünün en iyisi’ diye bir kategori geliştiriyorum. Böylece ülkemizdeki en iyi balıkçı, bırakın İspanya’yı veya İtalya’yı, Yunanistan’da bile ilk 10’a giremese de beş yıldız alabilecek. Olanın en iyisi. Böylece herkes kendisini iyi hissedecek. Kötü olanların ise “Adım Hıdır, elimden gelen budur!” deme şansları kalmayacak.
Sonuç gene başarılı. Ünlü olmak zerre kadar umurumda olmasa bile bazıları bu statüyü bana yakıştırıyor.
İşte Twitter’da denk geldiğim ve beni hayli güldüren yan yana konulmuş fotoğraflarım da bu sosyal medya mevzuunu çok daha fazla düşünmeme yardımcı oldu. Bu mecrada atılan mesajlara bakarsak; öğrenciler ve okurlar benim empati kurabildiğim, nispeten homojen grupları oluşturuyor. Yorum yapanlar arasında çoğunlukta olan iki grup var: Beni uzun yıllardır gazete yazılarından takip edenler ve yazılarımı bilmeyip televizyondan tanımış olanlar. Bu yorumcularla diyalog kurmak zevkli. Onların sevgisi pozitif enerji yaratıyor. Onların yazdıklarını okuyunca düşünüyorum, yeni şeyler öğreniyorum, yazılar için ilham alıyorum. Ayrıca bu kitle arasında zaman zaman gayet düzgün bir dille çok yerinde eleştiriler yöneltip beni hem kendim hem kamu yararına daha iyisini yapmaya özendirenler yüksek sayıda. Takipçilerimin yüzde 90’ı bu kesime giriyor. O yüzden paylaşımlarımı yorumlara kapatmak istemiyorum. Hatta yanımda olsalar o tanımadığım insanlara sarılacağım. Ama işte madalyonun bir de öteki yüzü var: Sosyal medya canavarları...
O insanlara sarılmak istiyorum
Sosyal medya canavarları her yaştan insan barındıran, çok tehlikeli bir grup. Tehlikeli çünkü asıl amaçları benim paylaşımlarımın içeriği hakkında yazmak değil. Amaçları, benim ve dişlerini geçirecekleri başkalarının paylaşımlarını kullanarak farklı kazanımlar elde etmek. Örneğin, benim vereceğim yanıta bağlı olarak kendi takipçi sayılarını artırmak, negatif iletişimle kendine yüksek değer atfetmek veya sadece dijital sosyalleşme... Ona buna saldırıyor, herkese, her şeye yorum yapıyor, daima takdir bekliyor, aksi takdirde kavga etmeye çok hazır ve provokatif. Bu sosyal medya canavarları arasında da üç farklı tipte insan var: Cahiller, aşağılık kompleksli demagoglar ve iftiracılar.
- Sosyal medya canavarları
Cahiller
Sosyal medya Vedat Milora ne yaptı
Bu grup çoğunlukta. Mesela bir yorumda beni bir otomobile yakıştırıyorlar. Kendi dünyamda yaşadığım için ne olduğunu bilmiyorum. Soruyor, öğreniyorum. Ne olduğunu anladıktan sonra da komik olduğunu düşündüğüm bir tweet atıyorum: “Doblo’yu inceledim. Ülkedeki ihtiyaçların hepsini tek bir potada eritip optimal çözüm sağlayan bir buluş. Tebrik etmek lazım. (Siz söylemeden belirteyim: Hayır, Fiat ile reklam anlaşmam yok).” Bu tweet’teki ironiyi bir şempanze bile anlar. Ama hayır. Şempanze zekâsına ulaşmamış insan sayısı azımsanmayacak miktarda. Aynısı menemen sorusunda da başıma gelmişti. ‘En büyük gastronomik problemimiz (!)’ gibi bir ifadeyle bu konunun çok irdelenmesini iğnelemek istemiştim. Ancak iğne filan fayda etmedi. Devasa tsunami dalgasının önünde duramadım.
Kompleksli demagoglar
Bunlar her fırsatta kendilerinin ne kadar erdemli olduğunu göstermek için yanıp tutuşan bir kesim. Neden-sonuç ilişkileri konusunda sekiz yaşın ötesine geçememişler. “İnsanlar açlıktan ölürken sen mideni düşünüyorsun”, “Hastanede insanlar can çekişirken sen yemek programı yaptın” türü tweet’ler... Bu tip büyük lafların gerisinde çok ciddi psikolojik yaraların, patetik bir kıskançlığın yattığını bilmek için psikoloji doktorası gerekmez. Bu insanlara biraz acıyor ama çoğunlukla kızıyorum. İçimden, “Benim elimde yetki olsa sizi toplatıp mülteci kamplarındaki bahtsızlara yardıma gönderirim” diye geçmiyor değil. Ama sonunda boş veriyorum.
İftiracılar
Sosyal medya Vedat Milora ne yaptı
Sosyal medya onlar için bir iftira ve hakaret aracı. Mesela, restoran eleştirmeninin bir restoranı ücret karşılığı övmesi herhalde o mesleğe yapılacak en büyük ihanet. “Nesnel olabilmek için restoranlarla maddi ilişki içine kesinlikle girmiyorum” şeklinde izahatta bulunma zorunluluğuysa bir eleştirmen için en büyük utanç. Ne var ki bunu anlatmak mümkün değil. Bazen kötü deneyim yaşadıkları bir restoranı beğenmişsem hemen o restorandan para aldığım sonucunu çıkarıyorlar. Daha da vahimi var: Lokantanın adı verilmeden, yok falanca ilçedeki bir mekândan para istediğim, yok her ay ünlü bir restorana serbest meslek makbuzları kestiğim gibi şeyler yazılıyor. Üstüne gidince bu insanlar hemen kaçıyorlar. Atmaya çalıştıkları pislik yanlarına kalıyor. Tıpkı bir yaya geçidinde yayaya çarpıp kaçan sürücü gibi.
Ülke gastronomisine naçizane katkım: Lezzet Rehberi
İşte, beni bu hale getirenler bunlar...Hasbelkader içine düşülen böyle bir cadı kazanında her düzgün insan, “Nasılsa fark etmiyor, tek enayi ben miyim” diye düşünür. Kötü, iyiyi kovar. Ancak dikkat ettiyseniz, her ‘intervention’ hayatımda güzel bir şeye vesile olmuş. Bu hikâyede de aynısı söz konusu. Sosyal medyadan ilettiğiniz eleştirilerden bir güzellik yaratarak ülke gastronomisine naçizane bir katkıda bulunmak istedim. Ekonomik baskılar ve kâr hırsı neticesinde, kalite yerine maddi çıkarlara öncelik veren restoranların sayısı artıyor. Ancak mesleğine duyduğu saygı ve tutkuyla hâlâ kaliteli malzemenin peşinde koşan restoranlar da var. Çok daha kötü mekânlar dolup taşarken sizin işinize gösterdiğiniz özenin hak ettiği ilgiyi görmemesi cesaret kırar. Bu duygunun nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyorum. Peki sonuç? Cesareti kırılan ve maddi olarak zarar eden iyi yerlerin giderek yok olması. İşte hak edenlerin seslerini duyurabilmesi için pırıl pırıl insanlardan oluşan gönüllü tavsiye ekibimle sizlere en dürüst ve güvenilir restoran tavsiyelerimden oluşan bir ‘Lezzet Rehberi’ hazırladık. Tarafsız kalabilmesi için kimseye muhtaç olmadan basit bir uygulamayla başlangıç yaptık. Umarım sizlere fayda sağlayabilecek bir girişim olur. Bu rehbere rehber.vedatmilor.com adresinden ulaşabilirsiniz.