Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı iki bölümde düşünürseniz, Türkiye’nin neden hemen her konuda ikiye bölündüğünü de kavrayabilirsiniz.
Cumhurbaşkanının yönetim tarzını “karakteristik nitelikleri” ve “politik meseleleri” olarak iki bölümde incelemek gerek.
Karakter, kişiliğin davranışa yansıyan nitelikleridir.
Erdoğan’ın halk desteği büyük oranda karakterine dayanır, politik kararlarını da buraya dayandırır.
Mesela. Taksicilerle çay içer. Hasta ziyaretine gider, cenazelere katılır. Telefon eder. Ailesine önem verir. Tatilini gözlerden uzak yapar vs.
Ama. Onu tanıyanların en çok kullandıkları söz “vefa”sıdır.
Geçen hafta.
15 Temmuz’da kaybettiğim dostum Erol Olçok’un annesi öldü.
Anne acı yorgunuydu. Yaşamak için direnmedi.
Vefatından iki gün sonra, Erol’un kardeşi Cevat’a başsağlığına gittim.
Kapıdaki araçlardan anladık ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la aynı dakikalarda oradaydık.
Kapıda beklemekle içeri girmek arasında kararsız kaldım.
Oldum olası, üst araması vs. koruma protokollerinden sıkılırım.
Bekledim.
Cumhurbaşkanı o gece sabaha karşı Afrika’dan gelmişti.
Aynı uçaktaki gazeteci arkadaşlarım ertesi gün kendilerine gelmekle meşgulken Erdoğan, dört yıl önce kaybettiği danışmanının annesi için başsağlığı ziyaretindeydi.
Çıkışta gördüm, yüzü yorgundu. “Dinleneyim sonra giderim başsağlığına” diyebilirdi, dememişti.
Onca tartışmalı siyasi kararlarına rağmen halk desteğinin sürmesine buradan da bakmak lazım.
“Neden Erdoğan gibi güçlü liderlerimiz yok?” sorusunu soranlar.
Çünkü sizin sadece liderlik değil, herhangi bir makam koltuğuna oturanlarınız bile, kendisini oraya getiren insanları hatırlamıyor.
Yaralarına merhem olmuyor. Zor günlerinde yanlarında durmuyor.
Örnek.
Kemal Kılıçdaroğlu, SSK Genel Müdürlüğünden bu yana dostumdur.
Grup başkan vekili olduğu günlerde “CHP’yi kurtarmak” yemekleri yediğimiz kişidir.
İlk Parti Meclisi’nde birlikte çalıştığımız Genel Başkanımdır.
Annemi kaybettim. Özel kalemi biliyordu. İsmail Küçükkaya da sabah yayınında annemi anlatmıştı.
Kemal Bey gelmeyi bırakın, telefonla bile başsağlığı dilemedi.
Vefa kavramı üzerinde durmazsak siyaset, sadece bir yorgunluktur.
HASTA RUHLAR YÜKSELİYOR
Grammy 2020’de “beş ödül alan en genç şarkıcı” Billie Eilish’in adını ilk kez duyduğumdan araştırdım.
Gördüğüm resmin özet cümlesi şuydu: Hasta ruhlar yükseliyor.
Ya bu hasta ruhları anlarız ya da onlara teslim oluruz.
Yasaklarla sorunu çözeceğimizi sanırsak da, onların yer altına inmelerini garanti etmiş oluruz.
Yeraltından kastım, suça yönelmeleri değil, alt bir yaşam katmanına inmeleri.
Kim bu Billie Eilish?
Yazan çizen, müzikle uğraşan bir ailesi var.
Tıbben hasta. Müzik ödüllerine doymayan kızımızda “tourette sendromu”na bağlı ses tiki var.
Yüz ifadesi korku filmlerinden fırlamışçasına donuk. Korku filmi seviyor.
Umursamaz bir tarzda. Cool’lukla sevimlilik arasında gidip geliyor.
Sesi aman aman değil, şarkıları depresif bir sakinlikte.
Uyku sorunu var.
Tutarsız. Bir yandan “düzen”e itiraz ediyor gibi, bir yandan düzenin önemli sembolleriyle içli dışlı.
Ödül töreninde olduğu gibi baştan sona Gucci’li, marka seviyor.
Kimseye benzemiyor gibi yapıp, kendi kuşağındaki herkese benziyor.
Sosyo-psikolojik melez.
Bana göre itici mi itici.
Ve fakat.
“İtici” deyip dışlayacak mıyız? Dışlanan biz oluruz o zaman. Çünkü kalabalıklar.
Onların “normal dışı”lığı, bizim normal olduğumuzu göstermiyor. “Normal”in değiştiğini gösteriyor.
Kafa yormak lazım.
KIZILAY BAŞKANI GÖREVDEN ALINMALI
Çünkü;
Bir, depremde millet can derdindeyken para toplamaya kalktığı için.
İki, “Vergi kaçırmak başka, vergiden kaçınmak başka” gibi abzürt bir ifadeyle devlet gelirine engel olmaya kılıf aradığı için.
Üç, Kızılay gibi gözbebeğimiz kurumu, vergi kaçırmak gibi olumsuz ifadelerle yan yana getirdiği için.
Dört, görevden alınması, Cumhurbaşkanına duyulan güvene kocaman bir tuğla daha koyacağı için.
Böyle durumlarda inatlaşma olmaz, işin tavı diye bir şey var.
CEM YILMAZ’I KURTARMAK
Başlık sanki “Er Ryan’ı Kurtarmak” gibi oldu.
Cem Yılmaz’ı çok eleştirdim, tıpkı Yılmaz Erdoğan’ı eleştirdiğim gibi. Markalarını hor kullandıkları için.
Zira onlar bizim kültür hazinelerimiz olabilecekken, kendi şaşalı görünen küçük dünyalarında kalmayı seçtiler.
Kişisel tatminlerini, toplumsal tatminlerinin önüne koydular.
Büyük markalar, uzun yol araçları gibi davranmalılar, Ferrari gibi davranamazlar.
Nasıl ki TIR’ların manevra alışları ağır, zorlu ve geniş bir alan ister öyle.
Umarım Cem Yılmaz son filminin gişede çakılması sonrasında biraz düşünür.
Umarım Yılmaz Erdoğan da, yılbaşı çekimlerinde Mükremin Abi’nin gördüğü ilgi üzerine kafa yorar.
BENCE
Bir, kabine değişimi gündeme geldikçe medyaya ağırlık vererek koltuğunu koruyacağını sanan bazı bakanlar hayal kırıklığına uğrayacak.
İki, Ekrem İmamoğlu kayak tatilini açıklarken “aile mi vatan mı dendiğinde vatan diyenlerin ülkesinde “aile” vurgusu yapmasa iyi olurdu.
Üç, hızlı tren ve Avrasya tüneline zam yapan arkadaşlar ya bu araçları hiç kullanmıyorlar ya da hesabını bilemeyecek kadar çok paraları var.
Dört, TSK’nın yeni üniformasının beresini kullanmasa Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’i hiç göremeyeceğiz.
Beş, 100 üzerinden 50 alanlardan bekçi yapmak başımıza çok iş açacak.
Altı, adeta stüdyoda yatıp kalkan ve “Tv’ye çıkmak hayat tarzı oldu” diyen Ersan Şen, ekranlar kendisini unutunca travma yaşayacak.
Yedi, televizyon programlarında konukların cep telefonuna bakmaları yasaklansa iyi olacak. Kimse kimseyi dinlemiyor.
Sekiz, sevgiyi karatla ölçen pırlanta reklamları kadar sinir bozucu çok az şey var.
Dokuz, Türkiye Futbol Federasyonu, kazandığı zaman kendine yazan, kaybettiği zaman sistemi şaibeli gösteren teknik adamları uyarsa iyi olacak.
GALİBA
Bir, ülkemizde ödül almayanı dövüyorlar, Anadolu Yayıncılar Derneği’nin ödül vermediği neredeyse bir ben kalmışım.
İki, Ekrem İmamoğlu ile Acun Ilıcalı’yı benzeten Abdülkadir Selvi “metafor” kavramıyla “benzerlik” kavramını karıştırıyor.
Üç, her şeyi yönetenler zamanlamayı yönetemiyorlar.
Dört, Sergen Yalçın’la Beşiktaş’ın kan uyumu tuttu gibi, Sergen o eski sorunlu haline dönmezse.
Beş, Arda Turan’ın son yaptığı özeleştiri kokan ve Galatasaray’ı yücelten açıklaması profesyonel bir elden çıkmış.
SEVDİM
Türkiye Ermeniler Patriği Maşalyan’ın “Hakikâtten daha büyük din yok” demesini,
Oyuncu Celil Nalçakan’ın “Bazı arkadaşlar meşhurluğu meslek sanıyor” demesini,
Markasını berbat yöneten Nesrin Cavadzade’nin özgüvenle “Ben gerçek bir Kezban’ım” demesini sevdim.
AKLIMDA KALAN
23 Nisan’ın 100’ü: Ortada ne telaş var, ne de heyecan. Bizi bu umursamazlık hali bitirecek. Şurada kaldı 81 gün. @23nisanin100u #23nisanin100ü