Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Parti üyeliği töreninde yaptığı konuşmanın sonlarına doğru “dava arkadaşlığı/ahiret kardeşliği” meselesini anlatırken söylediği şu sözler önemliydi:
“Rabbimiz ne buyuruyor; dağların bile çekemediği yükü insan yüklendi. Şimdi bunun hakkını hep beraber vermemiz lâzım!”
Cumhurbaşkanı’nın vurgu yaptığı mesele Ahzâb Suresi 72’nci âyette şöyle geçiyor:
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”
İmam efendilerin sabah ve akşam namazlarından sonra cemaate okuduğu Haşr suresi son âyetlerinde de bu meselenin biraz daha açıldığını görüyoruz.
Haşr 21 şöyle:
“Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”
Bu âyetin hemen arkasından gelen bir Esmâ (İsimler) zinciri var. Allah “O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” diyerek içinde çok ciddi bir ikaz bulunan ilândan sonra, 23’ncü âyette Esmâü’l Hüsnâ’dan bazı isimleri son derece ilginç bir terkip ile sıralıyor:
“El-Melîk, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’mîn, El-Müheymîn, El-Azîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir”...
Niye acaba?
Bildirilen 99 isimden bu isimleri niye böyle bir sıralama ile niçin zikrediyor olabilir?
Bu isimlerle, dağların bile yüklenmekten paramparça olacak kadar korkup titredikleri yükün ne ilgisi var? O isimlerle insana ne anlatmak istiyor acaba?
İmam Hatip Okulu’nda Arapça gramer kitaplarını okuduğumuz Hayrettin Karaman ve Bekir Karlığa ne der bilmem...
Yazılarını, kitaplarını okumaya, TV ekranlarındaki sohbetlerini kaçırmamaya çalıştığım Bayraktar Bayraklı, Mehmet Okuyan hocalar ne söyler bilmem...
Kıl kadar aklım ve hoşaf bulaşığı kadar ilmimle düşündüğüm zaman, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’deki hâzirûna, “dağların bile taşımaktan korkup kaçındığı” yük meselesini neden hatırlattığını bir parça anlayabiliyorum.
Çünkü anlayabildiğim kadarıyla o Esmâ’daki isimler; bütün varlıklar adına “beyân” yükünü taşıyan insana “Melik” yani “Yönetici” olmanın şartlarını sıralıyor!
İlk şart; Melîk yani "Yönetici"; Kuddûs yani "Pürüzsüz" olacak.
Pürüzsüzlük Allah’ın zâtına mahsus zaten ama insan için söz konusu olduğunda bir şartı var; hiç bir eyleminin, söyleminin yani kararının içine kendini koymayacaksın!
Kişi kararını, eylemini ve söylemini ancak kendisiyle, aidiyetleri ve duygularıyla kirletiyor. Sana senden başka pürüz yok yani!
O halde "Melik" yani "Yönetici"; hiç bir icraatının ve söyleminin içine kendisini koymayacak.
Aidiyetleriyle ve duygularıyla değil, bir "Şâhit" olarak, her şeyi en az 99 açıdan değerlendirerek kararını verecek. Adalet için bu temel "Şahitlik" şartını Nîsâ Suresi 135’inci âyette çok açık bir şekilde detaylandırıyor:
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz, ana, babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
Çerçeve o kadar açık ve net ki, üstüne lâf koymaya kalkanın dili yanar!
Başka çerçeve arayışına gerek var mı?
Her ortamda "Melik" yani "Reis, Başkan, İdareci, Yönetici" olmanın birinci şartı bu. Bu meselenin lâmı, cimi yok!
İkincisi; "Melik" her icraatında ve söyleminde daima "Selâm" için çalışacak!
"Selâm"ın barış dışında bir anlamını bulan varsa bir adım öne çıksın! Selâmet için gayret dışında her eylem ve söylem "Melik" olana yasak!
Şayet "Melik" yani "Yönetici"; bu iki şartı yerine getirirse "Mü’min" olur. Yani toplum onu "Emin, Güvenilir" kabul eder, yöneticisine güvenir, güvenini de ona biatla yani onu tercih etmekle belli eder.
Toplumun güvenerek kendisine biat ettiği "Melik" de o toplumun "Müheymin’i" yani koruyucusu, gözeticisi olur!
Bu durumda "Melik" olmanın üçüncü şartı toplumun güvenini kazanmak, dördüncü şartı ise toplumunu koruyup gözetmek!
Şimdi gelelim en ilginç aşamaya...
Yönetici yani "Melik"; bu ilk dört şartı yerine getirirse, kendi makamında izzet sahibi, yani "Aziz" olur!
Makamın izzeti ancak ve ancak yöneticinin ilk dört şartın hakkının verilmesiyle mümkündür, aksi halde makamın izzetinden söz edilemez!
Melik "Aziz" olursa "Cebr" uygulayabilir, müeyyide koyabilir, cezalandırabilir, "Cebbâr" sıfatının gereğini yerine getirebilir.
"Aziz" olmayan, izzet makamına ermemiş bir "Melik", cezalandırmaya başvurursa ona cebr denmez, yaptığına ancak zulüm denir. Çünkü cebr; kırık kemiği kaynaması için zorlayarak birbirine kavuşturmak demektir, tamir amaçlıdır, toplumsal kırıklığı da ancak "Aziz" olan izzet sahibi bir "Yönetici" ortadan kaldırabilir.
"Melik" o olgunluğa erişmemişse tamir yapıyorum derken tahrip eder, toplumsal yaraları kangren haline getirir.
Ve nihayet; sadece izzetiyle "Aziz" olan "Melik", bulunduğu makamın büyüklüğünü taşıyabilir, "Mütekebbir" olur.
Bir "Yönetici"nin büyüklüğü; uyguladığı müeyyidelerle değil, toplumunu koruyup gözetmesi, toplumu tarafından güvenilir kabul edilmesi, her eyleminde ve söyleminde barışa hizmet etmesi ve hiç bir icraatının ve kararının içine kendisini (aidiyetlerini ve duygularını) karıştırmaması ile belli olur!
Bendeniz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Partililere hatırlattığı ilâhî buyruğun işaret ettiği yük meselesinden bunu anlıyorum.
Erdoğan da böyle anlıyor olmalı ki üstüne basa basa, bu ikazın altına kocaman kalın bir çizgi çekti:
“Şimdi bunun hakkını hep beraber vermemiz lâzım!”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2019 Başkanlık Seçimi’ne giderken çizdiği çerçeve bu olmalı...
Şayet hakikaten öyle ise...
Ak Partili olmanın şartlarını içeren bu çerçeve aynı zamanda bir vaat demektir.
Bu vaat referandum kampanyasında dile getirilen Diriliş (Haşr) vaadidir. Erdoğan, çizdiği çerçevenin ne olduğunu işaret eden ilahi buyruğu Kitab’ın herhangi bir sayfasından değil "Haşr" yani "Diriliş" sûresinden seçtiğine göre, bu bilinçli bir seçim ve kararlı bir vaat anlamına gelir.
Böyle bir vaadi yerine getirmek, her babayiğidin harcı değil!
Yardım et Leylâ!