Rusya, ABD’nin niyetini biliyordu. Ancak gücü oranında direnebiliyordu. Yıkım sonrasında ortaya çıkan Rusya Federasyonu’nun ekonomik ve siyasi gücü sınırlıydı. Bu nedenle diplomasiyi öncelemişti. Ancak travmatik bir durum söz konusuydu. Hem stratejik aklı oluşturacak bürokrat ve aydın kesimde de hem de halkta yıkımın etkisi büyüktü.
Rus realistler/gerçekçiler SSCB’nin parçalanmasının Rusya Federasyonu üzerindeki politik ve ekonomik etkisini aşağıdaki şekilde kategorize etmekteydiler:
1) Beş milyon metrekare teritoryal kayıp
2) Baltıklar (anklav bölge Kaliningrad dışında) ve Karadeniz havzalarında stratejik üstünlüğün azalması
3) Hazar, Baltık ve Karadeniz’deki doğal kaynaklara erişimin kaybedilmesi
4) Kuzey ve Doğu bölgelere yönelik teritoryal sıkışma
5) Orta ve Doğu Avrupa istikametindeki dolaysız kara geçişlerinin kaybı
6) Yeni istikrarsız, küçük ve zayıf komşuların ortaya çıkması
7) Güney hattında Rusya’nın Batı Avrupa’yı aşırıcılardan savunması ve böylelikle Merkezi Asya’daki mikro çatışmalara eklemlenmesi
8) Rusya Uzak Doğu’sunda demografik sorunlar
9) Rusya’nın konfederatif olarak bölünme tehlikesinin belirmesi. (1)
Ancak Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni Rus yönetiminin bu konularda adım atma perspektifi yoktu. Birinci yazımızda hatırlattığımız Kozirev doktrini Rusların dış politikasında öne çıkmıştı. Ancak merkeziyetçi bir kimliği olan Gerçekçiler, Milliyetçiler ve Avrasyacı yapılar adım adım seslerini yükseltmeye başlamıştı. Gerçekçiler içinde öne çıkan ve aslında uluslararası ilişkiler uzmanı kimliği de bulunan bir kişinin Soğuk Savaş sonrası Rus devlet politikasının dönümüşünde kritik eşiğin mimarı olacağını çok kişi tahmin etmiyordu. Bu kişinin tam adı Yevgeni Maksimoviç Primakov’du. Gelecekte “Rusya’nın Kissinger’i” de denilecek Primakov, Sovyetler Birliği döneminden başlayan yükselişini Soğuk Savaş sonrası da sürdürmüştü. Peki Primakov’u öne çıkaran iklim nasıldı?
İSTİHBARATTAN BAKANLIK VE BAŞBAKANLIĞA
Yeltsin’in Amerikan tarzı demokrasisi, 1993 başlarında kendini gösterdi. 1991 yılında tankların önüne geçerek Parlamentoyu korumaya çalışan Yeltsin, Batı’ya eklemlenme politikalarına direnen parlamentoyu 1993 tarihinde feshetmeye kalktı. Erken seçim kararı alan Yeltsin, gösterilen direnişi de zorla bastırdı. Parlamentoya gelerek burada direnişe geçen bazı parlamenterler ve komünistler, askeri güçle parlamentodan çıkarıldı. Yeltsin, 1996 tarihinde de yeniden Rusya Devlet Başkanı seçilirken, Primakov bu dönemde Rusya Dışişleri Bakanlığı’na getirildi. Daha öncesinde Rus Dış İstihbaratının (SVR) başında olan Primakov, ABD ile sürdürülen çok sayıda süreçte aktif görev almıştı. Ancak Batıcı Dışişleri Bakanı Kozirev’den farklı yaklaşımları daha o dönemlerden belli olmaya başlamıştı. Örneğin SVR’nin direktörüyken hazırlanan “NATO’nun Genişleme Perspektifleri ve Rusya’nın Menfaatleri” raporu hazırlayarak Kozirev ile ters düşmüştür. Dönemin Rus Dışişleri, raporun kamuoyuna açıklanmasının ardından Dışişleri Halkla İlişkiler Danışmanı basına “rapor SVR’nin kurumsal dökümanıdır, Devlet Başkanı ve Dışişleri’nin görüşü farklıdır” bilgilendirmesi yapmıştır. Daha o zamandan devlet içinde bir mücadele başlamıştır ve Primakov bu mücadelenin önemli aktörlerindendir. Ancak aktardığımız gibi 1996 yılında Yeltsin tarafından Dışişleri Bakanı yapılmıştır. Bunda Rus devlet dinamiklerinin de etkisi muhakkaktır.
Primakov’un en önemli özelliklerinden birisi kapasiteyi iyi analiz etmesiydi. 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Ortadoğu coğrafyasında yaptığı temaslar, incelemeler, onu gerçekçi hareket etmeye ve imkana göre kabiliyetin kullanımına sevk etmişti. Bu çerçevede de “Rus gerçekçiliğin şövalyesi” olarak anılmaktaydı. (2) Novikov’a göre, farklı ideolojik gelenekten gelmesine rağmen Primakov hem dış politika hem de iç sosyo -politik muhitte bir yapısal kriz önleyicisi olarak öne çıktı. Rus devletindeki yapısal krizin temeli ise ABD’nin Rusya’da artan ekonomik ve politik etkisiydi.
1990'larda ve 2000'lerde uluslararası sistem tanımlarında hüküm süren “tek kutupluluk” kavramının kırılganlığına ve ideolojik yanlılığına dikkat çeken Primakov, ABD-Rusya ilişkilerindeki dengesizliğine itirazı artıran doktrini geliştirdi.
“Primakov ve onun çevresindekiler, Soğuk Savaş sona erdiği için Batı’nın stratejik birliğinin çözülmekte ve birbirinden farklı jeopolitik yönlerde ilerleyen bir bağımsız ‘güç merkezleri’ demetine dönüşmekte olduğunu söylüyordu. Bu görüşe göre küresel uluslararası ilişkileri, ana aktörlerin (Rusya, kendi içinde birleşen Avrupa, Japonya, Çin ve ABD) arasındaki etkileşim belirliyor. ABD, Rusya’nın baş rakibi olarak görülüyor ve ABD’nin Rusya’nın uluslararası alandaki, konumunu sarsmaya ve Rusya’yı Rusların geleneksel ilgi ve nüfuz alanlarından çıkarmaya çalıştığı düşünülüyor. Bu görüşü savunanların ısrarla söylediklerine göre, küresel konumunu iyileştirmek ve ‘kötü niyetli’ Amerikan politikasına karşı koyabilmek için Rusya’nın ABD ile Avrupa ve ABD ile Çin arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanması gerekmektedir. ‘Çok-kutupluluk’ kavramını en aşırı şekilde savunanlar, oluşmakta olan yeni dünya düzeninde, ABD’nin jeopolitik rolünü asgariye indirebilmek için Rusya’nın, bazı Avrupa ülkeleri ve Çin ile resmi olmayan bir koalisyon kurabileceğini farz ediyor. Bir diğer temel stratejik düşünce de, NATO ve ABD’ye karşı koyabilmek için Rusya, Çin ve Hindistan’dan oluşan esnek bir jeopolitik yapının – ki buna ‘Büyük Üçgen’ adı veriliyor- kurulmasıdır. Sonunda eski Sovyet Cumhuriyetleri münhasıran Rusya’nın nüfuz ve sorumluluk alanı ilan edildi. Primakov’un 1990’ların sonlarında ortaya attığı ‘kırmızı çizgi’ kavramına göre NATO’nun (Baltık cumhuriyetleri dahil olmak üzere) eski Sovyet cumhuriyetlerinin sınırları içine genişlemesi halinde Rusya buna kapsamlı karşı-önlemler alarak cevap verecekti.” (3)
1996 yılında kavramsallaştırılan yeni Rus dış politika konfigürasyonu şu şekilde maddelemek mümkün:
a) Kozirev’in Dışişleri Bakanlığı döneminden farklı olarak Batı ile ilişkiler ABD temelinde değil, Avrupa temelinde gelişecektir. Rusya Federasyonu – Almanya – Fransa stratejik ve jeopolitik üçgeninin inşa edilmesi çabaları güçlendirilecektir.
b) Rusya Federasyonu, Batı merkezli Asya politikasından vazgeçerek Çin’in çok kutuplu dünya fikirlerinin paylaşmış ve Hindistan, Japonya, Kuzey Kore ile ilişkilerini geliştirmeyi hedeflemiştir. Moskova – Pekin – Delhi jeostratejik hattının inşa edilmesi temel dış politika önceliklerinden biri haline gelmiştir.
c) Rusya, İslam Dünyası açılımını ilan etmiş ve bu coğrafya ile tarihsel bağlarını yeniden aktif duruma getiren politikaların başlatılması öngörülmüştür.
d) Rusya “Yakın Çevresi” dış politika açısından “hayati konu” olarak belirlenmiştir.
e) Rusya, Balkanlar ve Orta Doğu bölgelerindeki uluslararası krizlerde daha fazla inisiyatif alacaktır.
f) Bölgesel güç dengesi oluşturulacak ve bu bağlamda ittifaklar sistemi inşa edilecektir.
g) Rusya’nın uluslararası sistemdeki konumunun güçlendirilmesi istikametinde ilişkilerin coğrafyası genişletilecektir.
Esasında yeni Rus dış politika doktrini, ABD’nin küresel üstünlüğünü azaltmak ve bu bağlamda çok kutuplu uluslararası sistemi öngören bir stratejik planlamaydı. (4)
Ancak bu dönemi çok kutupluluğun stratejik merkezi değil, bu sürecin başlangıcı olarak görenler de var. Onlardan biri gazeteci Mehmet Ali Güller, Primakov doktrinini Yeltsincilikten Putin doktrinine geçişte bir orta yol olarak tanımlamakta. Güller, Primakov dönemi ile ilgili şu notları düşmekte:
“Primakov’un dış politika stratejisinde, öncelikli olarak eski cumhuriyetlerin Rusya’ya bağlılığını garantileyen bir entegrasyon görüşü kurulması görüşü hakimdi. Bu entegrasyonu ‘Avrasya konfederasyonu’ olarak da adlandırmak mümkündü. (5)
(…) Primakov dönemi ‘Batı öncelikli dış politikadan BDT öncelikli dış politikaya geçiş’ olarak tanımlamaktadır.” (6)
Ancak tanımlar temelde olmasa da yüzeyde farklı da olsa herkesin uzlaştığı nokta şuydu: Primakov’un hayata geçirdiği doktrinle birlikte “çok kutupluluk” yeniden Rusya üzerinden dünya gündemine girmişti. Rusya ile birlikte aynı hassasiyeti Çin’in de benimsediği görülmekteydi. Soğuk Savaş sürerken Pekin ve Moskova arasındaki rekabet nedeniyle esen soğuk rüzgarların yerini iki ülkenin ortak bir şekilde “çok kutupluluk” vurguları almıştı.
Yine Primakov doktrini çerçevesinde “ABD merkezli bir Batı ilişkisi” yerini “Avrupa ve özellikle Berlin ve Paris merkezli ilişkiye” bırakmıştı. Bunu sonraki yıllarda özellikle Almanya ile enerji merkezli gelişen ilişkide çok net gördük. Moskova-Berlin-Paris üçgeni, 2000’lerin başından itibaren birçok konuda diplomasiyi geliştirdiler ve bazı sorunlarda ortak bir tutum sergilediler. Bu durum Washington ve Londra’da ciddi kaygıya neden olmuştu. Amerikan stratejlerinden George Friedman, özellikle 2010’lu yıllarla beraber ABD’nin yapması gerekeni şu şekilde sıralamıştı:
- Fransız-Alman bloğunu bölmek, iki ülke arasında büyük çatlaklar oluşturmak,
- Alman-Rus anlaşmasını bozmak,
- İngiltere ile Anglo-Sakson işbirliğini sürdürmek ve derinleştirmek. (7)
Sonuç olarak, Primakov Doktrini olarak da adlandırılan “Yakın Çevre Doktrini”, Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası yenilgi psikolojisinden sıyrılmasında etkili olmuş, dış politikasına yön vermiş ve özellikle günümüzde çevre ülkelerle kurduğu bağı güçlendirmişti.
Dr. Öğr. Üye. Halit Hamzaoğlu, “Rus Dış Politikasında Realist Yaklaşım: Primakov Doktrini ve Çevre Kavramı”, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Aralık 2020, Cilt: 8, Sayı:24, S. 281-299
Dmitriy Novikov, “The Knight of Russian Realism- Remembering Primakov's Foresight and Genius”, Global Affairs in Russia, 13 Şubat 2017, link: https://eng.globalaffairs.ru/articles/the-knight-of-russian-realism/
Yuri E. Federov, “Bilimsel Düşünenler ve Soytarılar: Rusya’nın Stratejik Düşüncesinde Farklı İki Damar”, Stratejik Analiz Dergisi, Mayıs 2006
Halit Hamzaoğlu, agy.
Elnur İsmayılov’un “21. Yüzyıl Rusya Dış Politika Doktrinlerinde Güney Kafkasya ve Orta Asya Değerlendirmesi” makalesinden aktaran Mehmet Ali Güller, “Amerikan Hegemonyasının Sonu”, Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci Basım, Mart 2019, s 98
Habibe Özdal’ın “Rus Dış Politikasında Ukrayna” kitabından aktaran Mehmet Ali Güller, “Amerikan Hegemonyasının Sonu”, Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci Basım, Mart 2019, s 98
George Friedman, “Gelecek 10 Yıl”, Pegasus Yayınları, Birinci Baskı, Nisan 2011, s. 210