Öğrencilerimden biri Jeremy Jurgens’in Dünya Ekonomik Forumu’ndaki konuşmasını yollamış.
Konuşma “Daha büyük bir kriz gelecek dünya buna hazır olmalı” minvalinde.
Öğrencime “Bunu ben çok uzun zamandır yazıyorum zaten” deyip konuyu kapattım.
Okurlarım da biliyor.
Mesele adımın “Mrs. Jurgens” olmaması.
Yabancı tutkumuzun kültürel, sosyolojik kökenleri hakkında fikrimiz var.
Konu önemsiz.
Ülkecek kapanma günlerinde, bunalımın üst basamaklarında dolanırken derin mevzuulara girmemek lazım.
Küresel krizdense bireysel krizlere bakalım.
Güzin Abla’ya genç bir kadın şöyle yazmış:
“Evli ve dört çocuklu bir adama aşık oldum. Birlikte kaçtık. Bir de çocuk yaptık.”
Bu kadarla kalsa iyi, adam onu da bırakıp kaçmış!
Güzin Abla’nın cevabını yeni zamanlara uyumda sorun yaşadığından, okumadım.
Dört çocuklu adama kaçan sonra ortada kalan kızın durumuna benzer olaylar her gün Esra Erol’da.
Evli adama ya da kadına kaçan kim varsa, “büyük aşk”ı buldum sanıyor!
“İmaj Yönetimi” dersimizde, “ün” başlığı altında “çizgi” konusu var.
Tanıştığımız biri hakkında görüşlerimizi oluştururken, hayat çizgisine dair veriler kaynak olur.
Ne konuştuğuna değil, ne anlattığına bakarsanız “çizgi”sinin ipuçlarını bulursunuz.
Dört çocuklu, resmi nikâhlı eşini senle aldatan, senin için terk eden adamı “hayat çizgisi” içerisinde değerlendirmiyor, esas kadına karşı “zafer sarhoşluğu” yaşıyorsan suçu adamda arayamazsın.
Aldatanların ahlaksızlık havuzu sonsuz, içine düşenleri azaltmak lazım.
Zamanımızda en çok kırılan şey artık cam değil.
En çok hayaller kırılıyor.
Her yer hayal kırıklığının parçalarıyla dolu, adım atsan ayağını kesiyor.
Kendimize bile bir durup anlayacak kadar değer vermez iken, karşımızda bize teraneler anlatanları okumak aklımıza bile gelmiyor.
Hep dediğim gibi, okumasını bilirsen hayatta her şey bir metindir, hayat çizgileri ise en büyük metinlerden.
Madem her şeyi yarıştıran bir dünyadayız, Bakanlar da yarışsın.
Salgın sürecini en kötü yöneten Bakanlardan biri Milli Eğitim Bakanı oldu.
Eğitime ulaşmada eşitliği sağlayamadığı gibi, ülkede aşılanmayan neredeyse tek kesim öğretmenler kaldı.
En başarılı Bakan ise Turizm Bakanı. Onun “kültür” kısmını dışarda tutarsak “turizm” tıkır tıkır işledi.
Aşılanmayan otelci kalmadı. Yaz turizminden kış turizmine otele adım atmayı başaranlar koronasız bir dünyaya geçmiş gibi partiledi.
Tez yoldan Turizm Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı ayrılmalı.
Yatak sayıları ve turizm gelirleri gibi nicel bir yaklaşımla “kültür” gibi nitel bir alan aynı bakana bağlanırsa, tek ayağı hep aksar.
Turizm Bakanı, yatak sayısına ayırdığı dikkatin onda birini, talan edilen kültür mirasına ayırmıyor.
Ordu’da 2300 yıllık antik kentin altındaki kayalıkta taş ocağı işletilmesiyle ilgilenmiyor.
Taş ocağındaki işletmenin devam etmesi için değiştirilen yol güzergahı için yapılacak viyadük ve tünel çalışmasının, insanlık mirası antik kentin altını oymasına “dur” demiyor.
Kamu yayıncılığı mevta olalı hayli oldu.
Medyanın otokontrol sistemleri devre dışı kaldı.
Gazetecilik örgütleri tekaütler kulübüne döndü.
RTÜK tartışmalı, kendi iletişimini yönetmekte zorlanıyor.
Ve fakat.
Ülkede korona salgını var.
İşsizlik artıyor, yoksulluk daha geniş bir kesime yayılıyor.
Bu büyük gerçek karşısında medya, devekuşu sendromlu yayıncılık yapmaya devam ediyor.
Haberler servet sahiplerinin servetini artıracak içerikte.
Gramı bin para olan ürünleri bağışıklık güçlendirici olarak sunuyorlar.
Propolis reklamı yapıyorlar, biri heves edip markete gitse almaya maaşı yetmez.
Her evi, ayrı odası olan saray farz edip çoğunluğu aynı odada dip dibe yaşayan insanlara “çocuklarınıza zaman ayırın” diyen dünyadan kopuk yayın içerikleri var.
Her kanalda yemek programlarında kuzular çevrilip, pirzola tarifleri göze sokuluyor.
Nasıl bir sorumsuzluk, nasıl bir gerçeklerden kopmuşluk, topluma yabancılaşmışlık, isyan edesim var.
Mesela RTÜK, medya yöneticileriyle bu konuyu neden görüşmüyor, “Kardeşim ayıp oluyor” demiyor?
Bu satırları okuyan, içeriğine bu pencereden bakacak sorumluluk sahibi bir medya yöneticisi arıyorum.
Din özetle “ahlaklı insan” olmayı hedefler, özü “iyi insan”dır.
İslamiyet de bu özü temsil eder.
Ne var ki İslamiyet’in tartışılmasına yol açan konular “ateizm”, “deizm” üzerinden yürüyor.
Bence önce İslamiyet’teki “erkek egemen anlayış” sorgulanmalı.
Arap dünyasındaki sefalet bir yana, bu hafta ülkemizde üst üste yaşanan iki olay yeter örneklemeye.
Biri, eski Ayasofya İmamı Boynukalın’ın çirkin, bir din adamına yakışmayan tweet’leri.
İkincisi, “Camiye kadınlar giremez” diyen tipler.
İslamiyet adına kadınlar konuşsun.
Bir, asla aşı şirketlerinin verdiği bilgilere güvenmeyin. Toplum sağlığı dertleri değildir, kâr odaklı hesaplar yaparlar.
İki, aşıların parayla satılmasını destekleyen arkadaşlar, zenginler aşıyı parayla alınca devletin elindeki aşılar parasızlara yetecek sanıyorlar.
Aşılar satışa çıkınca, devlete iyi aşı sağlayacak üretici kalacak mı sanıyorsunuz?
Üç, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün “telefonla görüntü alınması yasak” genelgesi, zamanın ruhunu anlamaktan çok uzak.
Kurumlarımızın iletişim ve iş yapış biçimini gözden geçirmek yerine yasaklama yoluna gitmesi çağ dışı bir çözüm.
Dört, kapanma günlerindeki sosyalleşmeler “Ne pişirdin?” ve “Hangi diziyi izliyorsun?” sorularına inmiş bulunuyor.
Beş, hem elitist hem de popülist olmayı beceren Vedat Milor “Damak zevkiniz geliştikçe siniriniz bozulacak” demiş.
Yanılmış, sinir bozukluğunun damak zevkiyle değil, öğrenmeyle ilgisi vardır. Ne kadar çok şey öğrenirsen sinirlerin o kadar bozulur.
Altı, reklam için “haber olayım da ne olursa olsun” demeyin. Derseniz, yürüyen kas yığını Can Yaman’ın durumuna düşersiniz.
“İtalyan sevgili” haberleri iyiydi de, kadının başka adamla fotoğrafı ortaya dökülünce, “seçilmemiş” etiketi alnına yapışıverdi.
Hakan Sabancı ve Aygün Aydın aşk yaşamış. Aşk bitince de kızımız, veda mektubunu sosyal medyada paylaşmış.
Biz eskiden veda mektuplarını “Seni unutmayacağım” ya da “Saadetler dilerim” naifliğiyle bitirirdik.
Kızımızın mektubu, kâr-zarar hesabı yaptığı muhasebe defteri gibi.
Ben konunun şurasındayım;
Bir, zamane gençleri kalbi kırılınca çekip gitmeyi değil orta yere kusmayı seçiyor.
İki, “sen beni kullandın ama ben de seni kullandım” restleşmesine giriyor.
Üç, ortada aşk yok, çıkarlar çarpışıyor.
Dört, güçlü ailelerdeki zamparalıkları görmeyen medya konuyu görmek zorunda kalıyor.
Beş, daha önemlisi olay yine kız üzerinden konuşuluyor da onu zıvanadan çıkaran oğlan çocuğuna dokunan olmuyor.
Bir: “Tayyip’im bir başkadır.”
Politikacıların ziyaret etmeyi pek sevdiği Mahruze Teyze, Kılıçdaroğlu için “Kardeşim olsun”, İmamoğlu için “Hayırlı işler dilerim” derken Erdoğan için “Tayyip’im bir başkadır” demiş.
Eğer biri, birisi için “O bir başkadır” diyorsa, yüreği onun için çarpıyor, gerisi gelir geçer demek istiyordur.
İki: “Bana çok iyi bakıyor.”
İbrahim Tatlıses, birlikte olduğu kadın hakkında “Bana çok iyi bakıyor” demiş.
Erkekler, kadında aradıkları özellikleri ne kadar sıralarsa sıralasın, son kertede anneleri gibi kendisine iyi bakacak kadınları isterler.
Beşiktaş şampiyonluğa yürüyor.
Ligin başında ne yazdım burada?
“Sergen Yalçın kendisi gibi olursa başarır.”
Öyle de oldu. Eski Sergen neyse o oldu, kararlarında inat eden adamdı yine öyle yaptı.
Takımda herkese aynı şekilde yaklaştı.
Kendisi gibi, oyunu dar alanda paslaşmaya çevirdi. Vs.
Daha önemlisi, yönetimden hocaya, futbolcudan malzemeciye bir bütün olarak amaca inandılar.
Galatasaray’da ise tüm takım Fatih Terim’den oluşuyor. Onda başlayıp onda bitiyor.
Futbolcuya küsen de o, yönetime fırça atan da.
Ve fakat, tüm spor dallarında bir dönem kapandı.
Yeni döneme uyum sağlayamayan eskilerden safra atar gibi kurtulmadıkça kötü sonuçlar sürpriz olmayacak.
Anneler günü reklamları: Mayıs gelirken ortamı “anneler günü” reklamları dolduruyor. Annemize ne alsak, ne yapsak vs. Biz annesini yitirenler ya da çocuğunu yitirmiş anneler için fena acımasız oluyor güzelim Mayıs günleri. Diyorum ki, “anneler günü” aynı zamanda “annesizler günü” de olsa olmaz mı?