Dolandırıcılarımızın yaş ortalaması düşüyor. Kripto para dolandırıcısı da öyleydi, tosuncuk da.
Telefonla para toplayanlar da öyle.
Dolandırılanlarda ise ortalama yaş yüksek.
“Yardım edeceğiz” diyene kapı açıp, soyguna uğrayan o kadar çok yaşlımız var ki, canlarını kurtaranlar şükrediyor.
Adamım Bauman der ki, “Sorumluluk hissi olmayanların vicdanları da olmaz.”
Eskiden.
Öğretmen “Neden ödevini yapmadın” diye sorduğunda.
Bahaneler çeşitliydi;
“Elektrikler kesildi öğretmenim.”
“Babamın kuzeninin kardeşinin dayısı öldü, onlara gittik.”
“Yapmıştım ama kardeşim üzerine su döktü.”
Ödev yapmayan hatasını bilir, çocuk aklıyla savunmaya geçerdi.
Bahane bulmak, yaptığının yanlış olduğunu kabullenmekti.
Ödev yapılmış, bir de öğretmen defterine “aferin” işareti koymuşsa, sevinçten uçulur, gece uyunmazdı.
Bozulduk.
“Çocuklara ödev verilmesin” önerisi parlak geldi.
“Ödeve anne baba yardım etmeli” dendi.
“Akbabanın kafatasını öğretiyorlardı, ne işe yarayacaksa” dendi.
Halbuki zorlanmayan beyin gelişmez.
Çocuklar zekâlarının en verimli zamanında “kolay”lıkla tanıştılar.
Üniversiteye gelince de durum değişmedi.
Öğrencilerimde beni en üzen şey, bilmiyor ya da yapmıyor olmaları değil, bunun bir eksiklik olduğunu fark etmiyor olmaları.
“Neden yapmadın” sorusu karşısında suçluluk hissetmek yerine hocayı katılıkla, kötü niyetle suçlamaları.
Gömüldükleri internette karşılarına hep “kısa yoldan köşe dönme” öyküleri çıkıyor.
“O trilyoner oldu, sen de olursun” mesajları.
Lüks içinde görüntü paylaşan şahane kızların “Çalışmamaya aşığım” mesajları.
“Büyük düşün” zırvaları.
Kripto para dolandırıcısı lise terk. Bilgisayarda iyi. Internette çalışmadan zengin olan örneklerle karşılaşmış.
Radyoda ise Siberay diye bir şirketin reklamı var: “Bir şey inanılmayacak kadar iyiyse dolandırılıyor olabilirsiniz.”
İyiye, çalışanın kazandığına inancımızı kaybettik.
Kolay başarının illüzyon olduğunu öğretmediğimiz kuşaklara öğretemezsek toplum için tehlike büyük.
Ne diyor Cenap Şehabettin?
“Altından sakın, zehri bakır tasta sunmazlar.”
Biden 1915 olaylarına “soykırım” demiş. Nasıl dermiş? Ermeni lobisine yenilmiş. Vs.
Tespitte üzerimize yok. Her defasında vaveylayı basıyor, sonra da öylece kalıyoruz.
Halbuki;
Bir, her krizden öğrenerek çıkmayı başarmak zorundayız.
İki, gök altında yeni bir şey yok, Ermeni lobisinin taktikleri belli, birazını taklit etmeyi başarsak yeter.
Üç, elçiliklerdeki görevlilerimiz, o ülkelerde yaşayan Türk sayısını orantılı etki gücüne çevirmek için ne yapıyor?
Dört, başka ülkelerdeki Türklerin yalnız bırakılmışlığını sorgulama vakti çoktan gelmeliydi.
Beş, yurt dışında 100 Türk gösterin ki içlerinden biri, ülkemizin uluslararası meseleleri hakkında bilgiye dayalı bir cümle kursun.
Altı, yurt dışındaki başarılı Türklerle övündüğümüz kadar, onların ülkemizle övünmüyor oluşundaki tuhaflığı ne zaman politik olarak sorgulayacağız?
Yedi, herhangi bir protestoda o ülkede 100 kişiyi toplayamıyor oluşumuz üzerine neden düşünmüyoruz?
Sekiz, Biontech’in patronuna Türk diye devlet madalyası verilmesi konuşulurken, “bu arkadaşların bu devletle bağı yok” yazmamış mıydım? Ne dedi o adam? “Biz işe Almanya, Türkiye üzerinden bakmayız.”
Dokuz, Türkiye, bir işe yaramayan lobi şirketlerine para dökmek yerine, başka ülkelerdeki kendi insanlarıyla iletişime bütçe ayırsaydı çok başka yerde olurduk.
Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı kim olacak?
Politik gündemin telaşı bu şimdilerde.
Genel başkanlar olmazsa ya “Ekrem” ya da “Mansur” deniyor.
Ben ise adaylık için hiç ismi duyulmamış biri üzerinde çalışıldığını duydum. “İmamoğlu da tanınmamıştı, seçtirdik, bunu da cumhurbaşkanı seçtiririz” gibi tuhaf bir özgüven.
Bana göre muhalif seçmen, “Ekrem” ve “Mansur” isimlerini satın aldı.
Bu saatten sonra geri dönüşü zor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerinde olsam, o üçüncü ismin aday gösterilmesi için çalışırdım ki, o zaman işi tereyağından kıl çekmek kadar kolay olurdu.
Her konuyu bilir, anlar tip Hakan Ural’ın programında Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’ı görünce panikledim.
Tamam hoca, salgın sürecinde medyada yatar kalkar oldu, anlarım.
Sürecin iki güvenilir isminden biri kendisi, diğeri Osman Müftüoğlu.
İki bilgi kaynağımızın güvenilirliğinin korunması milli meselemiz olmalıdır.
Onların güven katsayılarına zarar verecek yayınlardan uzak durmalarını sağlamak, vatan görevi gibi bir şeydir.
Nokta.
Bir, biri size “Genel Merkez’den aradılar”, “Yukarıdakiler öyle istiyor” derse asla ciddiye almayın.
Büyük olasılık kendileri kifayetsiz olan tipler, işkembeden atıyordur.
İki, seversiniz sevmezsiniz, TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın TBMM konuşmalarını kaçırmayın.
Üç, “Okullar kapansın” nidaları yerine, “Öğretmenler aşılansın” nidaları atın. Her okul kapanışı, eğitimde eşitsizliğin artışı demektir.
Dört, bu kadar paraya batmasına ragmen “futbolu güzelleştiren şeyin para değil, yürek olduğunu” hatırlatmaya devam edin.
Beş, daha yeni “Refik Anadol sanatı”nın azabını çekmişken, şimdi de Mario Klingemann’ın yapay zekâ sanatı çıktı, prim vermeyin.
Altı, bu yılki Oscar ödüllerinin adaylarını hiç tanımadığınıza şaşırmayın. Korona bağımsız sinemaya yer açtı ondan.
Yedi, bir Handan Kara şarkısı dinlemeden müzik zevkinden söz etmeyin.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın bölüneceği, bakanın değişeceği yakın çevrem için sürpriz olmadı.
Haftalar önce onlara söylemiştim.
Başka değişiklikler de olacaktı ama sanırım topyekun değişim yerine azar azar değişilecek.
Yeni Bakan Derya Yanık, 23 Nisan’da, daha kendi oturmadığı koltuğa bir çocuğu oturttu.
Kriz çıktı.
Çocuğun devlet korumasında olduğunun ifşa edilmesi tartışıldı.
“Koruma evi” değil, “sevgi evi” dememesi eleştirildi.
Küçücük bir çocuğa Ramazan nedeniyle çikolata verilmeyişi konuşuldu.
Ben ise bambaşka yerindeyim olayın.
Bir çocuğu sevindirecekseniz ona çiçek değil oyuncak vermeniz gerekirdi.
Yeni Bakana önerim, başında olduğu bakanlık iletişim işinin en önemli olduğu kurum.
Mesaisinin büyük kısmını iletişim işine çeki düzen vermeye ayırması.
Medya çevreye duyarlı haberlere önem veriyor.
Ordu’nun Çerkezler İlçesindeki orman katliamı da, Rize İşkencederesi’ndeki taşocakları da haber.
Kaz Dağları da, kuzey ormanları da haber.
Güzel. Ama.
Bodrum’un su kaynaklarının da bulunduğu Milas ormanlarındaki maden ocaklarının katliamını gören yok.
Çam ormanları, zeytin ağaçları yok ediliyor. Değil uçaktan, uzaydan bile görülecek kadar büyük katliam var orada.
Köyleri maden ocağı tarafından yutulan köylüler her yolu deniyorlar engellemek için.
Ve fakat bizim medyamız uygarlıklar beşiği Milas’ın katledilişini neden görmüyor? Neden kör, sağır ve dilsizi oynuyor?
Bizim bilmediğimiz ne var, sahibi kim Milas’taki maden ocağının? Ayıp. İnsaf.
Önceki yazımda eski bir arkadaşımın benden özür dilemesini ve aramızdaki buzların eridiğini yazmıştım.
Yazımın Instagram paylaşımındaki yorumlar üzücüydü.
Yorum yazanların “özür”le ilişkisi düşündürücüydü.
“Affedersem yine yapar” yazan, “Geride kalanlar geride kalsın” yazan.
Ne “özür”ün erdemine ne de o kırıp gidenlere inançları yoktu.
Kendilerini kullanılmış, önemsenmemiş hissediyorlardı.
Hepsini anlarım.
Üzüldüğüm, “özür”ün, kişinin kendisiyle ilgili bir mesele olduğunu fark etmiyor oluşumuzdu.
İster özür dileyen olun, isterse dilenen.
Yaşanan ne olursa olsun.
“Özür dilemeye” karşı tavrımız içimizdeki savaşla ilgilidir. İç huzurumuzla.
Beklentilerden azad oluşumuzdur, bizi özgürleştirecek olan.
Çocuk beynine yatırım: Çocuklarınız dört yaşına gelene kadar onlara bulduğunuz her kitabı okuyun. Zengin çocuğuyla yoksul çocuğun, başarılı çocukla başarısız çocuğun farkını belirleyen sahip oldukları sözcük sayısıdır. Çocuğun hesabına para yatırmaktan değerlidir, zihinlerine sözcük yatırmak.