Hayır cephesinin sürekli tekrarladıkları argümanlarından biri de gelişmiş on ülkeden dokuzunun parlamenter sistemle yönetiliyor olması. ABD, Avusturalya, Kanada ve Yeni Zelanda dışında tamamı Avrupa ülkelerinden oluşan bu ilk on listesi özellikle CHP’liler tarafından gelişmişlik ile parlamenter sistem arasındaki pozitif ilişkinin kanıtı olarak sunuluyor. Aynı kanat benzer bir argümanı dünyanın en fakir on ülkesinin başkanlık ya da yarı başkanlık ile yönetiliyor olması üzerinden kurguluyor. Burada da fakirlik ile başkanlık sistemi arasında aynı yönlü bir ilişkiden bahsediliyor. Son derece yüzeysel ve bağlamından kopuk bu argümanların sağlıklı bir bilgiye ulaşmak için biraz daha yakından incelenmesinde fayda var.
Öncelikle Avrupa ülkelerinde parlamenter sisteme geçişin özünde bir yönetim sistemi arama çabasından ziyade kralın (sarayın) karşısına bir dengeleyici güç koyma arayışı olduğunu tespit etmek gerekir. Özellikle İngiltere’deki başlangıç şekli tam da bu çabanın ürünüdür. Unutmamak gerekir ki kral hem yürütme hem de yasamayı elinde tutan neredeyse mutlak bir otoritedir. Bu otorite meşruiyetini kimi zaman dinden kimi zaman “kendinden” alır. Böylesine bir gücün karşısına “halkı” koyabilmenin yolu ise, o halkın güçlerini seçtikleri temsilcilerine aktardıkları bir model olarak bulunmuştur. Avrupa ülkelerinin bazılarında halkı temsil eden parlamento kral ile birlikte gücü paylaşmış, bazılarında ise (özellikle yıkıcı savaşların sonucu olarak) krallık tamamen ortadan kaldırılmıştır. Monarşilerin ilk dönemlerinde hükümetler meclislerin varlığına rağmen kraliyete karşı sorumlu olmuş ve kraliyetin hizmetinde çalışmıştır. Elbette bugün kraliyetin devam ettiği monarşilerde saray gücünü neredeyse tamamen yitirmiş durumdadır. Lakin hala seçilen hükümetler kendilerini saraya sunmak durumundadır. Sembolik dahi olsa bu ritüel devam etmektedir. Kraliyetin kaldırıldığı ülkeler -ki bu son derece acılarla dolu mücadeleler sonunda gerçekleşmiştir- sarayın ikamesini “devleti temsil eden” bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı ile yapmışlardır. Bu ülkelerde hükümetler kendilerini cumhurbaşkanına takdim ederler. Cumhurbaşkanlığı Fransa dışında hemen tamamında aynı kraliyetlerde olduğu gibi sembolik bir makam olarak tasarlanmıştır.
İlk bakışta tüm bu ülkelerin refah durumları ve ABD hariç parlamenter sistem ile yönetiliyor olmaları hayırcıların argümanlarını destekler nitelikte. Ancak bunu daha iyi anlayabilmek için bu ülkelerin bu sisteme geçtikleri dönemdeki refah düzeyleri ile bugün var olan durumu karşılaştırmak gerekir. Zira şayet parlamenter sistemin ekonomik performans üzerinde bir pozitif etkisi varsa bunu anlamanın yegane yolu budur. Buna bakarken de elbette nispi bir yöntem kullanmak gerekir. En sağlıklı bakış bu ülkelerin Dünya ekonomisindeki ağırlıklarını dikkate almak olacaktır. Aşağıdaki grafik 5 Avrupa ülkesinin 1820 yılından bu yana ekonomik performanslarını göstermektedir. Grafikteki değerler bu ülkelerin Dünya ekonomisi içerisindeki paylarını ifade ediyor. Özellikle İngiltere ve Almanya’nın grafiklerinden 19.yy’ nin sonundan itibaren bu iki ülkenin paylarının düşmeye başladığını görebilirsiniz. İki ülke de özellikle Sanayi Devriminin kendilerine sağladığı büyük avantajı kullanmış ancak diğer ülkelerin de devrimi takip etmeleri ile birlikte pay olarak gerilemiştir.
Aslında bu tablonun gösterdiği bu ülkelerin zaten parlamenter sisteme geçmeden önce de benzer (nispi) zenginlik düzeyinde olduğudur. İlla bir yorum yapmak gerekiyorsa bu da söylenenin tam tersine parlamenter sistemin bu ülkelerin ekonomileri için pek de faydalı olmadığıdır. Ancak bu da zorlama ve çok yüzeysel bir yorum olur. Söylenmesi gereken bu ülkelerin bugün var olan zenginlik düzeylerinin yönetim sistemleri ile bir ilgisinin olmadığıdır. Açıkçası bu zenginliklerini açıklamada kullanılacak belki de en son parametre hükümet sistemleridir. Tabii ki kişi başına milli gelirin nispi payına dair veriler de burada kullanılabilir. Ancak bu da sonucu değiştirecek bir analiz olmayacaktır.
Bunun yanında en fakir on ülkenin başkanlık sistemi ile yönetildiği argümanı da sürekli dillendiriliyor. Açıkçası bu argüman ilkinden çok daha yüzeysel ve maalesef cahilce. Bu iddia öyle bir vurgu ile yapılıyor ki, sanki bu ülkelerin tamamı son derece müreffehlerdi ve büyük hata yapıp başkanlığa geçtikten sonra dünyanın en fakir ülkeleri oldular. Aslında üzerinde durulmaya dahi değmeyecek sığlıkta ifadeler olmakla beraber okuyucuları bilgilendirmek için bir iki kelam etmek gerekiyor. Tahmin edileceği gibi bu ülkelerin tamamı Afrika ülkeleri. Yine çoğu 20. yy’nin ortalarından itibaren bağımsızlıklarına kavuşan eski sömürge ülkeler. Açıkçası ne özgürlüklerine kavuştukları dönemdeki ne de şimdiki ekonomik durumları birbirinden farklı değil. Bunların tamamı bağımsızlıklarına kavuştuklarında da yine dünyanın en fakir ülkeleri idiler. Var olan kapasiteleri ile hangi hükümet sistemini seçmiş olsalar da gösterecekleri performans üç aşağı beş yukarı aynı olacaktı. Neden başkanlık sistemini seçtikleri ise aslında çok tipik. Bu ülkelerin çoğu hangi ülkenin sömürgesi iseler onun sistemi ile devam etmişler. Çoğu Fransız sömürgesi olduğu için başkanlık sistemini seçmişler. Diğerleri ise zaten sürekli darbe hükümetleri ile yönetilmişler. Bu yönü ile hükümet sistemi ile ekonomik zenginlik arasında ilişkiyi açıklamak için kullanılabilecek en son örnekler bu ülkeler olabilir.
Bizim CHP ye tavsiyemiz hazır Afrika’nın, örnek gösterdikleri o zengin “parlamenter” ülkeleri tarafından acımasızca sömürülmüş bu ülkelerinden bahsetmişken bunu hiçbir anlamı olmayan sistem argümanlarına örnek devşirmek için değil bu zulmü kınamak için bir fırsat olarak kullanmaları olurdu. Hala göremedikleri şey bu halkın, bunu en cesur, en yüksek sesle ve en gönülden yapan kişinin arkasından gittiği.