Anthony Hopkins: O günler cehennem gibiydi!
Oscar ödüllü oyuncu Anthony Hopkins Hürriyet Gazetesi'nden Barbaros Tapan'a konuştu.
‘Sir’ unvanlı Oscar’lı yıldız Anthony Hopkins’in son filmi “The Two Popes”, Netflix’te yayına girdi. Barbaros Tapan usta oyuncuyla Los Angeles’ta buluştu, hem yeni filmini hem de özel hayatını konuştu.
“The Two Popes”un en sevdiğim yanı, konuşma sanatını hatırlatması. Teknoloji yüzünden karşılıklı oturup sohbet etmeyi neredeyse unuttuk. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
- Bilmiyorum. Sosyolog değilim. Bahsettiğin şey cep telefonlarının verdiği zarardan dolayı olabilir... Bugünlerde herkes çok kızgın. Zehir gibiler. Kimse konuşmuyor. Sanki herkes ızdırap içinde, öfke dolu. Bense bir dakikamı bile mutsuz geçirerek boşa harcamak istemiyorum. Hayatı çok ciddiye almak, yaşarken ölmek demek. Hayattan mizah ve kahkahayı eksik tutmak da yaşarken ölmek demek.
Filmde karşılıklı uzun diyaloglar var. Seviyor musunuz o tarz sahnelerde oynamayı?
- Evet, tabii ki! Papa için Roma’ya gitmeden önce “King Lear”ı (Kral Lear) yapıyordum. Senaryodaki satırlarımı bir türlü ezberleyemedim. Beynim tek bir kelimeyi bile almıyordu. Tıka basa doluydu... Bitkin, tükenmiş bir beyin ile Jonathan’la (Pryce) buluştum. O buluşmadan sonra kafamda bazı şeyler oluştu.
Jonathan Pryce müthiş bir aktör. Çalışma tarzınız benzer mi?
- Farklı... Ben tüm diyaloğumu ezberlerim. Jon biraz daha rahat. Ama sette müthiş vakit geçirdik, çok eğlendik. Gerçi Roma’dayken çok fazla rol yapmaya gerek yok. Şehir senin yerine rol yapıyor zaten
Çekimlerde çok eğlendiğinizi söylediniz. Sette “Hangi Papa daha popüler” yarışması varmış, doğru mu?
- Evet. Cast listesinde Jon (Jonathan Pryce) 1 numarada, ben 2 numaradaydım. Jon ben piyano çalarken uykuya dalmış numarası yapardı. Kendi karavanının daha büyük olduğunu söylerdi. Ben de “Sir nasıl iki numara olur!” derdim. Şakalarımız, tatlı çekişmelerimiz çekim süresince devam etti. Birlikte çalışması harika bir aktör...
Sizin din, maneviyat, ruhaniyet gibi konularla ilişkiniz nasıl?
- Çok kişisel bir soru. Dinsiz miydim yoksa bilinmezci mi, bilmiyordum. Hayatımda olanlar beni o noktaya itmişti. Yeni yeni anlıyorum bu konulardan bihaber olduğumu... Bunu anlamak bile harika bir his biliyor musun?
Biraz açar mısınız? Neden bihaberdiniz?
- Bu senenin başında “The Father”ın çekimleri için İngiltere’deydim. O sırada eşim, hayatımla ilgili belgesel çekiyordu. Galler’e gittik. Eşim öğretmenlerimden birini buldu. Öğretmen korkunç bir öğrenci olduğumu, benimle ilgili en ufak bir umut ışığının bile olmadığını söyledi. Sporda başarılı değildim, okul tiyatrosunun bir parçası olamamıştım, hiçbir konuda varlık gösteremeyen bir çocuktum. Geleceğe dair umut yokmuş bende, öyle dedi. Tam bir umutsuz vakaymışım...
Okuldan sonraki ilk 10 yılda ulusal tiyatroya girip Laurence Olivier’in yerini almıştım. Hoca “açıklanamaz bir durum” olarak tanımladı ulusal tiyatroya girmemi.
Hayatımın o yıllarını düşünmeye başladım. O “umutsuz vaka”, ilk 10 yıl içinde ulusal tiyatroda oynamaya başladı. Sonraki 10 yıl daha farklı başarılar geldi, sonraki 10 yıl başka başarılar. Nasıl yaptım? Nasıl imkansızı gerçekleştirdim?
Nasıl?
- 1984’te Roma’da Mussolini ile ilgili bir film çekiyordum. Vatikan’da bir papazla tanıştım. Bana “Derdin ne?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Tanrı’yı bulmak ister misin?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “İnanıyor musun?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Endişelenme, yıllarca ben de vahşi bir dünyada inançsızca yaşadım” dedi. Bir gün Roma’da sokaklarda dolaşırken içi mutlulukla dolmuş. “O his Tanrı’ydı. Günün birinde sana da bir şey olacak ve içinde hissedeceksin” dedi.
Birkaç gün önce kendi kendime düşünüyordum. Papa’yı oynadım. Bu neyin işaretiydi? Bu rolün bir anlamı vardı. Emindim! Ellerime baktım, vücuduma baktım. Yaşlanmış. Tabii ki benden büyük bir şey var dedim. Tabii ki benim varlığımın üstünde bir güç var. Ben hiçbir şeyim. Hayatımda olan her şey, benim idrak edemeyeceğim şekilde gelişti. Büyük bir güç bana rehberlik etti.
40 yıl önce Kaliforniya’ya taşındım. Neden? Kariyer için değildi, para için değildi, zenginlik için değildi. Buraya taşınma sebebimi bilmiyorum. Sadece içimden geldi. Şimdi parçaları birleştiriyorum. Muazzam bir gücün rehberliği varmış.
Soruna dönersem; evet ruhani bir yapım var. Evet, inanıyorum ve hayatımın en mutlu dönemini yaşıyorum. Yaşamayı seviyorum! Gaddar, zalim, mutsuz insanlara vakit ayırmıyorum.
AĞLAMAKTAN UTANMIYORUM
“King Lear”da karakterin yaşadığı ızdırabı yansıtmanız, oyunculuğunuz beni öyle etkiliyor ki tüylerim ürpererek izliyorum. Böylesine derin karakterleri oynarken siz nasıl hissediyorsunuz? Ağlıyor musunuz mesela?
Sürekli. Sürekli ağlıyorum. Hayatımda bazı anlar var ki, ızdırap duyarak hatırlıyorum.
Çok özel değilse paylaşır mısınız?
- 7-8 yaşlarındaydım. Yakın olduğum biri, masum bir hayvana korkunç işkenceler yaptı. Onu yargıladığım için kendimi daha birkaç hafta önce affettim. Onu yaptıkları için, kendimi de yargıladığım için affettim. Çünkü yapan kişi daha iyisini bilmiyordu. Yaptığı onun için normal bir şeydi.
Şimdi genç aktörlere söylediğim bir şey var. Öfke ve hiddetle kendinizi doldurmayın. Zor bir sektör. Hissettiklerinizi konuşmaktan çekinmeyin. İşe konuşmakla başlayın.
“The Artists Forum” konuşmalarımda bir yerden alıntı yaparken ya da bir şiirin dörtlüğünü okurken bile ağlıyorum. Depresyon değil bu. İki-üç gün önceki konuşmamda birine “Büyük bir el içimdeki duvar kağıtlarını söküyor ve içimdeki duvarın kendini savunması canımı acıtıyor, ağlıyorum” dedim.
Bazı insanlara göre ağlamak utanç verici, çünkü erkek olmak ağlamamayı gerektirir. Ben utanmıyorum. Her şey beni duygulandırıyor. İçimde var olan bir şeyden kaynaklanıyor, ben de bilmiyorum.
Papa rolü ile Altın Küre’de ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ ödülüne aday oldunuz. Tebrik ederim. Her rolünüzde devleşiyorsunuz ama ben bu filmdeki oyunculuğunuzu konuşmak istiyorum. Muhteşemdi...
- Kolaydı. Yaşlıyım zaten! Vatikan’daki sahnelerde, Sistine Klisesi’nde merdivenden çıktığım sahnelerde rol yapmadım mesela. Gerçekti. Ayaklarım ve kollarım yorgunluktan kesilmişti. Yavaş yürümek zorundaydım. Çünkü yaşlanınca düşmek çok kolaylaşıyor.
YAŞAMAK İLE ÖLMEK ARASINDA SEÇİM YAPMAK ZORUNDA KALDIM
Oynadığınız karakterlerin erdemli, ahlaklı olması önemli mi?
- Ahlak? Eski günahkarlardanım! Herkes gibi. İyi olmaya çalışıyorum. Artık günahkar olmadığım için mutluyum.Gerçi yaptıklarım için mutluyum, yaşadıklarım için mutluyum. Tüm yaptıklarım ve yaşadıklarım insan olmanın bir parçasıydı.Alkolizmi yaşadım, bağımlılık cehennem gibiydi. Yaptıklarımı tekrar etmek istemem.O zamanlar çok akıllı olduğumu zannederdim. Ta ki yaşamak ile ölmek arasında seçim yapmak zorunda kalana kadar.44 yıl önce oldu bunlar. Ben yaşamak istedim...
KULAKLIK TEMBELLİKTİR KOLAYA KAÇMAKTIR
Çok fazla karakter oynadınız; iyi, kötü, gerçek, hayal ürünü... Oynadığınız karakterlere yaklaşımınızda 30-40 yıl öncesine göre fark var mı?
- Yok. Her zamanki gibi... “Hannibal Lecter’i nasıl oynadın?”, “Papa’yı nasıl oynadın?”, “King Lear’ı nasıl oynadın?” diye çok soruyorlar. Cevap veremiyorum. Metodum yok mesela. Bazı insanlar kapanıp kendini tamamen karaktere verir. Oynadığı kişi olur. Ben öyle yapamam. Sette kahvemi içmeyi, muhabbet etmeyi, gülmeyi eğlenmeyi seviyorum. O yüzden karakter gibi yaşayamam. Hazırlanırken mutlaka yaptığım tek şey diyaloglarımı ezberlemek. Senaryo gelince defalarca okurum beynime kaydetmek için.
Genç oyunculara verdiğiniz en önemli tavsiye nedir?
- Gergin olmasınlar. Kasları, vücutları, kendileri rahat olmalı. Sözler ağızdan rahatça çıkmalı. Şimdiki bazı genç oyuncular ezber yerine kulaklık kullanıyor mesela. Benim için kulaklık bunamanın, demansın sebebi. Kulaklık tembelliktir, kolaya kaçmaktır.
YAŞLI BİR ADAM OLMAYI BIRAK VE KALK!
82 yaşındasınız, yoğun çalışıyorsunuz. Enerjinizin kaynağı nereden geliyor diye klasik bir soru sorsam...
- Bir gün öleceğimi bilmekten geliyor. Hayat akıyor. Hayatın provası yok. Son 4-5 yıldır çok yoğun çalışıyorum.“King Lear”, “The Father”, “The Two Popes”... Hepsi ağır işlerdi, derin roller oynadım.“The Father”da demans hastalığına sahip yaşlı bir adamı oynadım. Beni o kadar geren bir roldü ki, sırtım, ayaklarım tutuldu.Eşim endişelendi. Kendimi çok zorladığımı söyledi. Diyetimi değiştirdim, biraz dinlendim, spora başladım. Kısacası vücudumu dinleyip ihtiyaçlarını yerine getirdim. Enerjim yerine geldi, ağrılarım gitti.Her şey dozunda olmalı. “Yaşlandım, artık çalışmayayım” dersem ölürüm. Her sabah uyandığımda aynı sözler aklımdan geçer: “Hadi kalk artık, yaşlı bir adam olmayı bırak ve kalk!”